sumeyye
Wed 16 February 2011, 06:10 pm GMT +0200
1. İtikat Konusundaki Faaliyetleri
Tevhid İnancının Yeniden Açıklanması Ve Vurgulanması:
Zamanla İslâm âleminin birçok yerinde pek çok hurafeler kendisini göstermişti. İslâm ülkelerinde açıkça kabirlere tapınmayı gösteren hareketler, Allah’tan korkmayıp kabirde yatanlardan korkma, onlardan medet umma, Allah ve Allah’ın buyruklarını hafife alma, şirretlik, büyüklere saygıyı Allah’a tazîm noktasına kadar götürme, türbeleri ve mezarları hac edercesine ziyarette bulunma, yer yer mescidlerin harap ve bakımsız bırakılmasına karşılık, türbelerin şatafatlı ve tertemiz tutulması hemen her yerde kendisini gösteren tezahürlerdi.
İslâm’ın merkezinden çok uzakta kalan, vahyin tazeliğinden ve gücünden çok şey kaybederek ulaşabildiği, binlerce seneden beri damarlarında putperestlik ve şirk inancı dolaşan bir din, felsefe ve kültürün hüküm sürdüğü bir bölgede, bu tür hurafelerin bulunması tabii idi. Burada yaşayan müslümanların Kur’ân ve hadisle doğrudan doğruya bağlantıları yoktu. Hinduca inançlar, düşünceler, anlayışlar müslümanların evlerine kadar girmişti. Daha önce İmam-i Rabbânî bu tür itikatlarla mücadele etmiş ve büyük bir başarı kazanmıştı. Onun dönemi üzerinden yüz sene geçmesine rağmen Kur’ân-ı Kerîm ve hadisle doğrudan doğruya kuvvetli ve genel bir bağ kurulanmamasından dolayı inanç alanında İslâm dışı, hatta İslâm’a taban tabana zıt sapmalar olmuş, en sağlam ailelerde bile inanç ve amel bozuklukları görülür olmuştu.
Tasavvuf ve tarikat ehli ağzında, Kitap ve sünnete uymayan, özellikle tevhid inancını zedeleyecek nice sözler dolaşmaktaydı.
O dönemde, Arapça bilmeyen İslâm ülkelerinin hemen hemen tümünde şöyle bir yaygın kanaat vardı: Kur’ân, ancak belli bir tabaka tarafından anlaşılabilir. Onu anlayabilmek için şu kadar ilmi bilmek gereklidir. Onu halka indirmek, halkın doğrudan doğruya Kur’ân’ın ne demek istediğini anlamasını, onunla doğru yolu bulmasını, ondan feyiz almasını istemek çok tehlikelidir. Bu, büyük bir fitne ve sapıklığın kapısını aralamak demektir. Halk arasında düşünce anarşisine sebebiyet verir, kişisel görüşlerle hareket edilmeye başlanılır, dahası ulemâya ihtiyaç duyulmaması, hatta onlara karşı baş kaldırılması sonucunu doğurur.
Şah Veliyyullah Dihlevî, Allah’ın elçisi Hz. Peygamber’in (s.a.) ve onun seçkin sahâbîlerinin de belli bir tahsilleri olmadığını, bununla birlikte bizzat Kur’ân’ı okuyarak doğruyu öğrenip, arındıklarını ve yüceldiklerini ifade ederek bu düşüncenin sakatlığını belirtmiş ve
“Hikmete dair Sadra’nın eserlerini anladıklarını, el-Kâmûs’a ezbere bildiklerini iddia edip de, sonra kalkıp kendilerinin asla Kur’ân’ı ve hadisleri anlamayacaklarını söyleyenlere yazıklar olsun!” demiştir. O, ister tahsilli olsunlar, ister tahsilsiz olsunlar, müslüman olmaları ve yüce sahabînin tutmuş olduğu yolu takip etme azim ve gayreti göstermeleri, kulaklarını Kur’ân ve sünnete vermeleri halinde herkesin onlardan istifade edebileceklerini ısrarla belirtmiştir.
Şah Veliyyullah, bir tür “Allah’ın yolundan alıkoyma” şeklinde gördüğü bu kötü anlayışa son vermek için Kur’ân’ı, resmî ve ilmî dil olan Farsça’ya tercüme etme gereğini duydu. Çünkü halkın irşadı, inançların ıslâhı, Allah ile kul arasındaki ilişkinin güçlendirilmesi için, Kur’ân-ı Kerîm’in kendi öğretilerini, onun irşad-larını, davet ve tebliğini insanlara doğrudan ulaştırmaktan daha güçlü ve kestirme yol olamazdı. Birazcık kültürü olan her müslüman, Farsça konuşamasa bile bu dili anlayabiliyordu. Aslında yedi asır kadar süren Farsça’nın hakimiyeti döneminde onlarca Kur’ân tercümesi olmalıydı. Fakat durum öyle değildi.
Şah Veliyyullah Dihlevî, böylece Kur’ân’ın tercümesine başladı ve tercüme, üç aşamadan sonra H. 1151 yılında bitti ve temize çekildi. H. 1156 yılında değerli âlim, Hâce Muhammed Emin’in özen ve ilgi göstermesiyle kitap yaygınlaştı, bundan ders verilmeye başlandı ve böylece yayıldı. [4]
Şah Veliyyullah Dihlevî, Fethu’r-Rahmân tefsir ve tercümesine ek olarak, tercüme metoduna dair kısa bir mukaddime de yazmıştır.
Tabiî bu teşebbüs öyle kolay olmamış, bu yüzden ulemanın hışmına uğramış, hatta Fethpûrî camisinde öldürülmek için bir suikast girişiminde bile bulunulmuştur. [5] Ancak zamanla bu tepki sönmüştür.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin bu teşebbüsü, bu konuyla ilgili yaygın yanlış kanaatin değişmesinde etkili olmuştur. Nitekim benzeri durumlar daha önce, Eş’arî tarafından akıl ve mantığın, Gazzâlî tarafından da felsefenin dinî esasların isbatında kullanılması yoluyla olmuş ve böylesi büyük âlimlerin teşebbüsü ile insanların mevcut telakkileri değişmiştir.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin bu tercümesinden hemen elli sene sonra başta oğlu Şah Abdulkâdir olmak üzere, konuşulan Urdu diline Kur’ân’ın çeşitli tercümeleri yapılmıştır. Bu tercümelerin, gerçek İslâm inancının yerleşmesi ve yayılmasında önemli katkıları olmuştur.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin, ümmetin ıslâhı yolunda yaptığı en büyük tecdîd faaliyeti el-Fevzu’l-kebir’i yazmasıdır. Bu eseriyle, Kur’ân’ın anlaşılması, onun üzerinde düşünülmesi melekesinin geliştirilmesini amaçlamış, ümmetin ıslâh duygularının uyandırılmasını gaye edinmiştir. Sahasında tek eser olduğu söylenir.
Şah Veliyyullah Dihlevî’nin, Kur’ân’ın maksatları, konulan hakkında yazdıkları, üslup ve metodunun özellikleri, diğer eserlerden, özellikle de son devirlerdeki ders kitaplarından farklı oluşu, esbâb-ı nüzule nadir olarak yer verişi, belki bugün ciddiye alınacak bir yenilik sayılmayabilir. Ancak bunlar, hicri on ikinci asır ortamına göre son derece önemli ve yeni şeylerdi. Bu düşüncelerden bir kısmı hâlâ bilinmez ve meçhul bir hal arzeder. Nüzul sebeplerine yönelik rivayetlerin çokluğu, onların ehemmiyetlerine sürekli dikkat çekilmesi, hep onların üzerinde yoğunlaşılması şeklindeki son devirlerin ilmî anlayışının bir tür sembolü haline gelen yaklaşım yüzünden, tarihin hemen her döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevasından, kıssalarından yeterince istifade edilememiş, öğüt ve ibretlerinden yeterince yararlamlamamış, çağın ortamı dikkate alınarak zamana tatbik edilme başarısı gösterilememiştir. Şah Veliyyullah Dihlevî, yaptığı bu çalışma ile Kur’ân-ı Kerîm’i bürüyen bu yoğun perdeyi kaldırmakta ve onun eşsiz güzelliğini, revnaklığını, üstün değerini ortaya çıkarmaktadır.
[4] Fethu'r-Rahmân kitabının önsözü, Delhi, H. 1294'den.
[5] Bkz. Ömer Rıza, Kur'ân Nedir?, 88.