sumeyye
Sat 25 September 2010, 09:14 pm GMT +0200
İslam ve Evrensellik 2
PEYGAMBERLERİN DİĞERLERİNİ TASDİKİ
Kur’ân’dan öğrendiğimize göre Allah’ın bütün peygamberlerden söz alması hâdisesi de ilâhî dinlerin birliğini, İslâm’ın evrenselliğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Allah, peygamberlerden şöyle söz almıştı: Bakın size Kitap ve hikmet verdim, imdi yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’ demişti. Kabul ettik’ dediler. O hâlde şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım.’ dedi.”(Âlu İmrân: 81)
Âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre risalet görevinin gereği olarak her peygamber kendisinden sonra gelecek peygamberi tasdik eder, onu müjdeler. Müfessirlere göre aynı şekilde peygamberleri aracılığı ile onlara tabi olan ümmetlerinden de, kendi peygamberlerinden sonra gelecek peygamberleri ve getirdikleri kitapları kabul ve tasdik edecekleri konusunda söz almıştır.40 Bir görüşe göre de Allah (c.c) her peygamberden, ahir zamanda gelecek son peygamberine inanmalarına dair söz almıştır.41 Bunun içindir ki, daha önce açıklaması geçtiği üzere Kur’ân, sadece kendi peygamberlerini inkâr eden ümmetleri bütün peygamberleri inkâr etmiş gibi kabul etmektedir. Çünkü bütün peygamberler aynı zincirin birbirini tamamlayan halkaları gibidirler.
Hakikat ve tevhid dini oluşu bakımından İslâm, daima var olan, bu âlem ve onun Yaratıcısı var oldukça varlığı devam edecek olan ezelî ve ebedî bir dindir. İnsanlar onu tanısalar da tanımasalar da yok olmayan bir gerçektir. Batıl, uydurma dinler ise gerçeklilik açısından hiçbir zaman İslâm Dini gibi olamazlar. Bu uydurma ve batıl dinler, taraftarlarının yüz çevirmesiyle, gerçekte var olmayıp değişik nedenlerle öyle kabul edilen mevhum mabutları gibi ortadan kalkarlar. Ancak, nasıl ki, ilmî gerçekler insanların cehlinden dolayı büsbütün sönüp gitmezler, sadece bu gerçeklerin hayata yansımaları, aksedişleri kaybolup gizlenirse, ilâhî dinler de böyledir. Kim ne derse desin Allah daima birdir. Herşeyin yaratıcısı o’dur.42
İslâm gerçeği, Kur’ân’da çarpıcı bir örnekle ifade edildiği gibi, kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. O ağaç Allah’ın izni ile her zaman, mevsimler tazelendikçe yemişini verdiği gibi43 İslâm ağacı da insanlık tarihinin her döneminde insanlar kabul etsin veya etmesin kökleri sabit ve sağlam, dalları göklere yükselmiş olarak sarsılmadan ayakta kalmıştır. İlk insan ve ilk peygamber Âdem (a.s)’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)’e kadar her peygamberin o asıl ve sabit olan ağaca canlılık kazandırmasıyla meyvesini vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)’den sonra Kıyamet’e kadarki süre içinde de -zaman zaman kuruyor gibi görünse de- İslâm aynı özelliği devam ettirerek peygamberlerin varisleri olan âlimler tarafından Allah’ın izniyle canlandırılarak meyvesini vermiş ve sonuna kadar da verecektir. Çünkü meyve verme kabiliyetine her zaman sahiptir.
ESKİ VE YENİ İSLÂM
O hâlde günümüzün yaşanan realitesi içinde en son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)’in getirdiği İslâm ile asıl itibarıyla İslâm olan fakat zaman içinde tahrife uğrayarak asliyetini koruyamamış bugünkü şekliyle Yahûdilik ve Hıristiyanlık arasında ne tür bir ilişki, bir bağ bulunmaktadır. Bu konuda nasıl bir değerlendirme yapmak gerekmektedir?
Böyle bir soruya cevap vermek için de konuyu iki safhaya ayırmak gerekmektedir.
Birinci safhada; Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği dinin, henüz zamanın tesiri ve insan eliyle tahrif edilmemiş hâlindeki asılları itibarıyla geçmiş ilâhî dinlerle olan ilişkisi söz konusudur.44
Bu birinci safhada İslâmiyet’in diğer semavî dinlerle ilişkisinden söz ederken her şeyden önce Kur’ânî gerçeği ifade etmek gerekmektedir. Bu Kur’ânî gerçeğe göre gönderilen her peygamber, indirilen her kitap kendisinden öncekini tasdik ve teyid edici olarak gelmiştir. İncil Tevrat’ı,45 Kur’ân da Tevrat ve İncil’i kendisinden önce gönderilen bütün ilâhî kitapları tasdik ve teyid etmektedir.46 Daha önce mealini verdiğimiz âyete göre de Allah Te’âla bütün peygamberlerden beraberindeki kitabı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona inanıp, yardım etmeleri konusunda söz almıştır.(Âlu İmran: 50)
Ancak bu noktada şu soru akla gelebilir. İlâhî kitaplar arasında mevcut birbirini tasdik ve teyid etme hükmü, sonra gelenin, öncekini herhangi bir şekilde değiştirmeksizin yenilemesi ve tekrarı demek değil midir? Sonra gelen öncekinin bazı hükümlerini değiştiriyorsa buna birbirini tasdik ediyor denilebilir mi? Birbirini tasdik ve teyid etme gerçeği sonra gelenin öncekinden herhangi bir şeyi değiştirmemesini gerektirmez mi? Hakikat bu olunca acaba gerçekte durum nasıldır?47
Gerçekten de İncil, Tevrat’ın bazı hükümlerini değiştirerek gelmiştir. (Âlu İmran: 50) Kur’ân-ı Kerîm de, önceki kitapların bazı hükümlerinin aksine, bütün temiz yiyecekleri helâl, bütün pis şeyleri de haram kılmıştır. Açıkça insanların üzerindeki ağır sorumlulukları, ağır emir ve yasakları kaldırmak için geldiğini söylediğine göre Kur’ân-ı Kerîm, İncil ve Tevrat’ın bazı hükümlerini değiştirmiştir. (7/A’raf: 157) Ancak şu veya bu şekilde sonraki ilâhî bir kitabın önceki kitaptaki bazı hükümleri değiştirmesi, sonrakinin öncekini nakzetmesi, veya önceki kitabın nazil olduğu zaman ve şartlara göre son derece anlamlı olan hükümlerinin hikmetini inkâr etmesi demek değildir. Sadece önceki ilâhî kitaplarda bazı şeylerin haram kılınması, zaman ve şartlar öyle gerektirdiği için ve belirli bir süre için olmuştur. ½artlar değişip, belirli süre geçince eskiler değiştirilmiş yeni zaman ve şartlara daha uygun, daha faydalı hükümler getirilmiştir.48
TEKÂMÜL SEYRİ
Varlık âlemine baktığımızda herşeyde bir tekâmül kanununu müşahede etmekteyiz. Bu tekâmül kanunu da her varlığın türüne göre farklı merhalelere ayrılarak seyretmektedir. İnsanoğlu da şu âlemde gerek fert olarak gerekse topyekün insanlık olarak bir tekâmül kanununa göre hayat sürmektedir. Fert olarak insan farklı merhalelerden geçerek dünyadaki tekâmül sürecini tamamlayıp öbür âleme intikal ederken, topyekün insanlık da başlangıçtan itibaren şu yer küresi üzerindeki ömürleri içinde kültür ve medeniyet açısından birçok devrelerden geçerek bugünkü seviyeye gelmiştir.
İşte nasıl ki bir insan, doğuşundan itibaren bebeklik, çocukluk, olgunluk ve yaşlılık devreleri itibarıyla önce anne sütü, sonra yumuşak nişastalı yiyecekler ve daha sonra normal gıdalarla beslenmek durumundaysa; insanlık da kültür, medeniyet ve anlayış seviyelerine göre farklı devirlerde temelde aynı fakat teferruatta farklı olabilen ilâhî şeriatlere muhatap olmuştur. İnsan için temel ihtiyaçlar olan su, hava, ısınma, temizlik gibi şeyler hiçbir zaman değişmiyorsa insanlık için her zaman ortak ihtiyaçlar olan iman ve ahlâkla ilgili asıllar da değişmemiştir, Söz konusu temel konularda zaman ve toplumlara göre en fazla üslûp ve ifadede bir farklılık olmuştur ki bu da gayet tabiîdir.
Neticede insanlık genel olarak ortak denebilecek bir medeniyet ve anlayışa geldiğinde bütün insanlığa tek bir din olarak Kur’ân şeriati tebliğ edilmiştir. Kıyamet’e kadar gelecek insanlığın farklı zamanlardaki farklı ihtiyaçlarını karşılamak için de Kur’ânî çerçeveyi taşmamak şartıyla, Allah rızası için ehliyetli kişilerin yorum ve içtihada gitmelerine müsaade edilmiştir.
Bütün ilâhî şeriatler de aynen bunun gibidir. Hepsi de bütünüyle doğrudur. Hepsi de A’dan Z’ye kadar birbirini doğrulamaktadır. Ancak bu doğrulama iki türlüdür. Biri; hükmün geçerli oluşunun devamına izin vererek doğrulamadır. Diğeri ise; geçmişin şartları, sınırları içinde doğruluğunu tasdik etmedir. Bu da ilâhî şeriatlerin iki türlü hüküm ihtiva etmelerinden kaynaklanmaktadır.49
Birincisi: Geçerliliği devamlı olan hükümler ki, bunlar şartların, zaman ve mekânın değişmesiyle değişmeyen hükümlerdir.50
Daha önce birçoğuna işaret ettiğimiz Kur’ân âyetleri göz önünde bulundurulursa Allah (c.c)’ın Hz. Mûsa’ya ve Hz. İsâ’ya indirdiği birçok hükümleri ve ahlâkî prensipleri bazı değişikliklerle ve farklı bir üslûpla Hz. Peygamber (s.a.s)’e de indirmiş olduğunu anlarız. Her ne kadar bugün, Yahûdi ve Hıristiyanların elinde bulunan Tevrat ve İncil; Hz. Mûsa ve Hz. İsâ’ya indirilen Tevrat ve İncil’den çok farklı olsa da, içinde sözlü rivayete dayalı olarak bu güne kadar korunan bazı doğru haberlerin, asıldan kalma doğru hükümlerin bulunduğunu da kabul etmek gerekmektedir.
Bugün Tevrat ve İncil’de geçtiği şekliyle Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ tarafından tebliğ edilmiş, geçerliliği devamlı mahiyette olan birçok ahlâkî kaidelere bir göz atacak olursak Kur’ân-ı Kerîm’de de ufak uslûp farkı dışında aynen zikredildiğini görürüz. Meselâ, mahallî ve şartlı vecibe olarak kabul ettiği (sebt) Cumartesi günü balık avlama yasağı hariç51 Tevrat’ın Çıkış kitabında 20. babta yer alan meşhur “On Emir”in, hem Matta İncil’i 5. babta yer alan Hz. İsâ’nın “Dağdaki Vaazı” hem de Kur’ân-ı Kerîm ile tasdik edildiği görülür. Ancak Tevrat ve İncil’de bu emirler topluca zikredildiği hâlde, Kur’ân’da Mekkî ve Medenî surelerde dağınık olarak ve ihtiyaç duyulduğu zamanlarda meselelere çözüm getiren birer hüküm şeklinde indirilmiştir.52
Tevrat’ta zikredilen Cumartesi dışındaki On Emir’in hükümleri şunlardır:
1-Karşımda başka ilahların olmayacaktır.53
2-Kendin için oyma put... yapmayacak ve onların önünde secde etmeyeceksin.54
3-Rabbinin ismini boş yere ağzına almayacaksın.55
4-Babana ve anana hürmet edeceksin.56
5-Katletmeyeceksin.57
6-Zina etmeyeceksin.58
7-Çalmayacaksın.59
8-Komşuna karşı yalan şehadet etmeyeceksin.60
9-Komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin.61
Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm dikkatle tetkik edildiğinde dağınık şekilde de olsa daha bir çok iman, ahlâk ve amelle ilgili üç kitapta da ortak olan emir ve hükümleri bulmak mümkündür.
Bu örneklerden anlaşılıyor ki, önceki ilâhî şeriatlerden birisine mensup olanlar yukarıda örnek olarak verilenleri veya benzer emir ve hükümleri unutunca bir sonraki şeriat onun aynısını veya ihtiva ettiği aynı anlamı hatırlatarak tekid etmiştir.
İlâhî şeriatlerin ihtiva ettiği hükümlerin ikincisi:
Uzun veya kısa süreli olsun belirli bir zaman dilimi için teşri edilen hükümlerdir. Söz konusu belirli zaman dilimi sona erince bu tür hükümler de yürürlükten kalkar. Ancak bir sonraki şeriat bu hükümlerin yerine yeni ortaya çıkan şartlara, ortama daha uygun olan hükmü getirir. Bu keyfiyeti de şüphesiz Allah daha iyi bilir. Kur’ân’daki “Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir âyeti neshetmez (silmez, yürürlükten kaldırmaz) veya onu unutturmayız...” (Bakara: 106) âyeti bunun teyidi mahiyetindedir.62
Bütün ilâhî şeriatlerde sözü edilen bu iki türdeki hükümlerin bulunması zarurîdir. Çünkü bir toplumu ayakta tutup geçmişine bağlayan toplumlardaki devamlılık ve istikrarı sağlayan unsur hiçbir zaman değişmeyen hükümler olduğu gibi, süreli ve geçici hükümler de insan toplumlarının gelişmesi, daha iyiye ve mükemmele yükselmesi için vazgeçilmez birer unsur teşkil etmektedirler. İlk ikisi tahrif edilmiş de olsa bugün insanlığın elinde bulunan üç ilâhî kitap Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’i dikkatle incelediğimizde sözü edilen iki unsuru açıkça görmek mümkündür.
İlâhî dinlerde bu iki türdeki hükümlerin bulunması daha önce de vurgulandığı gibi insan toplumlarının gelişme sürecine, toplumlar arasındaki medeniyet farklılığına uygun olarak son derece hikmetli bir teşri metodu ortaya koymaktadır.
Meselâ Tevrat’ın getirdiği şeriatte beşerî kanun için gerekli, “Adam öldürmeyeceksin, hırsızlık yapmayacaksın, zina etmeyeceksin”63 gibi genel hükümlerde hukukun tanzimini, adalet ve hukukta eşitlik prensiplerinin uygulanmasının istendiğini görürüz.
Daha sonra gelen İncil’e baktığımızda, onun Tevrat’ın ahlâkî hükümlerini tanımasıyla birlikte64 yeni tamamlayıcı ilâve hükümler getirdiğini görmekteyiz. Meselâ, “Sen komşunu sevecek ve düşmanından nefret edeceksin denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Düşmanlarınızı sevin ve size eza edenler için dua edin...”65, “Yalnız kardeşlerinizi selâmlarsanız fazla ne yapmış olursunuz ? Putperestler de öyle yapmıyorlar mı?”66, “İnsanlara iyiliğinizi gösteriş için yapmayınız...”67, “İnsanların suçlarını bağışlarsanız semâvî babanız(!) da sizi bağışlar”68, “Göz yerine göz, diş yerine diş” denildiğini işittiniz, fakat ben size derim: Kötüye karşı koyma; ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir.”69 gibi ahlâkî hükümleri görmekteyiz. Bu yapısıyla İncil’de genel olarak müsamaha, hoşgörü, merhamet, cömertlik ve iyilik yapma gibi bir özellik ağır basmaktadır.
İslâm, kerim Rabbimiz’in biz insanlara yolladığı dinin adıdır. Son olarak Kur’ân-ı Kerim vasıtasıyla Hz. Muhammed aleyhisselâm’a verilen son mesajın özel adı olmuştur. En güzel ‘boya’ olarak (Bakara: 138) yollanan İslâm, en mütekâmil, tüm gelişmelere açık ve daha önceden gelen diğer formların ana konularını bünyesinde barındıran form olarak Rabbimiz’in son mesajını ihtiva etmektedir. Dolayısıyla İslâm denildiği zaman, İlâhî kökenli tüm dinler anlaşılmalıdır. Bu mânâda Hz. Nuh da, Hz. İbrahim de, Hz. Musa ve Hz. İsa (a.s) da hep bizim peygamberlerimizdir. İslâm’ı fıtrat dini olarak gönderen Allah (c.c), zamana bağlı olarak bazı şeklî ve fer’î meselelerde değişiklik yapmıştır. İslâm ağacı, Hz. Âdem’den bugüne hiçbir zaman meyve vermekten geri kalmamış, ‘kökü yerde, dalları semada’ bir ağaç gibi insanları gölgelendirmeye devam etmektedir. Yazımız tüm bu hususları kaynaklarıyla değerlendirmektedir.
MUKAYESELİ ÖRNEKLER
Son olarak gelen Kur’ân şeriati ise, kendisinden önce gönderilen Tevrat ve İncil şeriatlerinde adı geçen özellikleri, temel prensipleri birleştirerek insanlığın gelişen ve gelişmekte olan medeniyetlerine cevap verecek şekilde ortak prensipler olarak insanlığa tebliğ etmiştir. Meselâ;
“Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder, fahşâ (edepsizlik)’dan, münker (fenalık)’den ve bağy (azgınlık)’dan men eder...”(1Nahl: 90).
“Kötülüğün cezası yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükâfatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez”(½ûra: 40).
“Eğer (bir topluluğa) azab edecekseniz, size yapılan azabın misliyle azab edin. Ama sabrederseniz and olsun ki O, sabredenler için daha iyidir.”(Nahl: 126).
“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı: Hüre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın. Bununla beraber öldürülenin kardeşi tarafından katil lehine bir şey affolunursa, artık örfe uymak ve öldürülen (taraf)’a (borcu) güzellikle ödemek gerekir. Bu rabbinizden size bir kolaylık ve rahmettir...”70(Bakara: 178) gibi âyetlerde71 Kur’ân; Tevrat ve İncil’deki hüküm ve prensipleri en mükemmel bir tarzda telif edip birleştirerek insanlığa sunmuştur. Tevrat’taki adalet ilkesi doğrultusunda kısasa kısas hükmü ile İncil’deki müsamaha, affetme ve merhameti insanlara kolaylık ve rahmet olsun diye birleştirerek teşri etmiştir.
Meâlini verdiğimiz kısas âyetinde Kur’ân-ı Kerîm, öldürülen birinin yakınlarına diledikleri takdirde öldürmeye karşılık katilin ölüm cezası (kısas) ile cezalandırılmasını bir hak olarak verirken adaleti gerçekleştirmiştir. Diğer taraftan yine maktulun velileri razı oldukları takdirde diyet karşılığında katile kısas uygulanmasından vazgeçilebilmektedir ki, bu da kolaylık ve rahmettir.72
Bütün bunların yanında Kur’ân-ı Kerîm ilâve olarak yeni hüküm ve prensipler de vaz’ etmiştir. Böylece yüksek medenî toplumlar için gerekli selâmlaşma, izin isteme, oturup kalkma, konuşma gibi ve daha birçok adâb-ı muaşeret prensiplerini de getirmiştir.73
Doç. Dr. İdris Şengül