meryem
Sat 19 February 2011, 09:54 pm GMT +0200
Hidâyet ve Dalâlet
İnsan bir savaş içindedir. Şeytan ile arasında cereyan eden bu savaş, Allah'a verilen ahidle şeytanın sapıklığı, imanla küfür, hakla batıl, hidâyetle dalâlet arasındadır. Kur'an daima insana harp meydanında bir nefer olduğunu, bu meydanda kaybedecek yahut kazanıp ganimet alacak kimsenin bizzat kendisi olduğunu hatırlatır[1207]: “O sizi yaratandır. (Böyle iken) sizden kimi kâfir, kimi mümin (oluyor).” [1208] Ayet gösteriyor ki; insan hilkati Yaratıcı'ya imanı gerektirmekle beraber, küfre de müsaiddir, imana da müsaiddir. Ayette ikinci kısım “sizi kâfir olarak veya mümin olarak yaratan” şeklinde hal veya kayd veya “bazınızın kâfir, bazınızın mümin” gibi fasıl suretinde ifade edilmeyip de tafsil ve tefrî' ile tertibe delâlet eden “fe” harfiyle “fe-min-küm” diye talî bir cümle olarak getirilmesi, küfür ve imanın da Allah'ın yaratması ve takdiriyle olmakla beraber, insanların kesb ve iradesi ile alâkadar olarak tâli ve terettübî bir surette yaratılmakta bulunduğuna işaret vardır.[1209]
Kur'an'da iman ve küfrün, Cenabı Allah'ın iradesi dahilinde olduğunu ifade eden birçok ayet vardır: “Allah'ın izni olmaksızın hiçbir nefis iman edemez.” [1210] Nefislerin imanı Allah'ın meşîetine bağlıdır.[1211] Zamahşerî,
“De ki: hakkı gösterecek ve ona iletecek olan Allah'tır.” [1212] ayetinde hidayete erdirmeyi, “Allah'ın, mükelleflere akıl vermesi, onlar için vaz' ettiği delillerden hüküm çıkaracak basiret nasîb etmesi[1213] olarak almıştır. Bu ehl-i sünnetin kabul etmediği bir görüştür. Mutezilî Zamahşerî, mesuliyeti kula hakkıyla yükleme gayretinden dolayı kulun istiklâlini ilân etmekte, Allah'ın iradesini sınırlamaktadır. Halbuki
“Şüphesiz Allah'ın hidayeti, hidayetin ta kendisidir.” [1214] İnsanı İslama ancak Allah'ın hidayeti götürür. O gerçek hidayettir. Hidayet ismi, ondan başka birşey için uygun olmaz.[1215] Onun için:
“Allah kime hidayet ederse, işte o doğru yolu bulmuştur. Kimi de şaşırtırsa artık bunlar için O'ndan başka asla yardımcılar bulamazsın.” [1216] Ezelde saadetlerini murat ettiğini, hayata gelince, fazlıyla halâsa erdirir. Ezelde şaki olduğunu bildiğini de ebedde düşman ismiyle anar.[1217]
“Allah'ın saptırdığını hidayete erdirecek kimdir?” [1218] Aslında onlar hevalarına uydular da sapıttılar. Ama onların hevalarını yaratan Allah olduğu için, arzularına göre sapıklığı ve şaşkınlığı yaratan da O'dur.[1219] Allah dalâlete müstehak olanı bilir, saptırır, hidâyete lâyık olanı bilir, hidayete erdirir.[1220] “İsteseydi herkes iman ederdi ve iradesine kimse karşı çıkamazdı.” [1221] Kudreti buna yeterdi, lutfuyla bunu yapardı da, ama mahlukâtı hakkındaki ezelî ilminden dolayı bunu yapmamıştır.[1222] O zaman, insanlar, Allah'a itaattan başka istidadları olmayan melekler veya hep aynı istikâmette hareket eden, sevk-i tabiisinin esiri böcekler, kuşlar ve hayvanlar gibi tek bir yöne gidebilirlerdi. Fakat adına “insan” denilen şu varlığın kendine has bir yapısı olup, böylelikle hidâyete ve dalâlete gidecek güçte olmasını, dilerse doğru yolu, dilerse eğri yolu seçebilmesini irade buyurmuştur. Bu sayede insan, hususi yapısıyla Allah'ın kendisine verdiği fıtratı ile mevcudatın yapısı içerisinde hususî bir vazife sahibi olsun istemişti. Bunun için Allah Teala, ezeldeki takdirinde dalâlet yolunu tercih edenlerle cehennemi doldurmayı da irade buyurmuştu.[1223] Zamahşerînin zannettiği gibi Cenab-ı Allah'ın iradesi, kullarının lutfa ehil olup olmamalarıyla mukayyed[1224] değildir.
“Dilediğini hidayete erdirir, dilediği saptırır.” [1225] Ayetlerde hidâyet sırf ilâhî meşîete raptedilmiştir. Yaratılışda Allah'ın iradesine bağlı olmayan hiçbirşey bulunmadığı halde, hidayetin açıkça zikredilmesi bunun kulların kesb ve meşîetleriyle kayıdlı olmayıp mazhâ ilâhî fazl olduğundandır, bunu hatırlatmak içindir.[1226] Allah, herşeyin son merciinin mutlak iradesi oldugunu, ancak kendisinin dilediği şeyin olabileceğini bize haber vermektedir. Bu zaten ulûhiyyetin şartıdır. Eğer Allah'ın mutlak iradesi olmasaydı, Allah olamazdı. Bu ayetler ulûbiyyetin noksansız oluşunu ifade ediyor. Fakat bu mutlak iradesinin, keyfiyetini tasavvur, meseleleri dar açıdan alan aklın sahası dışındadır.[1227]
Şu ayetler insan iradesinin, ilâhî irade yanında ne demek olduğunu beyan etmektedir:
“O Kur’an, âlemler için (yani herkes için, hele) sizden doğruluk isteyenler için bir öğütten başkası değildir.[1228],"
“(Bununla beraber o doğruluğu) âlemlerin rabbi olan Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz.” [1229] Süleyman b. Musa'nın rivayetine göre ayetlerden ilk ikisi nazil olduğunda Ebu Cehl “Demek ki iş bize bağlı, dilersek doğru yola gireriz, dilersek girmeyiz.” demişti de bunun üzerine son ayet nazil olmuştu.[1230] İlk ayetlerde insanın dilerse hidayete ulaşabileceği ilân edilmiştir. Bu ilan bütün şüpheleri kaldıran, özürleri kapayan bir ilâmdır. Fakat sonra, hiçbir-şeyin o büyük iradeden ayrılamayacağı da hatırlatılmıştır. Ayetlerde Allah'ın “rabbü'l-âlemîn” oluşunun zikredilmesinde “madem ki O âlemlerin rabbidir, Onun irade ve ilmi haricinde herhangi bir iş mümkün mü ki vuku bulsun” gerçeği yatmaktadır.
“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü islâma açar, kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar.” [1231] Fakat:
“Küfrederseniz şüphesiz Allah sizden müstağnidir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin faydanız için bundan hoşnüd olur.” [1232] Kur'ân'da “kullar”, daha ziyade müminler için geçer. Bu Kur'an âdetine göre, “Allah müminler için küfre razı olmaz.” manası çıkarsa da bunu umumî manada almak daha isabetli olur. O zaman, Allah kullarından hiçbirinin küfrüne razı olmaz, küfrünü sevmez ve küfrü emretmez, manasına olur. Küfür O'nun iradesiyle ise de rızasıyla değildir.[1233]
Kureyş müşrikleri istihza ederek ve mümkün olmadığına kânî olarak[1234] peygambere karşı bir hüccet diye[1235] Allah'ın mutlak iradesini ileri sürmüşlerdi:
“Eğer Allah dileseydi ne biz ne atalarımız şirk koşmazlardı.” [1236] demişlerdi. Allah onları zem için bu sözlerini hikâye etmiştir.[1237] Ve:
“Onlardan evvelkiler de işte böyle tekzib ettiler de nihayet bizim azabımızı tattılar.” De ki:
“Nezdinizde (bu hususta) herhangi bir ilim varsa hemen onu bize çıkarın. Siz bir zandan başkasına uymuyorsunuz ve siz yalan söyleyenlerden başka kimseler değilsiniz.” [1238] buyurmuştur. Çünkü gerçekten onlârın hüccet olabilecek bir bilgileri yoktur.[1239]
“Tam ve kâmil hüccet, Allah'ındır.” [1240] O'nun hüccetine itiraza mesağ yoktur.[1241] Câhil olarak Allah'a itiraz edenler, doğruyu, nefsin olana uygunluğunda değil, olanın nefse uygunluğunda arıyorlar. İlim ve hakikatin açık ölçüsüyle ölçmüyorlar, nefsî meyilleriyle ölçüyorlar. Nasıl arzu ederlerse hak öyle olur farzediyorlar da istememeleri, görmemeleri, anlamamaları, inkâr ve tahrif etmeleriyle hakikat değişir sanıp, kendilerini aldatıyorlar. Kuru inkârla mesuliyetten kurtulacaklarını umuyorlar.[1242]
Allah, kurtuluşa çıkaran hidâyet ve irşad yolunu, resuller göndererek, kitablar indirerek, hariçte deliller yerleştirerek, nefiste iyiyi kötüyü ilham ederek rubûbiyyetini göstermiş
“Şüphesiz bize ait olan, her halde doğru yolu (göstermektir).” [1243] buyurmuştur. Bundan sonrası insanların iradelerine aittir. Gayet tehdîdkâr bir ifadeyle, iman edenin imanının faydasının, imansızlığın azabının sahihlerine ait olduğun[1244] beyan için
“O, Kur'an, rabbinizden gelen bir hakdır. Artık dileyen iman etsin dileyen kâfir olsun. Gerçekten biz zâlimlere öyle bir ateş hazırladık ki duvarları çepeçevre kendilerini kuşatmıştır.” [1245] buyurulmuştur. Keza Allah'ın mîzanındaki ferdî mesuliyyeti, hidayet ve dalâlette sorumluluğun ferde ait olduğunu, böylece insana bir değer kazandırıldığını ifade için[1246]:
“Kur'an okumakla emrolundum. Kim doğru yolu bulursa o yolu kendi faydasına bulmuş olur. Kim de saparsa de ki:
“Ben sadece fena hareketlerin korkunç akıbetini haber verenlerdenim.” (Nemi, 92), «Allah'a ait olan, doğru yolu bildirmektir.” [1247]
“Allah, peygamberleri ve kitabları, kendi izniyle, itaat olunsunlar” [1248] ve hidayete ersinler diye [1249] göndermiştir. Cenabı Allah, imanda iken peygamberin doğruluğuna yakinen vakıf olmuşken ve kendilerine beyyinlere gelmişken, küfre dönen kavmin ne kadar şeni bir küfürde olduğunu, bunun cahilane küfürden daha çirkin olduğunu[1250] beyan etmiştir [1251]" “Hak kendilerine belli olduktan sonra ruhlarındaki hasedden dolayı kendileri saptıkları gibi müminleri de saptırma hevesine düşen eh-l kitabı” [1252] zemmetmiştir. Çünkü onların şirki cahil müşriklerinkinden çok daha şiddetlidir. Cahilliklerinden değil, ahlaksızlıklarından çıkan bu küfürün kalbten silinmesi çok daha zordur. Cahil öğrendikçe küfründen vazgeçebilir, fakat inad öğrendikçe küfrünü artırır, daha da azar ve sapar.[1253]
[1207] S. Kutub, 1/72.
[1208] Teğabün: 64/2.
[1209] RM., 38/1.19; Elmalılı, 7/5020-5021.
[1210] Yunus: 10/100.
[1211] RM., 11/194.
[1212] Yunus: 10/35.
[1213] Zamahşerî, 2/237.
[1214] Bakara: 2/120, krş. Âl-î İmran: 3/73.
[1215] Râzî, 4/31.
[1216] İsrâ: 17/97.
[1217] Kuşeyrî, Letâif, 4/42.
[1218] Rûm: 30/29.
[1219] Elmalılı, 6/3821.
[1220] S. Kutub, 24/33,
[1221] En’am: 6/35; Yunus: 10/99; Secde: 32/13.
[1222] Taberi, 7/117.
[1223] S. Kutub, 21/105.
[1224] Zamahşeri, 2/17 -18; İbnul - Müneyyir, 2/17 -18.
[1225] Bakara: 2/142,213,272; En’am: 6/39,88; Müddessir: 74/31.
[1226] Elmalılı, 1/523.
[1227] S. Kutub, 29/193,
[1228] Tekvir: 81/27,28.
[1229] Tekvîr: 81/29.
[1230] Taberi, 30/54.
[1231] En'am: 6/125.
[1232] Zümer: 39/7.
[1233] Râzî, 26/247; Şevkâltf, 4/451-452.
[1234] Kuşeyri, Letâif, 4/364.
[1235] Şevkânî, 2/175.
[1236] En'am: 6/148 krş. Zuhruf: 43/20.
[1237] Zamahşeri, 3/483.
[1238] En'am: 6/148.
[1239] Şevkâni, 2/175.
[1240] En'am: 6/149.
[1241] Kuşeyri, a. g. e., 2/204.
[1242] Elmalılı, 3/2085.
[1243] Leyl: 16/12.
[1244] Kuşeyri, a. g. e., 4/65.
[1245] Kehf: 18/29.
[1246] S. Kutub, 20/30
[1247] Nahl: 16/9.
[1248] Nisa: 4/64.
[1249] Bakara: 2/53.
[1250] Râzî, 8/128.
[1251] Âl-î İmran: 3/86.
[1252] Bakara: 2/109.
[1253] Elmahlı, 3/1467-1468.