- Depremin hatırlattıkları

Adsense kodları


Depremin hatırlattıkları

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Mon 27 September 2010, 08:43 pm GMT +0200

Depremin Hatırlattıkları

İhtiyar dünyamız, üçüncü bin senesinin merdivenlerini çıkmaya çalışırken Dest-i Kudretle, şiddetle sarsıldı. 17 Ağustos 1999 günü, güneşin doğmasına üç saat kala, insanlar uykunun en derin anında bulundukları sırada müthiş bir deprem oldu. Merkez üssü Gölcük olan bu deprem aynı zamanda Sakarya, Yalova, Bolu, kısmen İstanbul, Bursa, Eskişehir, Tekirdağ ve Zonguldak illeri sınırları içinde büyük hasara yol açtı. Daha başka bir çok yerden de hissedildi. Bütün Türk milletine geçmiş olsun. Allah Teala böylesi bir felâketi ve ona benzer faciaları bir daha göstermesin. Depremde vefat edenlerin sayısı şu anda on bini geçti. Enkaz altında kalıp da henüz çıkarılamayan cesetlerle bu sayının daha da yükseleceği tahmin ediliyor. Yaralı sayısı yüz bini aştı. Rahim ve Kerim Rabbimizden vefat edenlere rahmet, yaralılara acil şifa, geride kalan kederli akrabalarına sabır ve selâmet niyaz ederiz.

Hâdise büyüktür. Fakat bütün bu hâdiselerin dizgini elinde olan üstün İlahi Kudret daha büyüktür. Aşikardır ki böylesi hâdiseler, tesadüfi olamaz. Zira bu kainat sahipsiz değildir. Kainattaki olaylar, onu yaratan, yöneten, pek ince bir nizamla varlığını sürdüren Allah’ın izni ve iradesi ile cereyan etmektedir. Bu hâlde hâdiseleri yapan, o hâdiselerden daha büyük olduğuna göre, o muazzam Kudret’e sığınmaktan başka çare yoktur. Müminlere düşen, bu musibeti de iman gözlüğü ile görmeye çalışmak ve gerekli dersleri çıkarmaktır. Biz gelecek birkaç sayfada bu imanî bakış açısından bakmaya çalışarak konuyu ele almaya çalışacak ve kısa notlar hâlinde düşüncelerimizi sıralayacağız:

1. İnsan dünya hayatına meftun, ayrıca zayıf bir mahluk olduğundan, bu özelliğinin tesirinde kalarak olaya baktığında müthiş bir felaket, yıkım, kan ve acı görmeye meyyaldir. Halbuki ahiret perspektifinden bakılacak olursa şu ümitlerin parıldayarak, hâdisenin karanlık tarafları aydınlattığını ve kanayan yaraları imanın mucizevî şifasıyla tedavi ettiğini görürüz: Rahmeti ve şefkati bol Rabbimiz ehl-i imandan bir kısmını günahlarından arındırmak, bu hâdiseyi keffaret yaparak onları hükmî şehit mertebesine yükseltmek istemiştir. Bu öyle yüce bir derecedir ki, kesin olarak söyleyebiliriz ki, şayet onların ruhları ile görüşmemiz mümkün olsaydı, Allah Teala’nın onları, bu dereceye yükseltmek ile dünyadaki hayatlarına devam etme arasında tercih durumunda bırakması hâlinde, mutlaka ölüp bu dereceye kavuşmayı arzu ettiklerini söyleyeceklerdi. Çünkü ebedî âhiret makamı, bu dünyanın çok kısa, üstelik elemli, sıkıntılı, günahlı zevklerinden elbette daha üstündür.

2. Diğer taraftan bu umumi musibete hattâ daha fazlasına biz toplum olarak müstehak olmuştuk. Bu fâciada vefat eden mümin kardeşlerimiz, âdeta kendilerini feda eden kurbanlar olarak önden gittiler, felaketin daha büyük boyutlara ulaşmasını önlediler. Bu öncü ve fedakâr vasıfları sebebiyle Allah onları hükmî şehitlik mertebesi ile taltif etti. İnşallah ahirette aile fertleri ve diğer yakınları için şefaatçi olacaklar. Hem gidenler için, hem kalanlar için ne güzel bir kazançtır bu!

3. İmanın bu güzelliklerinden habersiz ve mahrum olan dalalet ehli kendi dinsizlik yollarını devam ettirmek ve müminlerin uyanıp gafletten sıyrılmalarını önlemek için ahmakça direnip kâfirâne bir yorum yaparlar. Göklerin ve yerin Rabbinin hikmetini, kudretini, adaletini, iradesini ve hâkimiyetini hatırlatan böylesi tasarruflarını tabiata, tesadüfe mal ederler. Dinsizliklerinden ileri gelen inatları sebebiyle anlamazlar ki, maddî sebepler, sadece vasıtalardan ibarettir. Meselâ göğe yükselen muazzam bir çam ağacının cihâzatını hazırlamak için yüzlerce fabrika gerektiği hâlde, o fabrikaların yerine küçücük çekirdeği göstererek: â€˜İşte bu ağacı yapan kudret, bu çekirdektir’ derler. Böylelikle Allah’ın o ağaçta gösterdiği yüzlerce mucizeyi saklamak isterler. Bazen gayet derin, bilinmesi zor, çok önemli bir hakikate bilimsel bir terim kullanarak bir isim takarlar. Bunu yapmakla o gerçeği açıkladıklarını iddia ederler. Aslında onu açıklayamadıklarını kendileri de bilirler. Ama vaziyeti kurtarmak, sırf bir şey söylemiş olmak için böyle yaparlar.

Ezcümle, depremin yer küresinin kabuk kısmında tesadüfen ortaya çıkan dahilî bir hareket, bir patlama neticesinde ortaya çıktığını söylerler. Böylece tesadüfî, tabiî, maksatsız olduğu fikrini vermek isterler. Hâdisenin manevî boyutunu, manevî sebep ve neticelerini görmek istemezler. Halbuki sırf maddî izah, gerçek bir izah olamaz. Her sene yüz milyonlarca muntazam, şık ve güzel elbiseler giyip değiştiren yer küresi üzerinde yüz binlerce neviden sadece bir nevi olan sinek türünün bir tek ferdinin yüzlerce azasından bir tek uzvu olan kanadının bile tesadüfe verilemeyecek bir harika olduğu bellidir. İlim, kudret, irade, görme gibi sıfatları olan bir fail olmaksızın meydana gelmesi mümkün değildir. Bu gösterir ki, sinek kanadına ilgisiz kalmayan bir kudret, bunca canlıların anası, beşiği, barınağı ve hamisi olan koca dünyanın hareketine hiç ilgisiz kalabilir mi? Hiç onu başıboş bırakır mı? Fakat Kadîr-i Mutlak olan Allah Teala, hikmetinin gereği olarak zahirî sebepleri icraatına perde ve vasıta yapmaktadır. Zelzele irade ettiğinde, bazen yerkürenin içinde bir maden unsurunu harekete geçirmektedir. Meselâ bir adam tabancası ile birini vurduğunda, tabancayı çeken o insanı hiç göz önüne almayıp sadece ölüme sebep olan mermi üzerinde durmak, elbette akıldan uzak bir davranıştır. Böyle yapan, maktulün bütün hukukunu zayi eder. Aynen bunun gibi, Kadîr-i Zülcelal’in itaatkar bir memuru, uzay denizine yerleştirdiği bir gemisi, bir uçağı durumunda olan küre-i arza: İçinde bulunan ve hikmet ve irade ile yerleştirilen bombayı ehl-i gaflet ve tuğyanı uyandırmak için ateşle! emrini veren kudretini düşünmemek akılsızlıktan başka bir şey değildir. Oysa hak, hikmet ve adalete göre bunu yapan Kerim Rabbimiz, zayiata uğrayan mahluklarına, bu tatbikatta görev yapan o askerlerine nice mükafatlar ihsan ederek onları memnun etmekte, onlara şehitlik rütbesi vermekte, fani dünya hayatına bedel ebedî ahiret makamları kazandırmakta, kaybolan mallarını Allah yolunda infak edilmiş mallar sayarak yüzlerce misli mükafat ve ecir vermektedir.(Bediüzzaman,Sözler, 14.Söz’ün Zeyli).

4. Bu deprem, elbette Allah’ın izni ve iradesi ile gerçekleşmiştir. Allah azametini bazen bu kabil hâdiselerle gösterir. Bu kainatı yaratmak Ona ağır gelmediği gibi, onu varlıkta tutmak, ince bir nizamla çalıştırmak ağır gelmediği gibi, Kendisini inkar edenlere böyle bir celal tecellisi ile, ufak bir dokunma ile sarsmak da ağır gelmez. Böylece unutanlara şu gerçeği hatırlatmak ister: Bu kainat benim mülkümdür. Onu Ben yarattığım gibi, orada dilediğim şeyi yapmak da Benim hakkımdır. Muvakkaten imtihan için size tahsis etmem, sizi aldatmasın.

5. Öyle ise insan, hayat programını ebedî hayata göre yapmalıdır. Dünya hayatının sonunda elbette kıyamet kopacak, o müthiş zelzele ile dünya darmadağın olacak, daha sonra insanlar kabirlerinden kalkacak, ebedî âhiret hayatı başlayacaktır. İnsanı ister istemez bekleyen bu dehşetli zelzelenin küçük numunelerini arada bir göstererek onları uyarmak, ebedî hayata göre hazırlanmalarını temin etmek, hikmetin gereğidir. Böylece insanlar takva dairesine girerler. Yani Allah’a karşı gelmekten sakınıp, kendilerine dünya ve ahirette zarar verecek şeylerden korunurlar.

6. Allah Teala gökleri ve yeri hak ve hikmetle, gerçek bir maksatla yaratmıştır. Bu hayattan asıl hedef, asıl netice, hiç sonu gelmeyecek olan ahiret hayatıdır. Ebedî hayat öyle bir hayattır ki, bir kuş olsa ve ortalama bir ömür süresinde bir buğday tanesi alsa, yüksekliği gök kadar olan bir silodaki buğdaylar biter de yine o hayat bitmez. Ahiretin ebedîliğinin yanında, bu dünyanın ömrü, hele tek insanın şahsî ömrü, hiç mesabesindedir.

İnsana layık olan hayat anlayışı, kendisini bu dünyanın dar çerçevesine hapsetmez. İslâm, insanları dünyanın darlığından, ahiretin genişliğine çıkarmak için gelmiştir. Ahirette verecekleri hesap olmadığını zan ve iddia edenler, kendilerine gelmelidirler. Bu dünyada zahiren zalim, zulmü ile gitmekte, çoğu zaman mazlum hakkını alamamaktadır. Öyleyse elbette ilahî adaletin tam tecelli edeceği bir âlem olacaktır.

7. Deprem Allah’ın kaza ve kaderi ile olmaktadır. Bu kaderden kaçınmak mümkün değildir. ½u hâlde insana düşen, kadere teslim olmaktır. Allah hakkında iyi zan beslemektir. Bu musibetin arkasından zuhur edecek hayırları ve güzellikleri beklemektir. Zaten insan bu hüsn-ü zannı göstermese de kader hükmünü icra edecektir. En iyisi, bu hususta Hz. Ali’nin (ra) nasihatını tutmaktır: Sen Allah’ın takdirine razı olursan, kader hükmünü icra eder, sen de me’cûr olursun. (Sevap ve ecir kazanırsın) Ama sen Allah’ın takdirine razı olmazsan, kader yine hükmünü icra eder, sen de me’ zur (günahkâr) olursun.

8.
Musibet cinayetin neticesi ama mükâfatın mukaddimesidir. Hele böyle umumi musibetleri celbeden sebep, ekseriyetin hatasıdır. Toplumun ekserisi işlenen cinayetlere fiilen veya iltizamen veya iltihaken katılırsa (yani onları uygular ya da taraftar olup mahzur görmezse) hükmen o cinayetleri işlemiş sayılır. Böylece umumi musibete sebebiyet verir.

Bir musibet gelince mümin olmayanların yanında, müminler de azaba maruz kalır. Zira dünya imtihan meydanıdır. İmtihan, gerçeklerin saklı tutulup insanların iman, iyi niyet ve gayretlerini harekete geçirmeyi, böylece insanı geliştirmeyi hedefler. Ta ki Ebu Bekirler (ra) ile Ebu Cehiller birbirinden ayrılsınlar. Eğer masumlar, böyle musibetlerde sağlam kalsalardı bu gaye gerçekleşmezdi. Ama zahiren onları imha etmenin arkasında, Allah’ın onlara rahmet tecellileri vardır. Allah onların fani mallarını, hayır ve hasenata harcanan paralar hâline getirir. Fani hayatlarına bedel hükmî şehitlik gibi ebedî bir mevki vermekle, dünyalara değişilmeyecek pek büyük bir kâr verir.

9. Depremler insanların maruz kaldıkları, beklenebilen felaketlerdendir. Dolayısıyla insanlar akıl ve tecrübelerini kullanarak, bilimsel ve teknolojik birikimlerini seferber ederek muhtemel depremlere karşı tedbir almalı, zararı asgariye indirmeye çalışmalıdırlar. Bu, kader inancına aykırı olmayıp bilakis Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in (sas) teşvik ettiği bir tutumdur.

10. Deprem, manevî bünyemizdeki depremleri hatırlatmalı, onların maddî depremlerden daha şiddetli olduğunu düşündürmelidir. Dini inkar, fısk-u fücur, haram helal ayırmamak, zulüm, haksızlık, fuhuş, rüşvet, sahtekarlık, sarhoşluk, kumarbazlık, hilekarlık, yalancılık gibi bozuklukların yayılması insanlığın toplum hayatını sarsmakta maddî depremden geri kalmaz.

11. Musibetlere maruz kalınca, o musibetleri görevlendiren İlahî Kudret ve Rahmet’e iltica edip yalvarmamız gerekir. Kulluğa yaraşan, aczini anlayıp yine Allah’tan başka hâmi ve melcenin olmadığını itiraf ederek, rahmet-i İlahiyeyi celbetmeye çalışmaktır. Allah kalbleri katılaşıp, asıl vazifelerini unutanları Kendi kapısına şöylece çağırır:

"Senden önce de bir takım ümmetlere resuller gönderdik. Dinlemediler. Hakk’a dönüş yapsın, suçlarının affı için niyaz etsinler diye onları çetin bir yoksulluk, hastalık ve sıkıntılarla cezalandırdık.

Bari, kendilerine şiddetimiz geldiği vakit yalvarsaydılar, tevbe etseydiler! Fakat heyhat! Onların kalbleri kaskatı olmuş, şeytan da yapmakta oldukları masiyetleri kendilerine cazip göstermişti." (6, En’am, 42-43).



Prof. Dr. Suat Yıldırım