- Bir lokma bir hırka mı?

Adsense kodları


Bir lokma bir hırka mı?

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ehlidunya
Fri 24 August 2012, 02:43 pm GMT +0200
     

Süleyman Sargın
   
Bir lokma bir hırka mı?


İsraf ve iktisat yazılarından sonra bazı okuyucularımızdan "Bir lokma, bir hırkayı mı tavsiye ediyorsunuz?" mealinde sorular geldi. Tabii ki kastettiğimiz o değildi. Maneviyat büyüklerimizden öğrendiğimize göre esas olan, dünyayı kalben terk etmektir, kesben değil. Bu açıdan, bir mü'min, tam bir ehl-i dünya gibi çalışıp kazanabilir ve Karun kadar zengin olabilir. Bunda hiçbir mahzur yoktur, hatta teşvik de edilir. Çünkü o, gerektiğinde elinde-avucunda ne varsa, hepsini Allah'ın rızası istikametinde infak edebilecek yiğitliğe sahiptir.

İşte, malî imkânları geniş olan ve helalinden kazanan böyle zengin kimselerin müreffeh yaşamalarına da bir şey denilemez. Dinin helal kıldığı çerçevede yeme-içme, giyinme, rahat etme caizdir. Cenâb-ı Hakk'ın lütfettiği nimetlerden meşru dairede faydalanma, cismaniyet ve maddî hayat itibarıyla onları kullanma kula verilmiş bir haktır. Mevlâ-yı Müteâl, nelerden istifade etmeyi mubah kılmışsa, onlardan yararlanma kulun hakkıdır; bir kul, bu hakkı ister şahsı adına isterse de gelecek nesiller hesabına kullanabilir; bu onun imandaki derinliğine ve himmet ufkuna bağlıdır.

Ancak insan bazı alışkanlıklar edinince, o yolla bir kısım sû-i istîmallere de kapı aralayabilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde "mütrefîn" diye bir zümreden bahsedilir. Bunlar yeme-içme, giyim-kuşam ve yatıp-kalkma gibi hususlarda aşırı aristokrat davranan insanlardır. Allah Teâlâ, bir beldeyi helak etmek murad buyurduğunda, o beldenin kaderine mütrefîni hâkim kılar. Neticede, yemeyi-içmeyi ve dünyadan kâm almayı gâye-i hayal haline getirmiş bu insanlar, İlâhî azaba davetiye çıkarır ve bütün beldenin felaketine sebebiyet verirler. Bu açıdan, mütevazı ve sade bir hayat tarzıyla iktifa edip sonra da Allah'ın ihsanlarını yine O'nun rızasını kazanma istikametinde değerlendirmek inanan zenginler için de önemli bir esas olmalıdır. Çünkü israf bizâtihî çirkindir; dolayısıyla, fakir ya da zengin her mü'min, helallerden ve mubahlardan istifade ederken bile aşırıya kaçmamalıdır. Hatta tehlike sath-ı mâilinde dolaşıyor olma endişesiyle temkinli davranmalıdır.

Rehber-i Ekmel (aleyhi ekmelüttehâyâ) ve Ashab-ı Kiram efendilerimiz, özellikle belli bir dönemden sonra, her türlü ferah-feza yaşama imkânına sahip olmalarına rağmen, mütevazı ve zâhidâne bir hayatı tercih ettiler. Buradaki her nimetin hesabının ötede sorulacağı inancıyla hep dünya-ahiret muvazenesini gözeterek yaşadılar. Allah'ın helâlinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulundular. Sonra bu mallara terettüp eden bütün hakları yerine getirdiler. Bunu yaparken de İslâm'ı yüceltme ve insanlara faydalı olmanın dışında bir düşünceye girmediler.

Hz. Ebû Bekir Efendimiz (radıyallahu anh) bu konuda çok güzel bir misaldir. Halifeliği döneminde kendisine bir bardak soğuk su ikram edilir. Sıddîk-ı Ekber, birkaç yudum içip iftar eder ve ardından gözlerinden damla damla yaş dökülmeye başlar. Dostları "Seni bu derece ağlatan nedir?" diye sorarlar. Der ki: Bir gün Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) önündeki bir şeyi eliyle iter gibi yaptı ve "Benden uzak dur, benden uzak dur!" dedi. Ben de, "Ya Resûlallah! Birini uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz ama ben kimseyi göremiyorum?" dedim. Buyurdular ki: "Dünya, içindeki bütün debdebesiyle karşımda temessül etti ve bana kendisini kabul ettirmek istedi; ben de ona 'Benden uzak dur!' dedim. Bunun üzerine o, çekip giderken, 'Vallahi sen benden kurtulsan da, senden sonrakiler elimden kurtulamayacaklar. Kendimi sana kabul ettiremedim ama sonrakiler peşimden koşacaklar' dedi." İşte, bu bir bardak soğuk su ile dünya bana kendini kabul ettirmiş olur mu diye endişe ettim ve onun için ağladım.

Allah Resûlü ve Hazreti Ebu Bekir gibi has dairedeki bir kısım arkadaşları, maddî hayat itibarıyla en fakirâne yaşayan insanlardı. Hem de onlar bu hale kendi istekleriyle razı oluyorlardı. Şayet isteselerdi, herkesten daha müreffeh yaşayabilirlerdi. Zira Resûl-ü Ekrem Efendimiz sadece kendisine verilen hediyeleri dağıtmayıp yanında bıraksaydı, o günün maddeten en zenginlerinden biri olabilirdi. Ama O öyle yapmayı hiç düşünmedi. Ümmetini helâlinden kazanıp zengin olmaya teşvik ettiği halde kendisi hem kıyamete kadar gelecek olan bütün irşad erlerine örnek olmak hem de ahiret meyvelerini ötelere bırakmak için fakirliği ve zahidâne bir hayatı tercih etti.

Sözün özü; kalbine hâkim kılmamak şartıyla zengin olmak tavsiye edilmiştir. "Kuvvetli mü'min, zayıf mü'minden daha hayırlı ve Allah'a daha sevimlidir." hadisinin manalarından biri de budur. Ancak burjuvazi oluşturmaya müsait bir hayat tarzı bizi Kur'an'ın hoşlanmadığı "mütrefîn" sınıfına dâhil edebilir. Allah'ın nimetlerinden istifade etmeli, ama israfa ve tebzîre asla kapı açmamalıyız.