- Akl-ı selim ve tefekkür

Adsense kodları


Akl-ı selim ve tefekkür

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ehlidunya
Thu 4 October 2012, 01:09 pm GMT +0200
   

Ahmet Selim
   
Akl-ı selim ve tefekkür (3)


İnsan önce, ne kadar gelişirse gelişsin, kendi yeteneklerinin ve özelliklerinin sınırlı olduğunu kabullenmeli, bu durumun şu hayattaki varlığımızın bir sonucu, bir zarureti olduğunu idrak etmeli. Görmemizin, duymamızın bir sınırı var. Her şeyi görürsek her sesi duyarsak yaşayamayız, hayatiyet dengemizi koruyamayız.

Bunu anlamak kolay ve basit. Güm güm diye kalp atışlarımızı duysak, havadaki mikropları cisimcikleri yahut uzayın ötelerini görsek, bu hayat yaşanır mı? Bilgi ve düşüncede de böyledir, çok şeyleri bilirsin ve düşünürsün ama, bilemeyeceklerin ve düşünemeyeceklerin hep var olacak. Çünkü akıl da sınırlı. Sınırlı olmak zorunda. Fakat biz bunu şeklen kabullensek de aslen kabullenemiyoruz. Kabullenmek şuur ister, o şuura varamıyoruz. "Dinde aşırı gitmemiz" konusunda uyarıcı bir sahih hadis-i şerif var. Aklımızı bunun üzerinde biraz çalıştırırsak "itidal" hakikatinin önemini kavrayabiliriz. Aşırılık inhiraftır; itidal ise tarik-i müstakim. Unutmayalım: bir şey ki haddini aşar, zıddına münkalib olur. Aşkta bile itidal lazım, fart-ı muhabbet mezmumdur.

1970'li yıllarda hem bir gazetede günlük yazıyordum, hem de o gazeteye bağlı olan bir dergide bazen dinî konularda makaleler yazıyordum, bunu yazmam da çok isteniyordu. Mesela hadis, tasavvuf, siyer hakkında... Bir gün yayınların sahibi olan dostuma dedim ki "Dinî ilimlerle ilgili yazı yazmak günlerimi alıyor ve ayrı bir âlemde yaşıyor gibi oluyorum. Ayrı bir kesafet istiyor. Sık yazarsam hem çok yoruluyorum, hem de aktüaliteden kopuyorum. Bu defa gazete yazılarımda aksama sıkıntıları doğuyor." Öyle bir derin meşguliyet sırasında canım yemek içmek bile istemiyor... Evdekiler zorla peynir ekmek çay getirirlerdi! Uyumaya çalışırken de zihnim oradaydı. O konular bazı özel hallerin içinde yaşamadan, özel kesafetin içine girmeden yazılmaz ki. Güzel oldu, ama sen bana sor nasıl güzel olduğunu. Sonradan normale dönmek için günler gerekiyor.

1983 yılında günlük yazdığım gazete, yayınına ara vermişti. Aklıma bir meal çalışması yapmak geldi, nasılsa vaktim vardı. Bence meallerdeki sıkıntı Türkçe sıkıntısıydı, Arapça değil. Hasan Basri Çantay bile bir yerde "Aziz" yerine "sarp" kelimesini kullanmıştı ki hiç uygun değildi. Ömer Nasuhi'nin meal kısmı "Lafza sadakat" bakımından eşsizdir; fakat Türkçe açısından yeterli değildi. Gölpınarlı'da dil akışı çok güzeldir, bazı öztürkçe karşılıklar çok sırıtır, vs. Niyetim şuydu: Bir cüz'ün mealini yazacaktım ve Mehmet Emre Hoca'ya verip diyecektim ki: "Hocam, beğeniyorsanız sizin adınızla neşredilsin. Ben hoca olmadığım için yadırganır. Bence hiçbir sakıncası yok, siz yazmış görünün. Kimseye de söylemem." Bir cüz'ü 8 ayda, gece gündüz çalışarak bitirdim. Ne kadar yorulduğumu anlatamam. Manevî kesafet hali içindeki itidal gayret ve sorumluluğu derinden yoruyor. Güvendiğim bir hoca arkadaşım "meal" fikrine karşı olması sebebiyle niyetimi onaylamadığı için vazgeçtim. O cüz hâlâ durur. Bana göre yoğun dinî meşguliyetler aralıksız olamaz. İtidali burada da korumak lâzım. Yoğunluğu azaltacaksınız, ara vereceksiniz, hayatın fıtrî akışı bozulmayacak. Tasavvufta da böyledir; cezbe tatlıdır diye dalıp gitmeyeceksiniz, sahv'a döneceksiniz, temkine geleceksiniz. İpin ucunu kaçırırsanız mâzur olursunuz ama makbul olmazsınız. Akl-ı selimin itidal metodundan ayrılmayacaksınız. Tevhidî hikmet bunu uygun bulmaz. İslâm'ın bütünlüğünden hayatın bütünlüğüne geçemezsiniz, "hakikatin bütünlüğü" şuuru doğamaz.

Basit bir örnek vereyim: Açlık zordur değil mi? Bir noktadan sonra nefs bundan da haz almaya başlar ve kolaylaşır! Makbul ve zor olan, yeteri kadar yemek itidalidir. Bir cerrahın cerrahlıktan, bir fizikçinin fizikten, bir felsefecinin felsefeden başka hiçbir şeyle ilgilenmemesi nasıl doğru değilse; güneşe dimdik bakma tarzındaki iddialı ve sürekli dini düşünce yoğunlaşmaları da doğru değildir ve bizatihi İslâm'a aykırıdır. Çünkü itidalini ve gerekli idrak vüs'atini koruyamaz; ifrat-tefrit salınımları başlar. Peygamberimiz'in (sas) bile "konuş ya Aişe" deme ihtiyacını hissettiği zamanlar olmuş. Şeyh Sadi, "Kimse Rasulullah'tan daha fazla Müslüman olmaya kalkmamalıdır!" diyor. Birçok negatif ihtilafların kökünde bu itidalsizliğin var olduğunu görmeliyiz.