- 31 Mart Vakası

Adsense kodları


31 Mart Vakası

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
selsebil
Sat 31 October 2009, 05:37 pm GMT +0200
31 MART

 


Milâdî 1909 yılının 31 Mart (Rumî 1325-13 Nisan) Salı sabahı İstanbul, uzak ve yakın bütün semtlerini dehşete boğan tüfek sesleriyle yatağından fırladı. Zaten tarihî şehir, tabiîlik dışı bir hayat sürdüğünün, yaprak kımıldamaz bir havada zelzele bekler gibi bir hâl içinde olduğunun farkındadır.


Taksim’den Fındıklı ve Tünel istikametinde ikiye ayrılan, bir kısmı Beşiktaş’a sapan, sonra geriye dönen ve bu iki hat üzerinde sokak sokak yelpaze gibi bölünüp Ayasofya meydanında toplanmaya doğru ilerliyen kollar, İstanbul’un mahmur semalarını kurşunlariyle delik deşik etmektedir.

Bunlar, bir gece baskmı şeklinde sabaha karşı İstanbul üzerine çullanmış bir eşkiya sürüsü değil, hakiki asker… İttihadçıların «Meşrutiyet Muhafızları» ismiyle ve bir inzibat vesilesiyle Rumeli’den getirip Taksim’de Taş-kışla’ya yerleştirdikleri avcı taburları…Zabitlerini iplerle bağlayıp kışlada hapsetmişler, silâh depolarını yağmalamışlar ve içlerindeki bütün tüfek ve mermileri ele geçirmişlerdir.

Önlerine çıkabilene; ne yapmak istediklerini, hareketlerinin neye varacağını düşünüp düşünmediklerini sorabilene aşk olsun!..

Yığın psikolojisine göre, şahlanınca ateş ve çığdan daha lâf anlamaz hâle gelen bir güruh, bütün inzibat bağlarını kırmış, eline vatan müdafaası için verilen silâhı «Şeriat» gibi mukaddes bir kelimenin maskesi altında nefsaniyet âleti olarak kullanmaya kalkışmıştır.

«Sultan Hamid» piyesinde gösterdiğim gibi onlara sorunuz ve her sualinize aynı klişe cevabı alacağınızdan emin olunuz:

— Ne istiyorsunuz?

— Şeriat istiyoruz!

— Şeriatten ne anlıyorsunuz?

— Şeriat istiyoruz!

— Şeriati kimler ve nasıl bozdu ki, şeriat istiyorsunuz?

— Şeriat istiyoruz!

— Şeriati tam yerine getirecek ve bütün dünyada ör-nekleştirecek insanlar olarak kimleri görüyorsunuz ki, şeriat istiyorsunuz?

— Şeriat istiyoruz!

— Şeriati geliştirmenin ilmine, irfanına, zekâsına, siyasetine, iç murakabesine, dış muhasebesine malik misiniz ki şeriat istiyorsunuz?

— Şeriat istiyoruz!

Heyhat! Bu türlü şeriat isteği, onun bütün kâinatı kuşatıcı ve ferdî-içtimaî sonsuz saadeti tekeffül edici hikmetlerine yabancı olmak bakımından hiç istememeye nis­petle daha zararlıdır; ve zaten yahudi, dönme, mason tahriklerinden ibaret bu hareket, o mukaddes nizamı, gafil insanlar çerçevesinde karartmak içindir.

Gizli niyet, gafil sürülerin şahsında evvelâ şeriati tepelemek, sonra da o vesileyle, biricik şeriat bağlısı ve koruyucusu Abdülhamid’i devirmek.

Meşrutiyeti ilân ettikten ve Mebusan Meclisini açtıktan sonra memleket meselelerini milli iradeye ve hakkını Allah’a havale etmiş bir Halife ve Padişah sıfatiyle sessiz ve hereketsiz, sarayında oturan ikinci Abdülhamid Han’ın seyrettiği manzara:

Vatan bir ânda yahudi havrasına dönmüş ve «her kafadan bir ses» ifadesiyle (kakofoni)lerin en çıldırtıcısı hüküm sürmeye başlamıştır. Ortada hürriyet isimli, ne olduğu belirsiz; kiminin cemad sandığı, putlaştırılmış bir lâftan başka hiçbir mevcut kalmamıştır. Mutlakiyet günlerinde sansüre tabi tutulduğu, yâni kuduz dişlerine ağız-lıklı tasma geçirildiği için zulme uğramış farzedilen matbuat, şimdi başmuharrirlerinin köprü üstlerinde kurşunlanması suretiyle kuduz köpek muamelesi görmeye başla­mıştır. Aynı matbuatın İttihad ve Terakki finoları, serseri koğuşlarında bile duyulmamış küfürlerle Padişaha ulumakta ve Ulu Hakan bu alçaklıkları, sessiz sessiz sarayında takip etmektedir.

Siyaset orduyu kemirmekte, Balkan Yarımadasındaki Türk ülkesini kuşatan dünkü tebea devletçikler, artık ev sahibini talan etme gününün geldiğini anlayıp hazırlanmakta, içerideki ekalliyetler de yüzsüzlük ve azgınlığın her türlüsüne baş vurmakta, koca Anavatan, masum ve mahzun Anadolu ise başsız ve rehbersiz, bu hâle gafil bir hayret ve dehşetle bakmakta ve imparatorluk her taraftan çatırdamakta, kendi kendisine yarılmakta, kopmakta, dökülmektedir.

Bu vaziyette Abdülhamid’in zaten başta yapması gerektiği gibi «Şeriat» bahsini etmeksizin, derhal ordularını harekete geçirip, hak adına, halk iradesi dolandırıcılığını ortadan kaldırması ve yine hak adına eski hâkimiyetini iade etmesi icap ederdi.Ne mümkün!.. Kendisine mutlaka bir suç aranması lazımsa, taşıdığı «Kızıl Sultan» damgasına rağmen yalnız hastalık çapında merhameti gösterilebilecek olan ikinci

Abdülhamid Hân bu mevzuda kararını çoktan vermiş ve kendisine hamle ve hareket telkin edenlere şöyle demişti:

«— Benim yüzümden tek damla müslüman kanı akıtılmasına razı değilim! İlâhî kader ne ise o tecelli eder.»

Makedonya’nın netameli rüzgârıyle İstanbul üzerine sevkedilen ve «Padişahı kurtaracağız!» yalaniyle yola çıkarılan sürüleri yalnız önlerine çıkmak ve Hassa Ordusunun birkaç birliğine havale etmek durdurmaya yeterken, Abdülhamid kendisi için bir kahve emretmekten daha basit bu tedbiri kabul etmemiş ve kan akıtamadığı için, vatanı ileride kana boğacaklara boyun eğmişti.

Hâdise dokunduğumuz gibi, aslında şeni bir istismara vesile edilmek üzere ve hakikati ters-yüz etme yoliyle, suçlu göstermek istedikleri din dâvasına vurulan ilk darbedir; ve her noktasiyle sahtekârca tertiplenmiş bir İttihad ve Terakki oyunudur.

Şöyle ki:1 — Hâdiseyle, gerçek din temsilcilerinin hiçbir alâkası yoktur.

2 — «Şeriat isteriz!» diye güya ayaklanan yığınlar, şeriatın ruh ve gayesi üzerinde en küçük bir bilgi ve anlayış sahibi değildir.

3 — Gaye yahudiler, dönmeler ve masonlarca, din inceliklerine en uzak insanları kışkırtarak, taşıdıkları veya taşımak iddiasında bulundukları mukaddes şeriat kaynağını toy ve mukallit komitecilere çiğnetmektir.

4 — Ve nihayet, tertibi Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Hân’a bağlayarak, tacında Tevhid Kelimesi pırıldayan büyük hükümdarı topyekûn tasfiye etmek…

5 — Abdülhamid başlangıçta kendisini hayret ve dehşete boğacak kadar (sürpriz) tesiriyle karşıladığı ve teskini için elinden geleni yaptığı hâdiseyi tam gelişme ânından istismar etmek ve başsız askerleri bir ânda teşkilâtlandırıp Hassa birlikleriyle desteklemek ve başlarına geçmek imkânı apaçık ortada dururken bunu yapmamış ve tevekküllerin en masumu içinde sonuna kadar hareketsiz kalmıştır. Hâdise onun eseri olsaydı «armut piş, ağzıma düş!» hâline gelen eser, meyvesini vermez miydi?

6— Âlemde, 31 Mart Vak’ası kadar, (mizansenlerin en budalası hâlinde tertip edilmişken, ithamların en gülüncü şeklinde Abdülhamid’e mal edilmek istenmiş ve yeni nesillere yutturulmuş abes şaheseri bir misal gösterilemez.

Tarihçi İsmail Hami Danişmend, Sadrâzam Tevfik Paşa’nın ilmî ve hususî vesikalarından meydana getirdiği «31 Mart Vak’ası» adlı eserinde Abdülhamîd’e ait masumiyeti izah ve 9 madde içinde ispat ederken, bizim şahsen malik bulunduğumuz en büyük vesikadan mahrumdur.. Bu vesika, (pozitif) hendese ispatları gibi 31 Mart komedyasının Abdülhamîd tarafından yapılmadığını değil de, kimlerce ve ne türlü körüklendiğini, itirafa dayalı tam bir hüccet hâlinde gösterir.

Yahudi, dönme ve mason telkinleriyle hâdiseyi tertipleyen İttihatçılar, bu mevzuda başlıca iki kişiyi kullanmışlardır: Malûm ve meşhur beden terbiyecisi Selim Sırrı ile filozof Rıza Tevfik…

Bakın nasıl?Birinci hapsim 1947 yılında Büyük Doğu’da neşrettiğim, Rıza Tevfik’in «Abdülhamîd’in Ruhaniyetinden İstimdat» isimli şiiri yüzündendir. Ondan sonra Fransızca bir ansiklopedinin hakkımda kaydettiği gibi «Üniversitelerimi geçen zindan hayatıma» başlangıç teşkil ve 20 küsur gün devam edici bu ilk hapse, bu şiiri yayınladığım için «Türk milletine hakaret» isnadiyle atılmıştım.

Önce, itham yerlerini noktalayarak şiiri bir kısmiyle göz önüne serelim:

Nerdesin şevketli Abdülhamîd Hân?

Feryadım varır mı bârigâhma?

Ölüm uykusundan bir lâhza uyan!

………………………….bak günahına!

Tarihler adını andığı zaman,

Sana hak verecek ey koca sultan!

Bizdik utanmadan iftira atan

Asrın en siyasî Padişahına!

Divâne sen değil, meğer bizmişiz,

Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz.

Sade deli değil, edepsizmişiz,

Tükürdük atalar kıblegâhına!

Milliyet dâvası fıska büründü,

Rida-yı diyanet yerde süründü.

Türkün ruhu zorla âsi göründü,

Hem Peygamberine, hem Allahına.

Sonra cinsi buruk, ahlâki fena,

Bir sürü türedi, girdi meydana

Nerden çıktı bunca veled-i zina?

Yuh olsun onların ham ervahına!

İşte, ilk zamanlarda, İttihat ve Terakkinin dolaplarına kapılıp ona var gücüyle yardım eden, sonra her şeyi gören ve anlayan ve zıt istikamete dönen Rıza Tevfik, bu şiiriyle, ihtiyarlığında çektiği vicdan azabını dile getirmek ulviyetini göstermiş ve Abdülhamîd’in büyüklüğü mevzuunda dâvamıza en büyük vesikayı hazırlamış bulu­nuyordu.

Hayal ve kâbus âleminde bile Türk milletine hakaretle en küçük alâkası düşünülemeyecek olan bu şiirin hangi gayeyle yazıldığını tahkik etmek için Avukatım Abdurrahman Şeref Lâç, mahkeme kararıyle, o sırada hastahânede bulunan Rıza Tevfik’i hâkim refakatinde suale çekmeye gitmiş ve büyük bir heyecan içinde yatağın­dan doğrulan hasta adamdan resmen şu ifadeyi almıştı:

« — Ben bu şiiri, Türk milletine hakaret kasdiyle değil, tamamiyle aksi olarak, Türk milletini ölüme götüren bir zümreyi teşhir ve Abdülhamîd Hân’a edilen iftiraları tesbit gayesiyle yazdım. 31 Mart vak’asını tertiplediği isnadı altında tahtından al aşağı edilen büyük Hükümdar, bu isnatla, sade iftiraların değil, tertiplerin de en hainine hedef tutulmuştur. 31 Mart’ı tertipleyen ittihatçılar ve bu işe memur edilenler ara­sında bizzat ben varım! 31 Mart’ı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı (Tarçan) ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulağını kabartsın!»

Bir aralık mebus ve gazeteci, Avukat Abdurrahman Şeref Lâç ile refakatindeki hâkim ve mahkeme kâtibi sağ olduklarına göre, hâdisenin içyüzünü, en çarpıcı vesika hâlinde takdim ederim.

Bu kıymet hükümlerinden sonra, bıraktığımız yerden alarak 31 Mart vak’asının hikâyesine devam edelim:

İsmail Hami Danişmend’in eserinden, vak’anın cereyan şekline ait nakil:«31 Mart; yâni 13 Nisan Salı sabahından, 24 Nisan Cumartesi sabahı Selanik’ten gelen Hareket Ordusu İstanbul’a girinceye kadar 11 gün süren bu meşhur irtica vak’asında en mühim hareket, birinci günü ilk kurşunlar havaya sıkıldıktan sonra Ayasosya mey­danındaki Meclis binasına yürüyen âsilerin: — Şeriat isteriz!

Nâralarıyle başlamış, bâzı sarıklı mebuslar aşağıya inip nasihat etmek istemişlerse de hiçbir tesiri olmamış, âsiler yalnız Şeriat değil, daha başka şeyler de istemiş, Sadrâzam Hüseyin Hilmi Paşa ile Meclis-i Mebûsan Reisi Ahmed Rıza Beyin istifalarıyle ittihad-çıların nefyi ve alaylı zabitlerin vazifelerine iadeleri de istenilmiş, mütemadiyen atılan kurşunlar bâzı kazalara sebep olmuş ve nihayet o sırada Meclis’e gelen Adliye Nâzın Nazım Paşa yanlışlıkla Ahmed Rıza Bey zannedilerek kalbinden vurulup öldürülmüş ve Lâzıkkıyye Mebusu Mehmet Şefik Arslan da yine öyle bir yanlışlığa kurban gitmiştir. Bu 11 günlük irtica devrinin en mühim vak’alarından biri de, Yıldız Sarayını topa tutmak isteğinden bahsedilen (Asâr-ı Tevfîk) süvarisi Ali Kabûlî Bey’in kendi gemisindeki bahriyeliler tarafından Yıldız’a götürülüp öldürülmesinde gösterilir: Asiler Sultan Hamîd’in pencereye gelmesini istemişler ve Kabûlî Kaptanı, onun muhalefetine rağmen gözünün önünde öldürmüşlerdi. Sokaklarda ve köprü üstünde bâzı genç zabitlerin de «mektepli» oldukları için öldürüldüklerinden bahsedilirse de sayısı belli değildir. Bu badirede (Tanin) ve (Şûrâ-i Ümmet) gibi bâzı gazetelerin idarehaneleri de tahrip ve yağma edilmiştir.

Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa, vak’anın çıktığı gün saraya gidip istifa ettikten sonra bir dostunun evinde saklanmış ve ertesi gün bitaraflığından dolayı herkesin itimâdını kazanmış olan Hâriciye Nâzın Tevfik Paşa yeni kabineyi teşkile me’mur olmuştur. Askerin istemediği Meclis-i Meb’usan Reisi Ahmed Rızâ Bey’le birçok ittihatçı mebuslar da saklanmışlardır.

Sultan Hamid’in vak’a esnasındaki vaziyeti çok dürüsttür. Zuhurunda hiçbir dahli ve tesiri olmayan irtica hereketlerinin kendi lehindeki seyrinden istifâdeyi bile aklından geçirmemiş olduğunu isbât edecek resmi bir vesika vardır. Âsiler meşrutiyetin aleyhinde bulundukları ve hattâ meşhur Derviş Vahdeti (Volkan) gazetesinde Meclisin kapatılmasını istediği halde, Sultan Hamid yeni Sadrâzam Paşa’ya hitâb eden Sadâret Hatt-ı Hümâyûnunda «Kanun-u Esasinin muhafazası ile asayişin idâmesi» lüzumundan bahsetmiş, ihtilâlin ilk günü Mâbeyn Başkâtibi Cevad Bey’i âsilere göndererek istedikleri Şeriat’e daima olduğu gibi riayet edileceğini ve isyandan vazgeçtikleri takdirde haklarında aff-ı umumî ilân edeceğini bildirmiş, bu hâl işin biraz yatışmasına sebep olmuşsa da tahrikçilerin tesiriyle âsiler ertesi gün tekrar azgınlığa başlamış ve nihayet asker üzerindeki nüfuzundan dolayı yeni kabinede Harbiye Nezâretine tâyin edilen Tesalya kahramanı müşir Gazi Edhem Paşa da Pâdişâh nâmına âsi askerlere gidip, bir kere daha teskine çalışmıştır. Kendi sarayını muhafaza eden İkinci Fırka efradı bile âsilere tarafdar olduğu için, Sultan Hamid’in nasihatten fazla bir şey yapması ve meselâ askeri bir tenkil hareketine kalkışması maddeten imkansızdır.»

Hâdise üzerine Hünkara çekilen şu edepsiz telgrafa bakın:

«Pâdişâh! İftihar ediniz! Bir irtica mel’anetiyle binâ-i meşrutiyyet hedm ve hükümet-i müstebide ikâme edildi. Umum bir milletin hukukunu muhafaza etmek vazifeden iken bu irtica kemâl-i maharetle tatbik olundu. Mülevves bir İstanbul halkının âmâ-i mel’ûnânelerine tebean otuz milyon kuvvetinde bir millet-i muazzamanın eyâdî-i kahriyyeye geçirilmesi istenildi. Fakat heyhat! O cehennemlikler için buna muvaffakiyet değil, mezâr-ı adem nasib olacaktır.

Bundan evvel size Hilmi Paşa kabinesinin mevki-i iktidara getirilmesi hakkındaki lüzum ve vücûbu müş‘ir çekilen telgrafnâmeye muayyen olan müddet dâhilinde cevap vermediğiniz için işte bütün millet ve ordu İstanbul’a yürüyor. Bakınız, bu kudret-i kahhâra mâlik olan millet nasıl istihsâl-i matlab edermiş! Milletin kudreti ve ordunun satveti, Tevfikat-ı Samedâniyyeye bizleri mazhar edip, ikaa eden alçakları derhal darağacına çektirsin! Bundan başka hiç bir türlü icraatın bizi müsterih edemeyeceğini ve milletin bu suretle intikamının alındığına dair bugün saat onikiye kadar cevap gelmediği taktirde başta ordumuz kumandanı olduğu halde bütün ordu ve milletle yarın İstanbul üzerine yürüneceği suret-i kat’iyyede bilinsin! İşte artık bizim için ölmek var,dönmek yok tur!» Osmanlı İttihad ve Terakki Cem’iyeti Merkez-i Umumîsi Bu edepsiz telgraf, bizzat hâdise mürettiplerinin suçu Ulu Hakan’a nisbet etmelerindeki şenaat ve doğrudan Şeriatı yıkmak emelleri bakımından hayâsızlık ve namussuzlukta eşsizdir.

Bin kere tekrarlasak da yeri olduğu gibi, suçu, Şeriat bağlılarına atarak onların şahıslarında bu bağlılığı tepelemek, arkasından da Abdülhamîd’i bütün bütün tasfiye etmek plânından ibaret 31 Mart vak’asını, şüphesiz ki, İttihatçılara fırsat verici bazı hâdiseler beslemekte ve geliştirmekteydi. Bunlar arasında bazı alaylı zabitlerin ordu­dan çıkarılmaları, medrese talebelerinin askere alınmaları, ilericilik taslağı bazı subayların, askere:

« — Hocalarla kat’iyyen görüşmeyeceksiniz! Askerlikte diyanet meselesi aranmaz ve Allah’tan başka kimse tanınmaz! Halk, ittihat ve Terakki Cemiyetinin elindedir!»

Tarzındaki telkinleri (31 Mart Hâdisesi - S. 22 - İsmail Hami Danişmend), kısa zamanda halkta meydana gelen hayal sukutları ve inkisarlar, İttihatçıları dinsiz ve mason kuklası kabul edici halk kanaati, bu arada bazı yayınlar ve bilhassa Derviş Vahdeti isimli basit ve dâvayı temsil etmekten âciz bir şahısça çıkarılan (Volkan) gazetesi ve girişilen hücumlar böyle bir tepkiyi hazırlarken karşı tarafa tepeden inme bir tegallüb fırsatını ilham etmekte rol sahibiydi.

İttihat ve Terakki, kendi eseri, bu plânsız, mihraksız, teşkilâtsız, devlet tarafından desteksiz tepkiyi, ortada mukavemet diye bir şeye imkân bulunmadığını görmekten ve bütün bunları evvelce hesap etmiş olmaktan gelen bir gözükaralıkla ve istismarların en küstahiyle karşılamış; ve eğer Padişah dileseydi birkaç saat içinde Hassa ordusuna tepeleteceği muhakkak bir sürüyü, Selanik’ten yola çıkararak Payitahtı ele geçirmeyi bilmiştir. Yâni, saray bahçesine soktukları birkaç bekçiye kendilerine uzaktan yumruk sıktırmak yoliyle, ittihat ve Terakki komitecileri bahçeye girip, etrafında koskoca muhafız halkasına ve bütün bir halk barikadına rağmen sarayı talan etmek şansına ermişlerdir.Abülhamîd, her işde kendi öz dâvasına engel, düşmanlarına da yardımcı bir ruh haletine sahiptir ki, onun ismi merhamettir.

Ve işte İstanbul kapılarında Hareket Ordusu…

Birkaç komiteci elinde bu şuursuz sürünün İstanbul’a girişini, o sırada Sadrâzam Tevfik Paşanın Berlin’deki oğullarına kâtiplik eden Ali Şevki Beyden daha canlı ve renkli ifade edebilen olmamıştır. Ali Şevki Bey, Tevfik Paşanın oğluna yazdığı uzun mektupta, bilhassa şu kısımlarla tabloyu en mahrem çerçevede çizmektedir:

«Selamlık merasiminden sonra Davutpaşa ve Rami kışlalarının Hareket Ordusu tarafından işgal edilmiş olduğu hakkında heyecanlı bir haber aldık. Bunun sebebi, boş kalan kışlalardaki askerlerin Selâmlık merasimine gitmiş olmalarıydı.Edhem Paşa pür-telaş gelip haberi getirdi. Aradan biraz geçince Padişah alelacele babanı saraya çağırttı. Baban giderken, annenle ikisi arasın-âa müessir bir sahne oldu.Baban annene:

— Ben bu akşam eve dönebileceğimi zannetmiyorum! Eğer ölecek olursam çocuklarıma iyi bak! Dedi. Bu sahnenin, annen Melek Hanımla benden başka şahidi olmadığı hâlde hepimiz matem içindeydik. Yıldız Sarayı ile kışlalara her an bir hücum bekliyorduk.»

Mektup, birkaç paragraf sonra şöyle devam ediyor: «Sabahleyin alaturka saat onbuçuğa doğru Melek Hanım beni çağırmak için koşa koşa aşağı indi. Korkudan titriyor ve şu sözleri güçlükle söylüyordu:

— Harp başladı! Taksim meydanına yerleştirilip Topçu kışlasını hedef ittihaz eden toplarla tüfek seslerinden başka bir şey işitmiyorduk. Kapımızın önündeki cadde askerlerle dolmuştu. Bunlar Selânikten gelmiş olan eski avcı kıt’alarının efradıydı. Kışlalarından kaçmış olan bu askerler bir taarruza uğradıkları takdirde mukabelede bulunmak üzere hazırlanıyorlardı.Sokakta mütemadiyen mavzer kurşunlan yağıyor ve hattâ bizim bahçeye bile düşüyordu.

Annen, şaşılacak bir soğukkanlılıkla bana dedi ki: — Bu top güllelerinin kışlaları yakacakları muhakkaktır ama, içlerinde kaynaşan kehleleri öldürüp ortalığı temizleyecekleri de şüphesizdir!

Sonra pencereleri açıp gramofon çaldığı takdirde sokakları dolduran âsi askerlerin sükûnet bulup bulamayacaklarını sordu. Ben de pek tabiî olarak kendisini o fikirden vazgeçirdim. Kışlalarında teslim olmadıklarına pişman olan âsî askerler affedilmelerini temin edecek bir çâre arıyorlardı. Ben kendilerine bir nutuk irad edip hepsini etrafıma topladıktan sonra bonbardıman edilmekte olan kışlalarına götürmek ve silâhlarını teslim ettirip affolunmalarını temin etmek üzere sokağa çıktım. Fakat konağın arkasındaki camiin önünde bizim ahçıbaşının geçirmiş olduğu Cehennem azabını duyunca o sevdadan vazgeçtim. Halil Ağa, âsilerin muhasara kuvvetlerine teslim olmak istediklerini görünce kendilerine camie girip tüfeklerini teslim alâmeti olarak ka­pının önüne bırakmalarını teklif etmiş, bunun üzerine içlerinden üç nefer silâhlarını zavallının üstüne çevirmiş… Nihayet oraya biriken mahalle halkının ricaları sayesinde adamcağız ölümden kurtulup ahıra sığınmış.

Kurşun sesleri de, bombardıman da ikindiye doğru nihayet buldu. Çünkü artık bütün kışlalar teslim olmuştu. Yalnız Taşkışla akşama kadar mukavemete devam etti. Kurşun sesleri durur durmaz ben yaya olarak sokağa çıktım ve babanı görmek için saraya doğru yürüdüm. Kamilen müsellah asker kaçaklarıyie dolup taşan sokaklarda bâzı hamallarla tulumbacılar da dolaşıyordu. Bütün caddeler harp sahnelerine dönmüştü. Nihayet sağ salim Yıldız’a vâsıl oldum. Üç kapıcı ile iki asker muhafazasındaki saray kapısından geçip babanın Edhem Paşa ve Cevad Bey’le görüşmekte olduğu odaya girdim; koridorlarda ne bir uşak, ne de bir hademe görebildim; hepsi kaçmıştı.

Babanla yanındakiler bana şehirden havadis sordular; görüp işittiklerimi anlattım. Âsi askerlerin sokaklarda silâhlarıyle dolaştıklarını ve can vermeden tüfeklerini vermeyeceklerini söylediğim zaman Edhem Paşa (Harbiye Nâzın) hayretler içinde kaldı. Âsileri teslim olmaya mecbur etmek için Hareket Ordusu devriyelerinin sokaklarda dolaşmaya başlayıp başlamadıklarım sordu. Bilmediğimi söyledim.

Edhem Paşa’nın bütün vukuata alelade bir seyirci gibi, hattâ iyi haber alamayan bir seyirci gibi şâhid olduğunu ve Mahmud Şevket Paşa’nın plânından bihaber olduğunu anladım.

Baban benimle beraber bitişik odaya geçti. Geceyi hiç göz yummadan geçirdiğini söyledi. Saat dokuza kadar uyanık kaldıktan sonra biraz istirahat etmek için kanepeye uzanmış ve nihayet saat onda top ve tüfek sesleriyle uyanmıştı.Padişah Rumeli askerinin sadakat ve merbutiye-tinden son derece emin ve müsterih görünüyordu. Babana işte bu emniyetle:

— Onların hepsi benim evlâtlarımdır ve hepsi Müslümandır; hiçbir zaman bana fenalık etmezler.

Demişti.

Baban saraya gitmekle hayatını tehlikeye atmış, fakat çok mühim bir hizmette bulunmuştu: Yıldız kışlalarını muhasara eden müfrezeler sayıca mahsurlardan daha zayıftı. Muhasara edilen kuvvetler mühimmat almak için depolara saldırmışlar ve mukavemete hazırlanmışlardı. Bunun üzerine baban muhasarayı idare eden Şevket Paşa ismindeki kumandanla Enver Bey’e haber gönderip muvaffak olmaları için daha fazla kuvvet celbine imkân olmadığını arzettiler. İşte bunun üzerine âsilerin muvaffakiyetlerinden doğabilecek neticelerin vehâmetini hesap eden baban onları birbirlerinden ayırmak suretiyle zayıflatma çarelerine başvurdu. Kimisine Padişahın muhasara kuvvetlerini kardeşçe kabul edip silâhlarını teslim etmelerini istediğinden bahsettirdi ve kimisine de tüfeklerini alıp memleketlerine gidebilme müsadesini verdi. İşte bunun üzerine üç bin kadar asker Üsküdar tarafına geçince boş kalan kışlalar muhasara kuvvetlerinin eline geçmiş oldu.»

Görülüyor ki Sadrâzam Tevfik Paşa, inmeli ve yatalak bir hükümetin reisi sıfatiyle âdeta İttihatçıların içeriden memuru gibi hareket etmekte ve Hareket Ordusunun işini çabuk bitirmesine yardım etmektedir. Vaziyet bu kadar perişandır.

Vak’a sırasında sarayın hali o kadar acıklıdır ki, Türk cemiyetlerinin asırlardır ne kadar çürütüldüğünden ve Abdülhamit Hân’ın ne çerden çöpten insanlarla çevrili olduğundan adetâ nişanedir. Tam 33 yıl dâhice idaresiyle cemiyetin seciye zaafını peçeleyen, dışarıya göstermeyen ve devamlı bir yalnızlık hayatı süren Abdülhamid, küçük bir buhran zuhur edince bütün yaldızların dökülmesine ve içyüzlerinin meydana çıkmasına mâni olamamıştır.

Hareket Ordusu İstanbul surlarının önünde boy gösterir göstermez sarayda ne bir uşak, ne bir kapıcı, ne bir bahçevan, ne bir ahçı, ne bir kâtip, ne bir haremağası kal­mış; bütün hizmetçiler ve «bendegân» kadrosu başını aldığı gibi kaçmış ve sağa sola sığınmıştır. Tek emriyle, Hassa Ordusunun tek tümenine, Hareket Ordusunu tek darbede çiğnetmek gücündeki Padişah, sarayda tek başına, sadece harem halkından ve iki üç yakınından ibaret kalmıştır. Öyle ki, Makedonya kaynaklı çapulcu sürüsünü mutlaka tepelemek, bunun için de Hassa Ordusunu kullanmak gerektiğini, önünde diz çökerek istirham eden bir kumandana, Abdülhamîd, kapı aralığından bir kadın elinin uzattığı kahveyi eliyle alıp vermek zorunda kalmış, kumandanın telâş ve ıstırabı üzerine de:

— Ne yapalım Paşa, iş bize düştü! Bütün etrafım kaçtı!

Cevabını verip, bildiğiniz gibi, silâhlı mukabele ve mukavemeti kökünden reddetmiştir.Manzarayı, Sadrâzam Tevfik Paşa’nın oğluna yazılan mektup pek güzel çizer:

«Yıldız Sarayının bomboş olduğu anlaşılıyordu. Herkes kaçmıştı. Askerler tüfekleriyle odalara kadar girmişlerdi. Baban doğru padişahın huzuruna gitti. Bütün adamları kendisini terk edip gitmişlerdi! Sultan Hamîd babana acı acı dert yanarak kendisine sadık zannettiği bütün adamlarının çekilip gitmiş olduklarından ve hiç kimsenin imdadına yetişmediğinden bahsetti. Sonra sözüne şöyle devam etti: — Ben sizi bana daha merbut ve daha sâdık zannederdim. Şu perişan halimi görüyorsunuz da beni bu vaziyetten kurtaracak bir şey yapmıyorsunuz. Ben sizden selâmetimi temin hususunda daha fazla gayret beklerdim. Odalarıma kadar girmiş olan şu vahşilerden kat’iyyen emin değilim. Herhangi bir anda, herhangi birinin süngüsü altında can vermekten mütemadiyen endişe ediyorum. Eğer isterlerse beni hal ‘ etsinler; ama şu herifleri başımdan savsınlar ve hayatımın masuniyetini temin etsinler…»

Sarayın suyu ve elektriği kesilmiş, kilerde de tek kişilik gıda malzemesi kalmamıştır. Yüzmilyonların Halifesi, harem halkıyle beraber, açtır.Nihayet sarayı kuşatan Hareket Ordusu birliklerine baş vuruluyor ve onlardan aç kalmış saray adına gıda maddesi isteniyor. Lütfedip bir araba ekmek gönderiyorlar.

— Bu ekmeğe biraz da katık bulamaz mıyız? Ricasına da şu cevabı veriyorlar:

— Biraz da katıksız ekmek yeyin!

Nihayet örfi idare ve Divan-ı Harp… Hareket Ordusunun Yeşilköy’de (Ayestefanos) mânevi otağı içinde toplanan ve «Meclis-i Umumî-i Millî» yi teşkil eden Me-busan ve Ayan Meclisleri; başta her sıkıştığı zaman ecnebilere sığınmakla maruf Said Paşa olmak üzere Abdülha-mid’e hiyanet mesleğinin ustalarından ibaret İttihat ve Terakki dalkavuklarının işe meşru bir şekil vermek gayretleri ve din adına en büyük dinsizlik vesikası olan meşhur fetva…

Şeyhülislâm Mehmed Ziyaüddin imzasını taşıyan bu fetva, Türk tarihini dini celâdet ve sadakatla dolduran ulvî şeyhülislâmlara karşılık, korku ve menfaat fetvaları vermekten çekinmemiş süfliler arasında en süflî olanıdır. En büyük hasleti dindarlık olan Abdülhamîd’i, din adına suçlamakta ve böylece, gayesi bâzı gafilleri din adma ha­rekete getirip dindarlığı ezmek olan İttihat ve Terakki zâlimlerine hizmet etmektedir. Demek ki, ilk din mazlumlarına zemin açan tertip, dayanağını yine dinde göstermek suretiyle küfrün en zehirli şubesi olan münafıklıkta bir şaheser vermekte ve buna âlet olacak Şeyhülislâmı da bulmaktadır.

Evvelâ, ayniyle fetvayı okuyalım:

FETVA-Yi ŞER’İ

İmâm-ül müslimin olan Zeyd, bazı mesâil-i mü-himme-i şer’iyyeyi kütüb-i şer’iyyeden tayy-u ihraç ve kütüb-i mezkûreyi men-ü hark-u ihrak ve Beyt-ül mâl’de tebzîr-ü israf ile mesuğ-ı şer’i hilâfında tasarruf ve bilâ-sebeb-i şer’î katl-ü haps ve tağrib-i raiyye ve şâir güne mezâlimi itiyad eyledikten sonra salâha rücû etmek üzere ahd-ü kasem etmiş iken yemininde hânis olarak ahvâl ve umûr-i müslimîni bil-külliyye muhtel kılacak fitne-i azime ihdasında ısrar ve muka-tele ikaa etmekle menea-i müslimin Zeyd-i mezbûrun tagallübünü izâle ettiklerinde bilâd-i İslâmiyyenin cevânib-i kesiresinden mezbûru mahlû tanıdıklarına dâir ahbâr-ı mütevâliye vürûd edip mezbûrun bekaa-sında zarar muhakkak ve zevalinde salâh melhuz olmağın Zeyd-i mezbûra İmamet ve Saltanattan feragat teklif etmek veya hâlletmek suretlerinden hangisi erbâb-ı hill-ü akd ve evliyâ-yı umur tarafından ercalı görülür ise icrası vacib olur mu?

El-cevâb:Olur!»

KETEBE HÜL-FAKİRES-SEYYİD MEHMED ZİYAÜDDİNUFİYE ANHU

Kelimesi kelimesine tercümesi:

«Müslümanların başı olan Zeyd (filân adam) bazı mühim şeriat mes’elelerini şeriat kitaplarından sil-dirir ve çıkarır ve şeriat kitaplarını yasaklar ve yakar, müslümanların hazinesini israf eder ve dini ölçü dışında kullanır, tebasını din hükümlerine aykırı şekilde öldürür, hapseder, sürer ve ayrıca birçok zulmü alışkanlık haline getirir ve sonra doğru yola gelmek üzere ahd ve yemin eder de yeminini çiğneyerek müslüman­ların halini ve işlerini tamamıyle bozan büyük fitneler çıkarmakla devam eder ve kan dökülmesine sebep olursa, müslümanların vasıtaları o adama ait baskıyı kaldırdıklarında İslâm memleketlerinin birçok yerinden adamı tahtından indirilmiş tanıdıkları yolunda haberler gelince, adamın yerinde kalmasında zarar ve yerinden atılmasında fayda görüldüğü takdirde, adı geçen Zeyd’e saltanattan vaz geçilmesi teklif edilmek veya doğrudan doğruya tahtından indirilmek yollarından işbaşındakilere elverişli sayılanı hangisiyse yerine getirilmesi vâcib olur mu?

Cevab:Olur!»

Bu fetvaya göre Abdülhamîd, Şeriat kitaplarını değiştirmek, bozmak ve yakmak, devlet hazinesini keyfine göre harcamak ve israf etmek, tebaasını da kanunsuz öl­dürmek, zindanlara atmak ve sürmekle suçlandırılmaktadır ki, ithamların üçü birden güneşe katran kuyusu demek çapında birer yalandır.

Sedece mason ve dönmelerin din tahrifçisi kitaplarını yaktıran, 3 milyon altınlık «Düyun-u Umumiye» borcunu kesesinden ödeyen ve saltanatı boyunca — tek bir haremağası katil müstesna — hiçbir idam kararını imza etmemiş olan bir Padişahı, bu maddelerle suçlamak, her üç misalde de ak’a kara demekten ve vakıaları tam zıtla-rıyle ele almaktan farksızdır. Ve bakınız, güya din eliyle dini tepelemek için hangi alçaklık derecesine kadar düşülmektedir!

Ve Padişahı tahttan indirdiler. Sahneyi, Başkâtip Ali Cevat Bey’den dinleyelim:

«Meclis-i Ayan âzasından ve yâveran-ı Şehriyari-den Bahriye Feriki Arif Hikmet Paşa ile ermeni katolik cemaatinden Aram Efendiye Meclis-i Mebusan âzasından Draç mebusu, Jandarma livası Esat Paşa ve Selanik Mebusu Cemaat-i Museviyyeden Emanüel Karasu Efendiden mürekkep bir heyet gelerek bilvasıta vuku bulan arz üzerine heyetin huzura girmesi ferman buyruldu. Zât-ı Hümayunları birkaç günden beri ikamet buyurdukları küçük Mabeyn tesmiye olunan dairedeki salonda bulunuyorlar idi. Heyet ve miralay Galip huzura girdiler. Şehzade Abdurrahim Efendi Hazretleriyle abd-i hakir ve diğer bazı hademe salon kapısının yanında bulunan paravananın önünde durduk. Heyetten Esat Paşa, (Biz Meclis-i Mebusan tarafından geldik.

Fetvâ-yı şerif var. Millet seni hal’et-ti. Ama hayatınız emindir) dedi. Bunun üzerine Zât-ı Hümayunları kemâl-i metanet ve vakar ile mumaileyhe biraz takarrub ederek. (Bu işi ben yapmadım. Sebep olanları millet arasın, bulsun! Ben milletimin iyiliği için çalıştım. Hepsi mahvoldu. Hepsinin üstüne sünger çekildi! Kaderim böyle imiş. Müsebbiblerini varsın millet bulsun! Yalnız bir ricam var. O da hayatımın Çırağan sarayında muhafaza edilmesidir. Ben orada hasta biraderimi bunca sene muhafaza ettim. Yarın bahçeden çoluk çocuğumla beraber oraya giderim. Zaten ben yorulmuş idim. Hiçbir şey istemem ve hiçbir şeye karışmam. Milletten bunu rica ederim) buyurdular. Esat Paşa ile Arif Hikmet Paşa hayat-ı şahanelerinin emniyette olduğunu ve ancak mahall-i ikamet tâyini için bir gûna memuriyeti olmayıp bu ar-zu-yı şahanelerini Meclise bildireceklerini beyan ederek gittiler ve Zât-ı Şahane de yanındaki odaya avdet

buyururlar iken, bana bakarak (Bu işlere sen sebep oldun) buyurdular. Ben de ağlayarak dedim ki: (Efendimiz, ben ne yaptım ve ne yapabilirim? Ben geber-meli idim de bu günü görmemeli idim.) Sultan Abdülhamîd Hân-ı Sânî Hazretleri aklen ve cismen kavi ve metin, sahib-i kiyaset ve fetanet bir padişah-ı vakur ve mekin olduğu halde, madde-i hal’in teveh-hüm ve tahayyülü ve hattâ hîn’i telâffuzda hal’ kelimesine müşabeheti olan «hal» kelimesi ile muvazene-i asabiyesini müteessir ve müteheyyic ettiği cihetle, dai-re-i kitabetçe bu kelimenin istimalinden daima tevakki ve ihtiraz olunur idi. İşte bunun için vükelâdan ve ulemadan ve müşirandan, velhasıl eali ve esaf ilden bir sınıf halk ve vehim ve hayali bin türlü şekil ve surete sokup kendilerine sermaye-i terakki ve maişet ittihaz ederek, Zât-ı Hümayunlarının bu babdaki zaafından istifadeye kıyam etmişlerdir ki, bu alçaklar memleket ve halkın ve Sultan Abdülhamîd Hân Hazretlerinin felâketini mucib olmuştur.»

Abdülhamîd Hân’ın, öteden beri şüphelendiği Başkatibine nihayet nasıl hitap ettiğini görüyor, onun bir ithama karşı da neler gevelemeye çalıştığını gözden k’açır-mıyoruz. Gerçekten şüphe mevzuu olan bu şahıs, Hünkarın hal’i tebliğ eden heyete söylediklerini de gizlemektedir.

Ulu Hakan, hal’in tebliğinde «Takdir Allahındır» mealinde «Yasin» sûresinden bir âyet okumuş, peşinden Esad Paşa’ya Yahudi Karasu’yu göndererek demiştir ki:

«— Türklerin Padişahı ve Müslümanların Halifesi olan bana, hal’ini tebliğ için şu yahudiden başkasını bulamadınız mı? Bu adamı siz, Türk ve Müslüman olarak karşıma çıkarmaktan utanmıyor musunuz?»

Derken Selânik’e, yahudiliğin Abdülhamîd’den intikamı halinde Selânik’in yahudi Alâtini köşküne gönderilişi…

Abdülhamîd’in Selânik’e gönderilişine ait, Başkâtip Ali Cevat Bey’in «Fezleke» sinden, vesika mahiyetinde bir tesbit:

«Geçen çarşamba gecesi saat yedi raddelerinde Abdülhamîd-i Sâni, ihzar olunan bir tren ile Selânik’e gönderilmiştir.

Trenin hareketinden evvel Sirkeci İstasyonu mikdar-ı kâfi askerle taht-u muhafazaya aldırılmış ve Hareket Ordusu Birinci Fırka Kumandanı Hüsnü Paşa ve Dersaadet Polis Müfettiş-i Umumisi Miralay Galip Bey dahi zırhlı otomobil ile istasyona gelmişlerdi.

Abdülhamîd-i Sâni bir arabada ve maiyeti dahi diğer birkaç arabada oldukları halde saat yediye yakın şimendifer istasyonuna getirilmişlerdir.

Abdülhamîd’in azimetine tahsis edilmiş olan tren, Şark Demir Yolları Müdür-i Umumisi Mösyö Gross’un rükûbuna mahsus olarak yapılmış gayet müzeyyen bir vagon ile diğer bir vagondan ibaret idi.

Abdülhamîd, redingot, beyaz yelek iktisa etmiş idi. Veçhinde alâm-ı yeis ve keder nümayan oluyordu. Abdülhamîd’in maiyetinde onbir kadın, iki harema-ğası ve daha birkaç hademe bulunuyordu. Küçük mahdumu Abdürrahim Efendi dahi birlikte idi. Abdülhamîd’in ikameti için Selanik’te Alâtini köşkü tahsis edilmiştir. Bu köşk Selânik’in en güzel binasıdır.

Abdülhamîd’in yanında orta büyüklükte üç çanta bulunuyordu. Sirkeci istasyonunda bir bardak Taşdelen suyu istemiş, suyu getirene 30 kuruş kadar bahşiş vermiştir. Tren nısfülleyli bir saat elli dakika geçerek hareket etmiş ve dün gece Selânik’e varmıştır.

Abdülhamîd’i Selânik’e götüren zât Binbaşı Fethi Bey olup maiyetinde bir miktar asker vardır.»

Dini vesile ederek, dini tepelemek ve Abdülhamîd’i devirmek taktiğinin mazlumları, İstanbul meydanlarını dehşete boğan üç ayaklı sehpalarda, bir sürü gafil, belki de safdil insan oldu.

Hareket Ordusu, bedavadan vaziyete hâkim olunca Örfi îdare ilân etti, (Divan-i Harb) ını kurdu ve dönmelerden ilk Türk zabiti olan, Avcı Taburları kumandanı Binbaşı Remzi Bey’i (Remzi Paşa) bu Divan-ı Harp işine memur ederek, «Şeriat isteriz» diye bağırttığı gafillerin ele-başlarını teker teker ipte sallandırdı.

(Son Devrin Din Mazlumları) adını verdiğimiz eserimizde bu gafiller hiçbir şahsiyet rolü oynamasa da (anonim) olarak ilk din zulmünün, çoğu isimsiz örnekleridir ve hakikatte bu zulüm, birdenbire göze görünmeden Abdülhamîd’i hedef tutmaktadır. Fakat biz, sırf dinine, milliyetine bağlılığı yüzünden yahudi intikamına uğrayan yüce Hükümdarı doğrudan doğruya ele almaksızın, birtakım gafiller ve safdiller plânında mücerret dine karşı girişilen yahudi oyununu,memleketimizde din mazlumluğu çığırını ilk açan hareket olarak başa almak ihtiyacını duymuş bulunuyoruz.

Fert ve ferdi şahsiyet plânında din mazlumları bundan sonra gelecek ve Cumhuriyet devri çerçevesinde tecelli edecektir.

Yahudi ve mason kuklası İttihat ve Terakkinin dini batırırken nasıl bir din maskesi kullandığına «Cemiyet-i İlmiye-i İslâmiye» isimli teşekkülün 2 Nisan 1325 tarihli şu beyannâmesi şahittir: «MEBUSAN-I KİRAMHEYETİ MUHTEREMESİYLEMİLLETİ NECİBE-İ OSMANİYYEYE

Esselâmü aleyküm

Mebusan-ı kiramdan bâzılarının emniyet-i hayatiyelerince endişeye düşerek istifa etmek niyetinde bulundukları ve ahalimizce istibdadın avdedi ihtimalinden korkulmaya başlandığı hakkında bazı hissiyat ve istitlâat hasıl olduğu anlaşıldığından meşveret ve meşrutiyetin şer’i şerif-i Ahmedî ahkâmına kat’iyyen muvafık olduğunda zerre kadar tereddüdü olmayan ve devr-i istabdatta kütüb-i İslâmiyetimizin külhanlarda yakıldığını henüz unutmayan Cemiyet-i İlmiye-i İsla-miyenin ahkâm-ı şer’iyeye hadim olacak Meclis-i Me-busammızla meşrutiyet-i meşruamızın muhafazası uğrunda bütün efradıyla son dereceye kadar sarf-ı mesaiye azmetmiş olduğu ve meşrutiyetin muhafazası için bezl-i hayat etmeyi bir farîza-i diniye bildiği cihetle, bugüne kadar istifa edenler veya firara tasaddi etmek suretiyle müstafi addolunacaklardan maada, müslim ve gayr-i müslim mebusan-ı kirama, ulema ve bütün milletin itimadı berkemâl olup badema istifaya teşebbüs edenler hain-i vatan addedilecekleri cihetle cümlesinin kemâl-i hakkaniyet ve adalet ve istikamet dairesinde ifa-i vazifeye müdavemetleri ve tevfikat-ı rabbaniyeye mazhariyetleri hususunda kemâl-i hulûs-i kalb ile dergâh-ı icabet-i Rabb-i muteâle ref-i nida-yı tazarru edilmekte olduğu ve ruhaniyet-i Muhamme-diyyeye müsteniden bütün millet zahiriniz bulunduğu arz ve beyan olunur. Şanlı asker evlâtlarımızdan da ricamız şudur ki, sükûnet ve itaatlerini muhafaza ederek ulema-i şeriatın nasihatlarıyle âmil olsunlar ki, Cenab-ı Hak da vatanımıza selâmet, dünya ve âhirette cümlemize saadet ihsan buyursun, âmin.»

31 Mart hâdisesi, ortada fert ve şahsiyet ismi bulunmayan bir umumîlik plânında, ileride dine karşı girişilecek zulmün ilk hazırlayıcı ve geliştirici iklimini getirmiş ve tahttan indirdiği Ulu Hakan Abdülhamîd Hânı mazlumluk tahtına çıkarmıştır.

Necip Fazıl Kısakürek - Son Devrin Din Mazlumları