๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 30 Mayıs 2011, 12:39:13



Konu Başlığı: Zıhardan dönmek tabiri
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 30 Mayıs 2011, 12:39:13
2— Zıharda "Dönmek" Tâbirinden Ne Kasdedilmektedir?

 

Çoğunluk fukahaya göre keffâret ancak zıhardan sonra dönüş ile vacib olur. Sonra bunlar "dönüş"ten ne kastedildiği konusunda ihtilâf etmişler­dir. Zmar sözcüğünü aynen tekrarlamak mı, yoksa onun sonrasında olan bir şey mi? İki görüş vardır:

Bütün Zahirîler: "Dönüş" zıhar sözcüğünün tekrarlanmasıdır, demiş­lerdir. Bunun seleften hiçbir kimseden nakletmemişlerdir. Zahirîlerden önce böyle bir görüş ileri süren de olmamıştır. Gerçi böyle bir ayıptan hemen hemen hiçbir mezhep de uzak kalmış değildir. Bunlar şöyle demektedirler: Yüce Allah keffâreti yeni başlanılan zıhar sebebiyle değil, sadece tekrarlanan Tihar yüzün­den vacip kılmıştır. Âyetle istidlal üç açıdan olmaktadır:

Birincisi: Arap lügatinde "bir şeye dönme" ifadesinden, ancak o şeyin benzerinin ikinci defa yapılması mânası anlaşılır. İşte Allah'ın Kitab'ı, Rasû-lü'nün kelâmı ve Arabın sözleri önümüzde; Yüce Allah: "Eğer onlar (dünyaya) geri gönderilseler, yine men olundukları şeylere döneceklerdir." buyurmak­tadır.[979] Bu âyet, " = dönmek" fiilinin "lam" harfi ile kulla­nılması bakımından, zıhar âyeti ile aynıdır ve "Daha önce işledikleri şeyleri ikinci defa işlemek" anlamındadır. Yine: "Eğer siz dönerseniz, biz de döne­riz."[980] âyeti de öyle; "Eğer siz günahı tekrar işlerseniz biz de cezayı tekrar­larız." mânasındadir. Yine: "Gizli konuşmaktan menedildikten sonra, yine o menedildikleri şeye dönenler...."[981] buyurulmaktadır. Bizzat zıhar hükmünü getiren sûrede yer alan bu âyet, "dönmek"ten maksadın ne olduğunu açıkla­maktadır. Çünkü fiil olarak da, maksat olarak da onun aynısıdır. Araların­da tekrardan doğan bir aynilik çağrışımı yakînen bulunmaktadır.

Diyorlar ki: Zıharda bulunanların söyledikleri, zıhar sözüdür. "Söyle­diklerine dönmek" ise, o sözü ikinci defa tekrarlamak demektir. Arap bunun dışında başka bir şey anlamaz. Sözün tekrarının dışında kalan diğer şeyler ya onu tutmak (boşamamaktır), ya azimdir, ya da cimadir. Bunlardan hiçbi­ri sözle olacak bir şey değildir. Dolayısıyla bunlardan birini yapmak ne lâfı/ açısından ne de mâna açısından dönmek (tekrar) olmaz. Çünkü tutmak (boşa-mamak), azim ve cima zıhar değildir ki, bunlardan birini yaptığında zıhara dönmüş olsun.

Diyorlar ki: Eğer dönmekten "kişinin nefsini menettiği şeyden dönmesi" mânası kasdedilseydi, —nitekim " = Hibeden döndü." denilir— o takdirde yerine buyurulurdu. Nitekim = Hibesinden dönen, kusmuğuna dönen gibi­dir. "[982] hadisinde öyledir.

Ebu Muhammed b. Hazm, Hz. Âişe hadisini delil olarak kullanır: "Evs b. Sâmit'in kadınlara karşı aşırı düşkünlüğü vardı. Bu aşırı düşkünlüğü iyice arttığında, karısına zıhar vardı. Bu aşırı düşkünlüğü iyice arttığında, karısı­na zıhar yapardı. Yüce Allah onun hakkında zıhar keffâretini indirdi."[983] Hadis böyle. îbn Hazm şöyle der: Bu ifade tekrarı gerektirir ve bu zaruridir. Zıhar konusunda sahih olan tek haber de budur. "Bu görüşte olan hiçbir sahabî yoktur." şeklindeki bize karşı şamatanıza gelince, peki siz bize, "Dönmek, çımadır veya azimdir veya tutmak (boşamamak)tır" veya "o, cahiliye döne­mindeki zıhara dönmektir" diyen tek bir sahabî gösterin. Siz hiçbir zaman, ashaptan yana bizim kadar şanslı olamazsınız!

'Çoğunluk ulema onlara karşı çıkmışlar ve şöyle demişlerdir: "Dönme'-nİn mânası önceki lâfzın tekrarlanması demek değildir. Eğer lâfzın tekrarı "dönme" olsaydı o zaman  Sonra söylediklerini iade ederler." derdi. Çünkü  Sözünü aynısıyla tekrar (iade) etti."denilir.  Dönmek"   kelimesi   ise   fiillerde   kullanılır   ve" = Yaptığına döndü. Hibesine döndü." denilir. Bu örnekler ile kullanılışeklidir.       

 Yine İşine döndü, görevine döndü, haline döndü, lütufkârlığına döndü, kötülüğüne döndü vb." denilir. Bu mânada şeklinde ile de kullanılır.

Söze gelince, sadece) " = Sözü tekrar (iade) etti." şeklinde kulla­nılır. Nitekim Dımâd[984] b. Sa'lebe Hz. Peygamber'e:) " = Sözlerini bana tekrarla." demiştir. Yine Ebu Saîd" = Onları bana tekrarla, Ya Rasûlallah!" demiştir.

Doğrusu bu, bağlayıcı değildir: Hem denildiği gibi de denilir. Hadiste, "Sözünü aynen tekrarladı." mânasında enil­mektedir. Bundan daha kötüsü. Zahirîlere karşı: "Sözün iadesi dünün iadesi gibi muhaldir. Çünkü iki ayrı zamanın bir araya gelmesi mümkün değildir." şeklinde getirilmek istenen delildir. Bu son derece fasittir. Çünkü sözün iade­si, fiilin İadesi kabilindendir. O da bizzat birinciyi değil, onun gibisini getir­mek demektir. Mutaassıp kimselerden gelen ve "Zahirîlerin ihtilâfı dikkate alınmaz." şeklindeki bir söze ise şaşmamak elde değildir. Böylesi bir konuda hem onlarla birlikte araştırma yapıyor, hem de böyle bir sözle onlara reddiye çıkarıyorlarhadisindeki kullanılışı delil kullanarak onları redde çalışan kimsenin iddiası da aynı şekilde bozuktur. Çünkü bu hadis, âyete benze­memektedir. Onun benzeri: "Gizli konuşmaktan menedildikten sonra, yine o menedildikleri şeye dönmeye çalışanları... görmedin mi?"[985] âyetidir. Buna rağmen bu âyet zihar âyetin-deki maksadı açıklamaktadır: Çünkü menedildikleri şeye dönmeleri bizzat yasaklanan şeye dönmeleri demektir, ki o da gizli konuşmaktır. Bundan maksat da o fısıldaşmanın aynısını tekrarlamak değildir, bilâkis yasaklanan şeye (gizli konuşmaya) dönmektir. Aynı durum zıhar âyetindeki: için de sözkonusudur. demektir. îsm-i mef'ûl mânasında bir masdardır ve o da: "kendisine haram olan kadına benzetmesi sebebiyle zevce­nin haram kıhnması"dır. Dolayısıyla haram olana dönmek, sözüne dönmek olur. Dönmek de onun fiilidir. Bu, "dönmekten maksat cimadu*." diyenle­rin yaklaşımı olmaktadır.                                                         

Meselenin esası şurada yatıyor: Burada masdar mef'ûl "söylenen şey" manasınadır. "Söylenen şey" de kadının haram kılınması­dır. demektir. O da "Haram kıldıktan sonra ona dö­nerek mubah kılmak istemek"tir. Bu te'vil Arapça'nın gramer ve kullanılış tarzına uygundur. Selef ve halef ulemasının büyük çoğunluğunun benimse­diği görüş budur. Nitekim Katâde, Tâvûs, Hasan (el-Basrî), Zührî, Mâlik vb, hep böyle söylemişlerdir. Seleften hiçbir kimsenin; ne sahabeden, ne tabiîn­den, ne de onlardan sonra gelen nesillerden, âyeti "sözün iadesi" şeklinde tefsir ettiği asla olmamıştır. Burada "dönme"yi sözün iadesi kabul edenlere gizli kalan bir husus vardır ki, o da şudur: Fiile dönüş, şu anda^ üzerinde ol­duğu halden ayrılıp, daha önce üzerinde bulunduğu hale dönmeyi gerektirir. Nitekim, "Eğer siz dönerseniz biz de döneriz." âyetinde öyledir. Baksanıza! Onların dönüşü, şu anda üzerinde bulundukları iyi hallerinden ayrılıp daha önce üzerinde bulundukları kötü hallerine dönmeleri demektir. Şair'İn:

"Eğer iyiliğe dönerse, dönüş övgüye değer" sözü de böyledir Şu andaki zıhar yapanın üzerinde bulunduğu hal, zıhar sebebiyle olan haramhktır. Daha önce üzerinde bulunduğu hal ise, nikâh sebebiyle cimanin helâlliğidir. Dolayısıyla zıhar yapanın dönmesi, zıhardan önce üzerinde bulun­duğu helâllik haline dönmesidir. Keffâreti gerektiren şey de işte budur. Düşün! Dönmek, ondan ayrıldıktan sonra kendisine döneceği bir durumu gerektirir. Böylece, hibeden dönmekle, zıhar yapanın söylediğine dönmesi arasındaki farkın sırrı da ortaya çıkmış oluyor. Çünkü hibe "mevhûb" (hibe edilen) mana­sınadır ve bir eşyadır. Ondan dönmek, daha önce olduğu gibi, onu mülkiye­tine sokmak ve onda tasarrufta bulunmak mânasını içerir. Zıhar yapanın duru­mu ise böyle değildir. Çünkü o, haram kılma ile eşlikten çıkmıştır. Dönmek­le de, tahrimden önce eşi ile birlikte üzerinde bulunduğu hale rücû talebinde bulunmuş olmaktadır. Dolayısıyla daha uygun olan, bu mânada yani demek; hibede de demektir. Hz. Peygamber Evs b. Sâmit'le Seleme b. Sahr'a zıhar keffâreti vermelerini emir buyurmuştur. Halbu­ki bunlar zıhar sözcüğünü iki defa telaffuz etmemişlerdir. Çünkü ne bizzat kendileri bunu Hz. Peygamber'e bildirmişler, ne onların yerine zevceleri söyle­miş, ne de bir başka sahabî bildirmemişti. Hz. Peygamber de onlara: "Bunu bir kere mi, iki kere mi söylediniz?" diye sormamıştı. Eğer böyle bir şart olsay­dı, onu açıklamayı ihmal etmezdi.

Meselenin sırrı şuradadır: "Dönmek" İki durumu içermektedir: Kendisine dönülen şeyi, kendisinden dönülen şeyi. "Dönmek" kavramı için bu ikisi  zaruridir. Kişinin kendisinden döndüğü şey, onu bozmak ve iptal etmek mânası taşıyor; kendisine döndüğü şey de tercihini ve iradesini belirtiyor. Dolayısıyla zıhar yapan kimsenin dönüşü, zıhann bozulması ve iptalini; zıddını da tercih ettiğini ve istediğini gerektiriyor. Selefin âyetten anladığı mâna, aynen böyle­dir. Çünkü onların bir kısmı dönmek "bizzat isabettir" diyor, bir kısmı "cimadir" diyor, bir kısmı "dokunmaktır" diyor, bir kısmı da "azimdir" diyor.

"Keffâret sadece iade edilen zıhar hakkında vacip kılınmıştır." sözünü­ze gelince; eğer bununla "sözü iade edilen" zıharı kastediyorsanız, o zaman bu kendi anlayışınız doğrultusunda bir iddia olur. Yok "zıhar yapanın dedi­ğine iade edilen zıharı" kastediyorsanız, o takdirde bu, birinci lâfzın iadesini gerektirmez.

Evs b. Sâmit'in zıharı hakkındaki Hz. Âişe hadisine gelince; hadis ne kadar sahihse, mezhebinize delâleti de o kadar uzaktır.

Sonra dönmeye, lâfzın iadesinden başka bir anlam verenler ihtilâf etmiş­lerdir: Acaba dönmekten maksat, zıhar akabinde, hemen boşamamak (imsak) mıdır? Yoksa başka bir şey mi? İki görüş vardır: Bir grup: "Sen boşsun!" diyecek kadar beklemesidir. Zıhar ile talâk birbirine bitişik olarak verilmedi­ği takdirde, keffâret gerekir, demişlerdir. Bu görüş Şafiî'ye aittir.

Ona karşı çıkanlar şöyle diyorlar: Mâna olarak bu, Mücâhid ve Sevrf'-nin görüşleridir. Bu tek nefeslik süre, zıharı keffâret gerektirici özelliğinden çıkaramaz. Hakikatte keffâreti gerektiren şey sadece zıhar sözcüğüdür. "Sen boşsun!" diyecek kadar bir zaman zıhar hükmünde müsbet ya da menfi bir etki yapmaz. Keffâretin vacib kılınmasını ona bağlamak mümkün değildir. Ne Arap dilinde, ne de Şâri'in Örfünde, bir anlık zamana ve tek bir nefese "dönme" ismi verilmez. Gerçekten son derece az olan bu zaman diliminde, dönme mânası nerededir ve onun hakikatinden ne vardır?

Bu görüş, "Dönme bizzat zıhar sözcüğünün iadesidir." diyen Zahi­rîlerin görüşünden daha güçlü değildir. Zira onların bu sözlerinde, gerek dil bakımından, gerek hakikat açısından dönme mânasının anlaşılabile­ceği bir makulluk vardır. Ama bu zaman dilimine gelince, onda insanın dönmesi mânası asla anlaşılamaz. Hem biz de, sizin Zahirîlerden talep ettiğiniz şeyi sizden istiyor ve diyoruz ki: Şafiî'den önce bu görüşte olan birisi var mıdır? Yüce Allah "dönme" sebebiyle keffâreti vacip kılarken buyruğunda dönme işini zıhar üzerine terâ-hi (yani hemen değil, zaman içinde olmak) anlamını ifade eden "sonra" harfiyle atfetmiştir. Dolayısıyla dönmek ile zıhar arasında mutlaka bir müddetin geçmesi zaruridir. Bu ise sizce mümkün değildir ve; "Sen bana anamın sırtı gibisin!" sözü biter bitmez eğer kesinti olmadan "Sen boşsun!" dememişse dönmüş olmaktadır. Bu takdirde zıhar ve dönme arasında olması gereken müddet ve mühlet (terâhilik) nerede kalmaktadır? İmam Şafiî, bu görüşü ne ashab, ne de tabiînden hiç kimseden nakletmemiştir. O sadece bunun âyete verilecek en uygun mâna olduğunu bildirmiş ve şöyle demiştir: "^Dediklerine dönenler..." hakkında işittiklerimden anla­dığım mâna şudur: Zıhar yapan kişi üzerinden, zıhar sözcüğünü söyledikten sonra bir süre geçer ve kadını talâkla haram kılmazsa, üzerine keffâret vacib olur. Sanki şu görüşü benimsiyorlar: Zıhar yapan, kendi üzerine haram kıldı­ğını, helâlmiş gibi tutarsa, söylediğine dönmüş ve ona muhalefetle haram kıldı­ğını helâl kılmış olur. Dönme hakkında bundan daha uygun bir mâna bilmi-yorum."[986]

"Dönme"yi, tutma (boşamama)mn ötesinde bir şey kabul edenler, kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir. Kendisinden nakledilen dört rivayetten birisin­de İmam Mâlik ve Ebu Ubeyd: "Dönme" cimaya azimdir, demişlerdir. Bu Kadı Ebu Ya'lâ ve arkadaşlarının görüşüdür. İmam Ahmed bunu yadırga­mış ve şöyle demiştir: Mâlik: "Azmettiğinde keffâret gerekir." diyor. Peki azimden sonra boşamış olsa, bu nasıl olur? O zaman üzerine keffâret gerekir mi? Ancak Tâvüs'un görüşünü kabul eder ve: "Zıhar sözcüğünü kullandığı zaman, aynen talâk gibi kendisini bağlar." derse o başka!

Bu görüşte olanlar, eşlerden birinin ölmesi veya azimden sonra cimadan önce boşaması durumunda tekrar ihtilâf etmişlerdir: Bu durumda koca üzerine keffâret sabit kalır mı kalmaz mı? İmam Mâlik ve Ebu'l-Hattâb; "Sabit kalır." demişlerdir. Kadı ve tüm arkadaşları: "Hayır, sabit kalmaz." demişlerdir. İmam Mâîik'ten gelen ikinci bir rivayet: "O (dönmek) sadece tutmaya (boşa­maya) azmetmektir." şeklindedir. Muvatta'daki rivayet ise bütün bunlara muhaliftir ve: "Dönmek, karısını tutmaya ve onunla cimaya, her ikisine birden azmetmektir." şeklindedir. Ondan bir dördüncü rivayet daha vardır ki buna göre de: "Dönmek bizzat cimada bulunmaktır." Bu İmam Ebu Hanife ve Ahmed'in de görüşleridir. İmam Ahmed âyeti hakkında: "O (kocanın eşini) bürümesidir. Koca onu bürümek (cima etmek) istediğinde keffâ­ret verir." demiştir. Bu bir rivayet farklılığı değildir. Aksine onun görüşüdür ve aksi de bilinmemektedir. Ona göre dönmek cimadır ve cimaya azmettiğinde, onu yapmadan önce keffâret vermesi gerekir. "Dönmekten maksat azimdir" diyenler şu şekilde delil getirmişlerdir: Yüce Allah, keffâret hakkında: " = Temas etmelerinden önce" buyurmuş ve keffâreti dönmeden sonra ve temastan önce vacip kılmıştır. Bu, "dönme"den maksa­dın "temas" olmadığında ve keffâretten önce haram olan şeyin, keffâret önce­sinde bulunmasının caiz olmadığında gayet açıktır. Zıhar yapan kimse, bununla karısını haram kılmayı kasdetmiştir. Onunla cimada bulunmaya azmetmesi ise, kastından dönmesi demektir. Hem zıhar, haram kılmaktır. Kocanın karısını kendisine mubah kılmak istemesi durumunda, bu haram kılma işinden rücu etmiş olur ki işte "dönme" de budur.

"Dönmekten maksat cimadır" diyenler ise şöyle diyorlar: Daha önce de izahı geçtiği gibi, şüphesiz "dönmek", sözünün zıddmı işlemektir. demek yani fiilinin ile kullanılması durumunda mânası, yasaklanan şeyi murad etmesi değil, yapması demektir. Nitekim âyetinde böyledir. Dolayısıyla bu da yasak olan şeyi bizzat yapmaktır, onu murad etmek değildir.

Bu görüş sahiplerini, "dönmek azim demektir" diyenlerin, "Dönmek keffâretten önce gelir, cima ise ondan sonradır." şeklindeki sözleri ile ilzam etmeye çalışmaları yerinde değildir. Çünkü bunlar şöyle diyorlar:) âyetindeki "dönerler" ifadesi "dönmek isterler" anla­mındadır. Nitekim: " = Kur'an okuduğun zaman..." ifadesi "Kur'an okumak istediğin zaman..." manasınadır. Yine, " = Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü... yıkayınız." âyetinden de maksat, "Namaza kalkmak istediğinizde..." demek­tir. Buna benzer diğer örnekler, "fiilin vukuunu istemek" anlamında bizzat fiilin kullanıldığı yerlerdendir.

Bunlar şöyle diyorlar: Bu, "dönme"yi bizzat birinci lâfızla veya zıhar-dan sonra bir nefeslik zaman kadar tutup boşamamakla veya zıhar sözcüğü­nü tekrar etmekle ya da hemen akabinde boşaması durumunda sırf azimle tefsir etmekten daha uygundur. Çünkü bu görüşlerin tamamının zayıflığı orta­ya çıktı. Bu görüşler içerisinde lâfzın delâletine, şer'î kaidelere, müfessirlerin sözlerine en yakım işte bu görüştür. Tevfik Allah'tandır.

4— Keffâret, aciz olan kimseden düşmez. Çünkü Hz. Peygamber, Evs b. Sâmit'e bir zenbil hurma vermek suretiyle yardım etmiş, bir o kadarla da karısı yardımcı olmuş, böylece keffâretini ödemişti. Seleme b. Sahr'a da, kavminin zekâtından almasını ve onunla keffâretini ödemesini emretmişti. Eğer acizlikle düşecek olsaydı, onlara keffâret vermelerini emretmezdi. Şu halde keffâret, acizlikle düşmez, boynunda borç olarak kalır. Bu İmam Şafi-

î'nin ve iki rivayetten birinde İmam Ahmed'in görüşleri olmaktadır.

Bir grub da; nasıl ki mükellefiyetler, onları veya bedellerini ifadan aciz­lik durumunda düşüyorsa, keffâretler de acizlikle düşer görüşünü benimse­mişlerdir.

Bir diğer grup da, Ramazan keffâreti zimmette kalmaz, bilâkis düşer; diğer keffâretler ise düşmez görüşünü benimsemişlerdir. Ebu'l-Berekât İbn Teymiye'nin sahih kabul ettiği görüş de budur.

Acizlik sebebiyle keffâreti düşürenler, görüşlerini şöyle delillendiriyor-lar: Eğer keffâret acizlikle vacip olsaydı, bizzat kendisine harcanmazdı. Çünkü insan, kendi keffâretinin harcama mahalli olamaz. Nitekim kendi zekâtının harcama yeri olamamaktadır.

Birinci görüş sahipleri şöyle diyorlar: Eğer keffâret vermekten aciz olur da, bir başkası onun adına keffâret verirse, bu takdirde onu kendisine harca­ması caiz olur. Nitekim Hz. Peygamber, Ramazan'da cima eden kimsenin keffâretini, bizzat kendisine ve ailesine vermişti. Yine aynı şekilde Seleme b. Sahr'a da, kavminin zekâtından çıkaracağı keffâretinden hem kendisinin, hem de ailesinin yemesine izin vermişti. Bu İmam Ahmed'in görüşüdür ve Rama­zan'da cima eden kimse hakkında tek rivayet halindedir. Diğer keffâretler hakkında ise ondan iki rivayet bulunmaktadır.

Sünnet, kişinin keffâret verecek durumu olmaz da onun yerine bir başkası keffâret verirse, bu takdirde keffâretini kendisine ve ailesine sarf edebileceği­ne delâlet etmektedir.

Soru: Kişi fakirdir, bakmakla yükümlü olduğu kimseler vardır. Üzerin­de de zekât borcu vardır ve ona ihtiyacı bulunmaktadır. Acaba onu kendisi­ne ve ailesine harcayabilir mi?

Cevap
: Hayır. Üzerine gerekli olan "çıkarma" olmadığı için bu caiz değil­dir. Ancak —İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten daha sahihine göre—, devlet başkanı ya da zekât memuru, kendisinden teslim aldıktan sonra kendi zekâtını yine kendisine geri verebilir.                                            .

Soru: Devlet başkanı zekâtı ondan düşürebilir mi?             

Cevap: Hayır. İmam Ahmed bunu açıklamıştır. Aralarındaki fark açıktır.

Soru: Efendi kölesine, kendi adına âzad yolu ile keffârette bulunması için izin verse, acaba kendisini keffâret olmak üzere âzad edebilir mi?

Cevap: Mal ile keffârette bulunmasına izin vermesiyle ilgili rivayetler ihtilâf arzetmektedir: Acaba köle oruç tutmak yerine mal ile keffârete intikal edebilir mi, edemez mi? İki rivayet vardır: Birincisi: Kölenin böyle bir yetkisi yoktur ve ona farz olan oruçtur. İkincisi: İntikal hakkı vardır. İlle oruç tutması gerekmez. Çünkü engel, efendisinin hakkından dolayı idi. Efendi de izin vermiştir.

Eğer kölenin "mal ile keffarette bulunma yetkisi vardır" dersek, acaba onun âzad yetkisi olur mu?

İmam Ahmed'den gelen iki farklı rivayet vardır: Menfi görüşün izahı şu şekildedir: Köle "velâ" ehlinden değildir. Âzad ise velâya dayanır.

Ebu Bekir ve başkaları, kölenin âzad hakkı vardır rivayetini tercih etmiş­lerdir. Buna göre: Acaba kendisini âzad edebilir mi? Konuyla ilgili olarak mezhebte iki görüş vardır. "Caizdir" diyenler iznin mutlak oluşunu delil olarak ileri sürmüşlerdir. "Caiz değildir" diyenler ise, "âzad etme" konusunda verilen izin başkasının âzad edilmesine yorulur, demişlerdir. Nitekim ona tasadduk hususunda izin verse, bu izin kendisinden başkasına tasaddukta bulunması anlamına gelir.

5— Zıhar yapanın keffâret vermeden önce cimada bulunması caiz değil­dir. Burada ihtilâf iki konudadır: Birincisi: Keffâretten önce, cinsel ilişki dışın­da kadına dokunabilir mi, dokunamaz mı? İkincisi: Eğer keffâreti doyurmak yoluyla ise, ondan önce cima edebilir mi, edemez mi? Konu ile ilgili olarak fukahanm görüşleri ikiye ayrılmaktadır. Her ikisi de İmam Ahmed'ten riva­yet olarak Şafiî'den görüş olarak nakledilmiştir.

Cima dışında, kadından istifadeyi yasaklayan görüşün dayanağı, "Birbi­rine temastan önce..." ifadesinin zahiridir. Ayrıca onu, kendisiyle cimada ve cimaya davet eden öpmek, tutmak gibi diğer hareketlerde bulunması haram olan bir mahremine benzetmiştir.

Cevaz veren görüşe göre ise, âyetteki "temas" cimadan kinayedir. Cima-nın haram olmasından cimayı çağrıştıracak şeylerin de haram olması gerek­mez. Meselâ, hayızlı kadınla cima haramdır, ama cimayı çağrıştıracak hare­ketler, haram değildir. Yine oruçluya cima etmek haramdır ama öpmek, sevmek haram değildir. Esir edilen kadınla (istibrâdan önce) cima haramdır ama onu çağrıştincı hareketler haram değildir. Bu görüş de İmam Ebu Hani-fe'ye aittir.

İkinci mesele; keffâretin doyurma yoluyla yapılması durumunda, keffâ­retten önce cimanın caiz olup olmaması şeklinde idi. Caizdir görüşünün izahı şu şekildedir: Yüce Allah, keffâretin, âzad ya da oruçla olması durumund?

cimadan önce olmasını açıkça kayıtlamış fakat doyurma yoluyla yapılması hakkında bir kayıt getirmemiş, mutlak zikretmiştir. Kayıtlamanın da, mutlak zikretmenin de bir hikmeti olmalıdır. Eğer doyurmak konusunda da kayıtla­mayı murad etmiş olsaydı, âzad ve oruçla olan kefareti kayıtladığı gibi bunu da "temastan önce" diye kayıtlardı. Yüce Allah —hâşâ— boş yere birini kayıt­layıp, diğerini mutlak zikretmemiştir. Mutlaka kasdettiği bir hikmeti vardır. Allah'ın kayıtladığını kayıtlamak, mutlak zikrettiğim de mutlakhğı üzere bırak­maktan başka bir hikmet de yoktur.

Caiz değildir görüşüne gelince; bunun izahı da "mutlak zikredilen şeyin hükmü, kayıtlı (mukayyed) zikredilenden alınır" şeklindedir. Bu da ya beyan yoluyladır ya da iki suret arasındaki farklılığın ilga edildiği kıyas yoluyladır. Yüce Allah benzer iki şey arasını ayırmaz. "Birbirlerine temastan önce" ifade­sini İki defa zikretmiştir. Eğer üçüncü kez yine tekrar etseydi söz uzardı. İki defa zikretmekle keffâretlerde hükmünün tekerrür edeceğine tenbih buyur­muştur. Eğer kelâmın sonunda tek bir defa zikretmiş olsaydı, sadece son keffâ­rete aitmiş gibi bir yanlış anlamaya sebep olabilirdi. Eğer sadece ilk keresiyle yetinilseydi, birinci keffârete ait anlamı çıkarabilirdi. Her keffâret için ayrı ayrı tekrarı da sözü uzatmak olur. Sözün en fasih ve beliğ olanı, en vecizi âyetteki halidir.

Sonra Allah, hem zamanın uzun olmasına hem de cimaya duyulacak aşın ihtiyaca rağmen, oruç keffâretinin cimadan önce olmasını şart kılmakla, fazla zaman gerektirmeyen doyurma yoluyla keffâretin cimadan önce oluşunun öncelikle şart olacağına işaret buyurmuş olmaktadır.

6— Yüce Allah keffâret orucunun, temastan önce olmasını emir buyur­muştur. Bu da hem gündüz, hem de geceyi içine alır ve oruç süresince gündüz ya da gece cimanın haramlığında imamlar arasında ihtilâf yoktur. İhtilâfları, haram olmakla birlikte (gece yapılan) cima ile "peşpeşe olma şartı" (teiâbu*) bozulur mu, bozulmaz mı konusundadır. Yine iki görüş vardır: Birincisi: Bozu­lur şeklindedir. Bu görüş Mâlik, Ebu Hanife ve zahir mezhebinde İmam Ahmed'e aittir. İkincisi: Bozulmaz, şeklindedir. Bu da İmam Şafiî ile diğer rivayette İmam Ahmed'in görüşleridir.

Kur'ân'ın zahiri, "peşpeşe olma şartı bozulur" diyenlerle beraberdir. Zira yüce Allah, keffâret olarak temastan önce "peşi peşine iki ay oruç" emret­miştir. Emirse yerine gelmemiştir. İkinci olarak, bu emir orucun tamamlan­masından önce teması yasaklama ve onu haram kılma durumunu içerir. Yasak da, orucun itibara alınmamasını gerektirir. Çünkü, Hz. Peygamber'in emri üzere olmayan bir iştir, dolayısıyla merduttur.

Meselenin sırrı şuradadır: Allah (c.c.) iki şeyi vacip kılmıştır: 1) İki ayın peşi peşine olması, 2) Bu iki ayın oruçlarının temastan önce tamamlanması. Allah'm emrini yerine getirmiş olabilmesi için mutlaka bu iki şeyin birden yapılması zarureti vardır.

7—  Yüce Allah, fakirlerin doyurulması keyfiyetini mutlak zikretmiş, miktar ve peşi peşine olma kaydı getirmemiştir. Buna göre kişi aitmiş fakiri, onlara tahıl ya da hurma vermeksizin, sabah akşam doyursa bu caizdir ve Allah'm emrini yerine getirmiş olur. Cumhur, İmam Mâlik, Ebu Hanife ve iki rivayetinden birinde İmam Ahmed bu görüştedirler. Altmış fakiri ayn ayn, ya da birden doyurması arasında bir fark yoktur.

8— Mutlaka "altmış" fakirin bulunması gerekir. Şayet bir fakiri altmış gün doyuracak olsa bu sadece bir fakir için geçerli olur. Bu cumhurun, İmam Mâlik, Şafiî ve iki riayetinden birinde İmam Ahmed'İn görüşleridir. İkinci görüş: Vacib olan, altmış defa doyurmadır, isterse tek bir fakir olsun, şeklin­dedir ve Ebu Hanife'nin mezhebi böyledir. Üçüncü görüş: Eğer başka fakir­ler varsa caiz değildir, yoksa bir fakirin altmış defa doyurulması da yeterli­dir. İmam Ahmed'İn zahir mezhebi budur. Görüşler içerisinde de en doğrusu bu olmaktadır.

9— Keffâretin sadece "mesâkîri"' (yoksullar) zümresine verilmesi gere­kir. Fakirler de bu kelimenin kapsamına girerler. Nitekim mutlak olarak zikre-dildiğinde, bunlar da "fakirler" kelimesinin kapsamına girmektedir. Hanbelî âlimlerimiz ve başkalan hükmü, ihtiyacından dolayı zekât alan her gruba teşmil etmişlerdir ki bunlar; fakirler, yoksullar, yolda kalmışlar, borçlu ve mükâte-be akdi imzalamış köleler olmaktadır. Kur'an'ın zahiri, keffâretin sadece yoksullara ait olduğunu ifade etmektedir, dolayısıyla onlardan başkasına veri­lemez.

10—  Yüce Allah burada, keffâret için boyun (köle) azadından bahse­derken mutlak zikretmiş, kölenin mü'min olması şeklinde bir kayıt getirme­miştir. Katil keffâretinde ise "mü'min köle" azadı şeklinde kayıtlamıştır. Bura­dan hareketle fukaha, katil keffâreti hariç, diğerlerinde âzad edilecek köle­nin mü'min olması şartının aranıp aranmayacağı konusunda ikiye ayrılmış­lardır: İmam Şafiî, Mâlik ve zahir mezhebinde İmam Ahmed, iman vasfım şart koşmuşlardır. Ebu Hanife ve Zahirîler ise şart koşmamişlardır. İman şartı aramayanlar şöyle demişlerdir: "Eğer şart olsaydı Yüce Allah katil keffâre­tinde belirttiği gibi, burada da onu belirtirdi. Halbuki belirtmemiştir. Öyley­se Allah'ın mutlak zikrettiği mutlak, kayıtladığı da kaydıyla birlikte alınır ve her ikisiyle de amel edilir."

Hanefiler buna şunu da ekliyorlar: Diğer keffâretlerde âzad edilecek köle için iman vasfım şart koşmak nassa yapılan bir ziyadedir. Bu ise bir nevi nesih­tir. Kur'an ise ancak Kur'an'la veya mütevatir sünnetle neshedilebilir.

Diğerleri şöyle diyorlar (ifade Şafiî'ye aittir): Allah (c.c.) katil keffâre­tinde kölenin mü'min olması şartını belirtmiştir. Nitekim şahitlerin "âdil olması" vasfını belirtmiş, birçok yerde de şahitlerden bahsederken (âdil olma vasfını belirtmeden) mutlak ifade kullanmıştır. Buradan mutlak zikrettiği şahit­liklerin, âdil olma vasfını şart koştuğu şahitlik mânasında olduğunu çıkarı­yoruz. Hem sonra Yüce Allah müslümanlarm mallarını, müşriklere değil, müslümanlara çevirmiştir. Allah zekâtı farz kılmıştır ve zekât müslümanlar-dan başkasına caiz değildir. Aynı şekilde azadını farz kıldığı boyun da ancak mü'mine ait olmalıdır.[987]

İmam Şafiî, Arap dilinin, eğer aynı cinstense, "mutlak"m, "mukayyed"e yorulmasını gerektirdiğini belirtmiş ve şer'î örfü, kendi dillerinin (Arapça) gereğine yormuştur.

Burada iki konu vardır: 1) Mutlak'ın mukayyede yorulması beyandır, kıyas değildir. 2) Bu yorumlamanın sıhhati için iki şart aranır: Birisi hükmün aynı olması; diğeri de, mutlak için sadece tek bir asılın bulunmasıdır. Eğer mutlak iki farklı asıl arasında ise, belirleyici bir delil olmadıkça o iki asıldan birisine yorulması mümkün değildir. İmam Şafiî: "Kişi mutlak olarak, bir köle âzad edeceğim diye adakta bulunsa, ancak mü'min bir köle kifayet eder." der. Bu hüküm işte bu asıl üzerine kurulmuştur. Ayrıca adak, şer'î vacibe yorulur. Şeriatte vacib olan âzad da, ancak müslümanın âzad edilmesiyle gerçekleşir. Buna delâlet eden delillerden birisi de şu hadîstir: Hz. Peygam­ber (s.a.), âzad edilmesi adanan bir cariye hakkında kendisine soru soran biri­sine: "Onu bana getir." demiş ve cariyeye: "Allah nerededir?" diye sormuş, o da: "Gökte." demiş, Hz. Peygamber: "Ben kimim?" buyurmuş, cariye de: "Sen Allah'ın Rasûlü'sün." demiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber soru sorana: "Onu âzad et. Çünkü o mü'mindir." buyurmuştur.[988]

İmam Şafiî: "Cariye, iman vasfını belirtince Hz. Peygamber, onu âzad etmesini emretti." diyor.

Bu, şer'an emroîunan âzad için, kölenin mutlaka mü'min olması gerek­tiğinde açıktır. Yoksa Hz. Peygamber'in, "Âzad et. Çünkü o mü'mindir." diyerek âzad işini imana dayandırmasının bir mânası kalmaz. Çünkü daha umumî olan, her ne zaman hükmün illeti olursa, daha hususî olanın bir tesiri bulunmaz.

Hem sonra müslüman kölenin âzad edilmesinden maksat, onu Rabbine ibadet için boşaltmak, kula kulluktan kurtararak sadece yaratıcıya kul olma­sını sağlamaktır. Şüphesiz ki bu durum. Sâri' Teâlâca maksut ve sevilen bir şeydir. Dolayısıyla ilgası caiz olamaz. Bir kölenin, sadece yaratıcısına kulluk için boşaltılması ile, haça, güneşe, aya, ateşe vb. tapmak için boşaltılması Allah ve Rasûlü katında aynı olamaz. Yüce Allah, katil keffâretinde iman şartını belirtmiş ve bu şarttan bahsedilmeyen diğer keffâretlerin hükmünü de o beyan üzerine havale etmiştir. Nitekim iki şahitte aranması gereken adalet vasfını bir yerde beyan etmiş, mutlak zikredilen diğer yerlerdeki şahitlikle ilgili hüküm­leri o beyana havale etmiştir. Düşünen kimse için Yüce Allah'ın kelâmındaki mutlak ve mukayyed ifadelerin çoğunun durumu böyledir ve bunlar sayıla­mayacak kadar çoktur. Bunlardan bir tanesi; sadaka, iyilik ya da ara bulma isteyen kimse hakkındaki: "...Kim Allah'ın rızasını elde etmek için onu yapar­sa, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz. "[989] âyetidir. Başka bir yerde, hatta pek çok yerde, buradaki "Allah'ın rızasını elde etmek için" şartıyla iktifa edilerek, böyle bir kayıt getirilmeden, sevap bizzat amelin işlenmesine bağlanmıştır. Aynı şekilde, "Bu durumda her kim, mü'min olarak salih ameller işlerse, onun çabasını görmezlikten gelmek olmaz.[990] âyeti de misâllerden sadece biridir. Başka yerde ise, burada zikredilen iman şartının malum olma­sı ile yetinilerek, mükâfat doğrudan salih amellerin işlenmesine bağlanmış­tır. Va'd ve vaîd (sevap ve azap) ile ilgili naslarda çoğu kez durum böyledir.

11—  İki kölenin her bir yansım âzad etse, bir boyun (köle) âzad etmiş olmaz. Bu konuda âlimlerin üç görüşü vardır. Hepsi de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir. İkincisi: Yeterlidir. Üçüncüsü —ki en doğrusu budur—: Eğer her iki kölenin de hürriyeti tamamlanmışsa kifayet eder, yoksa etmez, şeklindedir. Çünkü böyle bir adam hakkında, "O bir köleyi hürriyete kavuş­turdu." demek doğru olur. Hürriyetlerinin tamamlanmaması durumu ise böyle değildir.

12—  Keffâret, kefaret öncesi yapılan cima sebebiyle düşmez, ikiye de katlanmaz. Aksine, tek bir keffâret gerekir. Nitekim daha önce geçen Hz. PeygamberMn hükmü buna delâlet etmektedir.

Salt b. Dînâr der ki: "On fakîhe, zihar yapan kişinin keffâret vermeden önce cima etmesi durumunu sordum: Hepsi de: Bir keffâret gerekir, dediler. Onlar: Hasan (el-Basrî), İbn Şîrîn, Mesrûk, Bekr, Katâde, Atâ, Tâvûs, Mücâ-hid ve îkrimeMir. Onuncusu da sanıyorum Nâfi' idi." Dört imamın görüşü de böyledir.

İbn Ömer ile Amr b. el-Âs'ın: "Ona iki keffâret gerekir." dedikleri sahih olarak bilinmektedir. Saîd b. Mansur, zıhar yapıp da keffâret vermeden önce cima eden kimse hakkında, Hasan (el-Basrî) ve İbrahim'in: "Üç keffâret gerekir" dediklerini nakleder. Yine Saîd b. Mansur; Zührî, Saîd b. Cübeyr ve Ebu Yusuf'tan da bu durumda keffâretin düşeceği görüşünü nakletmiştir. Bunlara göre, keffâretin vakti geçmiştir, temastan önce verme imkânı kalma­mıştır.

Buna şöyle cevap verilir: Eda vaktinin geçmiş olması, vacibi zimmetten düşürmemektedir. Namaz, oruç, ve diğer ibadetlerde olduğu gibi. (Dolayı­sıyla keffâret düşmez.)

"İki keffâret gerekir" görüşünün izahı ise; bunlardan birincisi dönme gerçekleşen zıhar içindir. İkincisi ise haram olan cima içindir. Nitekim Ramazan gündüzünde, ihramlı halde iken yapılan cimalara da keffâret gerekmektedir.

"Üç keffâret gerekir" görüşüne getirilecek bir izah bilinmiyor. Olsa olsa harama karşı cür'etkârhğı sebebiyle, üzerine bir ceza olsun şeklinde düşünü­lebilir.

Allah Rasûlü'nün hükmü, bu görüşlerin aksine delâlet etmektedir. Allah en iyi bilir. [991]


[979] En'âm, 6/28.

[980] Isrâ, 17/8.

[981] Mücâdele, 58/8.

[982] Buharî, 51/30; Müslim, 1622.

[983] Ebu Davud, 2219.

[984] Asıl nüshada Dımâm seklindedir. Bir tahrif sonucudur. Hadis için bk. îjrtüslim, 868.

[985] Mücâdele, 58/8.                                                                                       

[986] el-Ümm, 5/279; Muhtasaru'l-Müzenî, 203, 204. Müellif nakli Muhtasara 1-Müj.enTden yapmakladır.

[987] el-Ümm, 5/280; Muhtasaru'l-Müzenî, 204.

[988] Müslim, 537.

[989] Nisa, 4/114.

[990] Enbiya, 21/94.

[991] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/418-431.