๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 07 Temmuz 2011, 17:14:23



Konu Başlığı: Uhud savaşında ortaya çıkan hikmetler
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 07 Temmuz 2011, 17:14:23
 
12- Uhud Savaşında Ortaya Çıkan Bazı Hikmetler:

 

Allah Teâla, "Sen mü'minleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere erkenden evinden ayrılmıştın..."[563] âyetiyle olayı anlatmaya başladığı yerden itibaren 60 âyet boyunca Âl-i İmrân sûresinde bunların esaslarına ve temel noktalarına işaret buyurmuştur:

1- Allah Teâlâ müslümanlara, itaatsizliklerinin, gevşekliklerinin ve bir­birlerine düşmelerinin kötü sonucunu bildirmiş ve uğradıkları belânın sadece bu kötülükleri sebebiyle olduğunu şöylece haber vermiştir: "Andolsun ki Al­lah, size verdiği sözde durdu. O'nun izniyle onları (kâfirleri) kesip biçiyordu­nuz. Ama Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra, gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz; sizden kimi dünyayı, kimi ahireti istiyor­du. Derken denemek için Allah sizi onlardan geri çevirip bozguna uğrattı. Andolsun ki O sizi bağışladı..."[564]

Peygambere isyanlarının, çekişmelerinin ve gevşemelerinin sonucunu gö­rünce, bundan sonra çok hazırlıklı, uyanık ve Allah'ın yardımsız bırakması­na sebep olacak şeylerden daha bir sakınır oldular.

2- Allah'ın, Peygamberleri ve onlara uyanlar hakkındaki hikmeti ve sün­neti, (düşmanlarıyla savaşta) birinde onların, diğerinde de düşmanlarının ga­lip gelmesi şeklinde olagelmiştir. Fakat sonuç her manian peygamberlerin ve onlara uyanların lehine olmuştur. Zira, daima galip gelseler peygamberlerle beraber hem mü'minler hem de daha başkaları savaşa girerlerdi. Dolayısıyla sadık mü'min, diğerlerinden ayırdedilemezdi. Tersine, devamlı mağlup olsa­lardı, peygamberlik ve elçi göndermenin maksadı hasıl olmazdı. Hikmeti ge­reği, Allah onlara her ikisini (zafer ve mağlubiyeti) de verdi; böylece peygamberlere hak inançtan ve onların getirdikleri şeylerden dolayı uyan, itaat eden kimseler ile onlara, özellikle zafer ve galibiyetlerinden ötürü uyanlar bir­birlerinden ayrılmış olsunlar.

3- Bu durum, peygamberlerin özelliklerindendir. Nitekim (Bizans İmpa­ratoru) Hirakl, Ebu Süfyan'a şöyle sormuştu:

—  Onunla savaştınız mı?

—  Evet.

—  Onunla aranızdaki savaş nasıl neticelendi?

— Dönüşümlü. Birinde o bize galip gelir, diğerinde de biz ona galip geliriz.

— İşte peygamberler böyle imtihan olunurlar, sonra sonuç onların lehi­ne olur.[565]

4- Sadık mü'min sahtekâr münafıktan ayrılmıştır. Çünkü mü'minleri Al­lah Bedir savaşında düşmanlarına üstün kılıp şöhretleri yayılınca, içten on­larla birlik olmayan bir kısım kimseler, dış görünüş itibariyle onlarla beraber İslâm'a girmişti. Allah'ın hikmeti, kullarına mü'minle münafığı birbirinden ayıracak bir imtihanı sebep kılmayı gerektirdi. Nitekim münafıklar bu savaş­ta baş kaldırıp gizlediklerini söylediler, sırları ortaya çıktı. Uzaktan uzağa îma ettikleri şey açıklığa kavuştu. İnsanlar apaçık bir şekilde kâfir, mü'min ve münafık kısımlarına ayrıldılar. Böylece mü'minler, bizzat kendi evlerinde, kâfirler dışında kendileri ile bir arada bulunan ve kendilerinden ayrılmayan bir düşmanlarım daha tanıdılar, onlara karşı hazırlandılar ve onlardan sa­kındılar. Allah Teâlâ buna şöyle işaret etmektedir: "Allah inananları, sizin içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; temizi pisten ayıracaktır. Allah sizi gayba vâkıf kılacak değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dile­diğini seçer..."[566] Yani Allah Teâla, mü'minleri münafıklarla benzerlik ar-zeden bir hal üzere bırakacak değildir. Uhud savaşındaki malum imtihanla ayırdığı gibi iman ehlini münafıklardan ayıracaktır. Allah Teâlâ size, mü'-minlerle münafıkları birbirinden ayırdığı gaybı da bildirecek değildir. Onlar Allah Teâlâ'mn gaybmda ve ilminde ayırdedilmişlerdir, ancak O, münafık­ları kesin bir ayrımla ayırmak istemektedir. Böylece O'nun malumu olan gayb âyân beyan ortaya çıkmış olur. "Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer" şeklindeki Allah kelâmı, yaratıklarından peygamberlerden başka hiç­bir kimsenin gaybı bilmeyeceğine açıklık getirmek için gelmiştir. Zira Allah, Rasûlîerine gaybmdan dilediği şeyleri bildirir. Nitekim, "Gaybı bilen Allah, gaybı bildirmek istediği peygamberler dışında hiç kimseye bildirmez. "[567] bu­yurmuştur. Sizin mutluluk ve saadetiniz, Rasûllerine bildirdiği gaybe iman etmektedir. Şayet gaybe inanır ve iman ederseniz en büyük sevap ve değer sizindir.

5- Allah, dostlarının ve taraftarlarının sevinçte ve tasada, hoşlandıkları ve hoşlanmadıkları durumda, zaferi kendilerinin veya düşmanlarının kazan­maları halinde nasıl kulluk yapacaklarını ortaya çıkarmıştır. Mü'minler, hoş­larına giden ve gitmeyen konularda Allah'a itaata ve kulluğa devam ederlerse, işte onlar O'nun gerçek kullarıdır; sadece sevinç, nimet ve afiyet hallerinde Allah'a kulluk yapan kimseler gibi değildirler.

6- Şayet Allah Teâlâ mü'minlere devamlı yardım etse, her yerde düşman­larına karşı zafer kazandırsa ve onları ebediyen düşmanlarına üstün ve galip kılsaydı, nefisleri azıtır, kibirlenir ve kabanrdı. Ve şayet Allah Teâlâ, onlara daima zafer, galibiyet ihsan etseydi, bolca rızık verdiği kimseler nasıl olacak­larsa öyle olurlardı. Halbuki O'nun kullarını ancak sevinç ve sıkıntı, güçlük ve rahatlık, darlık ve bolluk ıslah eder. O, kullarının işlerini hikmetine yara­şır biçimde düzenleyendir ve O, kullarından haberdardır ve onları görendir.

7- Allah mü'minleri mağlubiyetle, yenilgiyle ve hezimetle imtihan ettiğin­de zelil oldular, yenildiler ve boyun eğdiler. Bu sebeple O'nun izzet ve yardı­mını hakettiler. Zira zafer gömleği ancak zelilliğin ve kırılmanın (getirdiği) dostlukla giyilir. Nitekim Allah Teâlâ da: "Andolsun ki siz zelil bir durumda iken Allah (Bedir'de) size yardım etmişti."[568] ve "... Çokluğunuz sizi bö­bürlendirdiği ancak bir faydası da olmadığı Huneyn savaşında... "[569] buyur­muştur. Çünkü O, kulunu yüceltmeyi, üstün ve muzaffer kılmayı dilediği zaman önce onu kırar. Onu galip ve muzaffer kılması da kulunun zilleti ve kırılması ölçüsünde olur.

8- Allah Teâlâ, mü'min kulları için ikram yurdunda (cennet) öyle merte­beler hazırlamıştır ki, oralara amelleriyle ulaşamazlar, ancak belâ ve mihnet­le ulaşabilirler. Kullarım, o mertebelere varış sebepleri cümlesinden olan salih amellere muvaffak kıldığı gibi, yine kendilerini bu mertebelere ulaştıracak belâ ve imtihan gibi sebepleri de onlar için takdir buyurmuştur.

9- Nefisler, daimi afiyet, zafer ve zenginlikten dolayı azgınlığa düşüp dün­yaya meyleder. Bu ise nefisleri, Allah'a ve ahirete doğru yaptığı yolculuktaki ciddiyetinden uzaklaştıran bir hastalıktır. Rabbi, Mâliki ve merhamet edicisi (olan Allah), onun bu hastalıktan kurtulmasını istediğinde, kendisine yaptığı gayretli yolculuktan alıkoyan bu hastalığın ilacı olan belâ ve imtihanları tak­dir buyurur. Böylece bu belâ ve sıkıntılar, hastaya hoş olmayan ilacı içiren ve hastalıklarını tedavi için acı veren damarları kesen (ameliyat eden) doktor yerindedir; ki doktor hastayı bu durumda biraksaydı hastalıklar onu sarardı ve ölümü bunların yüzünden olurdu.

10- Şehitlik, Allah katında Allah dostlarının en yüce mertebesidir. Şe-hidler de kulları arasında en seçkinleri ve en yakınlarıdır. Sıddîklık derece­sinden sonra şehitlikten başka bir derece yoktur. O, kullan içerisinden, kanlan Allah sevgisi ve rızası uğrunda dökülen, Allah sevgisi ve rızasını kendi canla­rına tercih eden şehidler edinmekten hoşlanır. Bu dereceyi elde etmek için, düşmanı başına musallat etmesi gibi şehitliğe götüren sebepleri takdir etme­sinden başka bir yol yoktur.

11- Allah Teâlâ, düşmanlarını yok edip öldürmek istediğinde, helak edi­lip Öldürülmelerini gerektirecek sebepleri hazırlar. Kâfir oluşlarından sonra bunun en büyük sebepleri isyanları, haddi aşıp azgınlaşmaları, Allah dostla­rına eziyette aşırıya gitmeleri, onlarla çarpışıp savaşmaları ve üzerlerine mu­sallat olmalarıdır. Böylece Allah dostları, günahlarından ve kusurlarından temizlenirken, düşmanlarının da mahvedilme, helak edilme sebepleri artar. Allah Teâlâ şu âyette bunu anlatmaktadır: "Sakın gevşemeyin, üzülmeyin; iman etmişseniz mutlaka en Üstün sizsiniz. Eğer siz (Uhud'da) bir yara almış-samz, (size düşman olan) topluluk da (Bedir'de) benzeri bir yara almıştı. Böy­lece Biz, Allah'ın gerçek mü'minleri ortaya çıkarması ve içinizden şehidler edinmesi için bu günleri bazan lehlerine bazan da aleyhlerine olarak insanlar arasında döndürüp dururuz. Allah zalimleri sevmez. Ve böylece iman eden­leri günahlardan arındırmak, inkarcıları da mahv etmek için böyle yapa-nz_» [570]Allah Teâlâ bu hitabda mü'minleri teşvik edip kendilerine güvenlerini artırmak, gayret ve kararlılıklarım canlandırmakla güzelce teselli etmeyi bir araya getirmiş ve kâfirlerin onlara karşı galip gelmesini gerektiren göz ka­maştırıcı hikmetleri saymıştır. Nitekim, "... Eğer siz (Uhud'da) bir yara al-mışsanız, (size düşman olan) topluluk da (Bedir'de) bir yara almıştı..."[571] buyurmuştur. Yaralanma ve acı çekme konusunda birbirinize denk oldunuz, fakat ümit ve sevap konusunda birbirinizden ayrıldınız. Nitekim şöyle bu­yurmuştur: "... Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çek­mektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız.'"[572]Size ne oluyor ki yaralanıp acı çektiğinizde gevşeyip za­yıflıyorsunuz. Müşrikler bu belâya şeytanın yolunda uğramışlarken siz be­nim yolumda ve rızamı kazanmak uğrunda maruz kaldınız.

Sonra Allah Teâlâ, bu dünya hayatının günlerini insanlar arasında evi­rip çevirdiğini, uğradıkları sıkıntının bugünün sıkıntısı olduğunu ve onu ahi-retin aksine olarak dostları ve düşmanları arasında dönüşümlü olarak taksim ettiğini bildirmektedir. Zira ahiretin şerefi, zaferi ve ümidi sadece iman edenlere mahsustur.

Sonra bir başka hikmetini belirtti: Bu da, mü'minleri münafıklardan ayır-detmesidir. Böylece, daha önceleri onlar kendi gayb ilminde malum iken ru'-yet ve müşahede ilmiyle de onları bildirmiştir. Bu gayb ilmi ile sevap veya ceza gerekmez; sevap ve ceza ancak duyu âleminde gerçekleşip görüldüğün­de malum (olan hususlar)a gerekir.

Sonra bir başka hikmeti daha zikretti: Bu da Allah'ın mü'minler araşır dan şehidler edinmesidir. Zira O, kulları içinden şehidleri sever. Onlar iç|i en yüce ve en üstün makamları hazırlamış ve onları bizzat kendisi için ayiı mıştır. Öyle ki onlan şehitlik derecesine erdirmeyi gerekli kılmıştır. Allah T( âlâ'mn: "... Allah zalimleri sevmez."[573] buyurması, Allah'ın Peygamberini Uhud savaşında yardımsız bırakan ve Uhud savaşına katılmayan münafıkla­rı sevmeyip onlara gazaplandığım anlattığı gerçekten yerinde yapılmış hoş bir tenbihtir. Allah onlan sevmediği için aralarından şehidler edinmemiştİr. O gün mü'minlere tahsis ettiği ve şehid olanlara verdiği şeylerden mahrum et­mek için münafıkları çevirip geri döndürmüştür. Böylece Allah, kendi dost­larını ve taraftarlarını muvaffak kıldığı yollardan o zalimleri alıkoymuştur.

Sonra bu savaşta başlarına gelen şeyler hakkındaki bir başka hikmeti zik­retti: Bu hikmet, iman edenlerin arındırılmasıdır. Bu arındırma da onları gü­nahlardan ve nefsin âfetlerinden temizlemesi ve kurtarması demektir. Yine aynı şekilde Allah Teâlâ, onları münafıklardan da kurtarıp arındırdı, böyle­ce mü'minler münafıklardan ayrılmış oldu. Neticede mü'minlerin lehine iki tür arındırma ortaya çıkmış oldu: Nefislerinden arındırma ve düşman olduk­ları halde kendilerini mü'minlerdenmiş gibi gösteren münafıklardan arındırma.

Sonra diğer bir hikmeti daha zikretti: Azıtıp sapıtmaları, isyan etmeleri ve düşmanlıkları sebebiyle kâfirleri mahvetmesi. Sonra Allah Teâlâ onların, kendi yolunda cihad etmeksizin ve düşmanların eziyetlerine sabretmeksizin cennete gireceklerine dair hesaplarını ve zanlarım reddetti. Böyle düşünen ve zannedenler reddolunduklarına göre böyle bir şey kesinlikle mümkün değil­dir. İşte Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Yoksa siz, Allah aranızdan cihad eden­leri ve sabredenleri bilmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?.."[574] Yani: Sizden böyle bir şey ortaya çıkmadı ki, Allah onu bilsin. Çünkü böyle bir şey gerçekleşirse Allah onu muhakkak bilir ve buna karşılık sizi cennetle mükâfatlandırır. Mükâfat, mücerred bilgiye göre değil, malum olmuş vak'a-ya göredir. Allah Teâlâ kula, kendisinin malumu olan şey gerçekleşmeksizin, mücerred ilmine dayanarak mükâfat veya ceza vermez. Sonra Allah Teâlâ, temenni edip kavuşmayı arzuladıkları bir işten bozguna uğramalarını başla­rına kakarak şöyle buyurdu: "Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyor dun uz, İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz."[575]

İbn Abbas diyor ki: Allah Teâlâ, Peygamberinin dilinden Bedir şehidle-rine ne gibi ikramlarda bulunduğunu haber verince ashab-ı kiram, şehidliği arzu edip içinde şehid olacakları ve (şehid) kardeşlerine kavuşacaktan bir sa­vaşı temenni ettiler. Allah Teâlâ da onlara, Uhud savaşında bunu gösterdi, sebeplerini hazırladı. Çok geçmeden Allah'ın dilediklerinden başkaları boz­guna uğradılar. Bunun üzerine Allah: "Andolsun ki siz ölümle karşılaşma­dan önce onu arzuluyordunuz. İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz." âyetini indirdi.

12- Uhud vak'asi Rasûlullah'ın (s.a.) vefatı öncesinde, bu konuda bir başlangıç ve harikulade bir belirti olmuştur. Ailah mü'minleri teskin etti ve Rasûlullah'm (s.a.) ölmesi veya öldürülmesi (söylentisiyle) gerisin geri dön­melerinden dolayı azarladı. Halbuki onlara gerekli olan, O'nun dini ve tev­hidi üzere, sabit kalmaları ve bu uğurda ölmeleri ya da öldürülmeleridir. Çünkü onlar Muhammed'in Rabbine ibadet etmektedirler; O ise hiç ölmez diridir. Muhammed ölse veya öldürülse bile bu durum onları O'nun dininden veya getirdiklerinden çevirmemelidir. Zira her canlı ölümü tadacaktır. Muhammed de baki kalmak için peygamber gönderilmemiştir. Ne O, ne de kendileri baki değildirler. Ancak İslâm ve tevhid uğrunda ölmelidirler; zira -Rasûlullah öl­se de sağ kalsa da- ölüm mutlaka gelecektir. Onun için Allah Teâlâ, şeytan: "Muhammed öldürüldü!" diye bağırdığında, dininden dönenlerin dönüşü­nü kınayarak şöyle buyurmuştur: "Muhammed ancak bir peygamberdir. On­dan önce de peygamberler gelip geçmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri mi döneceksiniz? Kim gerisin geri dönerse Allah'a hiçbir ziyan veremez. Allah, şükredenlerin mükâfatını verecektir. "[576] Şükredenler ise, nimetin kıy­metini bilen, ölünceye veya öldürülünceye kadar bu nimet üzere sebat eden­lerdir. Rasûlullah (s.a.) vefat ettiği gün bu azarlamanın etkisi, bu hitabın hükmü ortaya çıktı. Gerisin geri dönüp mürted olanlar oldu, fakat şükredenler dinlerinde sebat ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ da onlara yardım etti, on­ları yüceltti ve düşmanlarına karşı muzaffer kıldı, sonucu da onların lehine çevirdi.

Daha sonra Allah Teâlâ, her canlı için tamamlayacağı ve sonunda kavu­şacağı bir ecel tayin ettiğini haber verdi. İnsanların hepsi, yolları farklı olsa da tek bir kaynak şeklinde ölüm havuzuna gelecekler; sonra kıyamet dura­ğından çeşitli yollara ayrılacaklar, bir kısmı cennete bir kısmı da cehenneme gideceklerdir.

Sonra Allah Teâlâ, peygamberlerinden büyük bir topluluğun ve on ar a birlikte kendilerine tâbi olanların çoğunun öldürüldüklerini, ama sağ kalan­ların Allah yolunda başlarına gelen belâlar karşısında gevşemediklerini, za­yıflayıp yılmadıklanm ve boyun eğmediklerini haber verdi. Bu kimselerin savaş sırasında da gevşemediklerini, yılmadıklarım ve boyun eğmediklerini; aksine şehid olmayı metanetle, sabırla ve öne atılarak karşıladıklarım; geri dönerek, zelil bir şekilde boyun eğerek değil, bilakis izzetle, şerefle; geri kaçarak değil, öne atılarak şehid olmayı istediklerini bildirdi. Doğrusu, âyet-i kerime, her iki grubu da ele almaktadır.

Daha sonra Allah Teâlâ, peygamberlerin ve ümmetlerinin günahlarını itiraf ederek, tevbe istiğfarda bulunarak, Rablerinden ayaklanın sabit kılmasını ve düşmanlarına karşı yardım etmesini isteyerek kendi kavimlerine karşı za­fer taleb edişlerini haber verdi. Buyurdu ki: "Söyledikleri sadece şu idi: "Rab-bimiz! Günahlanmızı ve işimizdeki aşmlıklanmızı bağışla, ayaklarımızı sağlam tut, kâfir topluma karşı bize yardım et!" Bu yüzden Allah onlara, hem dün­ya karşılığının hem ahiret karşılığının en güzelini verdi. Çünkü Allah güzel davrananlan sever."[577]Müslümanlar, düşmanın ancak günahları sebebiyle kendilerine galip geleceğini; şeytanın yine ancak günahları -ki bunlar, ya bir hakkı ödemedeki kusur ya da haddi aşmak şeklinde iki türlüdür- sebebiyle ayaklarını kaydırıp kendilerini yenebileceğini; zaferin de tâata bağlı olduğu­nu anlayınca: "Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağış­la!" dediler. Sonra Rab Tebareke ve Teâlâ ayaklarını sabit kılmadığı ve onlara yardım etmediği takdirde kendi başlarına sebat etmeye güç yetiremeyecekle-rini ve düşmanlarına karşı yardım sağlayamayacaklarını anladılar. Eğer O ayaklanın sabit kılmaz ve kendilerine yardım etmezse kendilerinin sebat ede­meyeceklerini ve zafere erişemeyeceklerini ve kendilerinin değil O'nun elinde olduğunu bildikleri bu şeyi O'ndan istediler. Bu yüzden şu iki makamın hak­kını verdiler: I) Yardımı icabettirici makam: Bu, tevhid ve Allah'a sığınma­dır, 2) Yardıma engel olan şeyleri ortadan kaldırma makamı: Bu da günahlar ve aşırılıklardır. Peşinden Allah Teâlâ müslümanlan düşmanlarına itaatten sakındırdı. Eğer onlara itaat ederlerse dünya ve ahirette hüsrana uğrayacak-lanru haber verdi. Burada, Uhud savaşında müşrikler müslümanlara galip gelip zafer kazanınca müşriklere uyan münafıklara tariz vardır.                   

Sonra Allah Teâlâ, mü'minlerin dostu, yardım edenlerin en hayırlısı ol­duğunu ve dostu olduğu kişinin muzaffer olacağını haber verdi.

Sonra Allah Teâlâ düşmanlarının kalplerine müslümanlara hücum etme­lerini ve onlarla savaşmaya kalkışmalarını engelleyen bir korku düşüreceğini ve kendi taraftarlarını düşmanlarına karşı kendisi sayesinde galip gelecekleri bir korku ordusuyla destekleyeceğini haber verdi. Bu korku gönüllerindeki şirk sebebiyledir ve şirkleri ölçüsünde olacaktır. Bu yüzden Allah'a şirk ko­şan en korkak, en ödlek şeydir. İmanlarına şirk karıştırmayan mü'minler için emniyet, hidayet ve kurtuluş; şirk koşan için ise korku, dalâlet ve bedbahtlık vardır.

Sonra müslümanlara, düşmanlarına karşı zafere eriştireceğine dair ver­diği sözde durduğunu haber vermiştir. O, sözünü her zaman tutandır. Şayet müslümanlar itaata ve Peygamber'in emrine sarılmaya devam ederlerse za­ferleri dedevam eder. Fakat itaatten ayrılırlar, bulunmaları gereken yerden uzaklaşırlarsa, itaat bağından kopmuş olurlar. Böylece zafer de kendilerin­den uzaklaşmış olur. Ayrıca, günahın kötü sonuçlan ile itaatin güzel sonucu­nu bildirmek için, onları düşman karşısında bir ceza ve imtihan olmak üzere yüz geri etmiştir.

Sonra Allah Teâlâ, bütün bunların ardından onları affettiğini ve mü'-min kullarına karşı ihsan sahibi olduğunu haber verdi. Hasan (eI-Basrî)'ye: "Düşmanlarını başlarına musallat edip de onlar öldürebileceklerini öldürmüş­ler, cesetlerini parçalamışlar ve emellerine ulaşmışlarken Allah müslümanîa-n nasıl affetmiş oluyor?" diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: "Onlan affetmeseydi, müşrikler köklerini kazırlardı. Fakat bu affı sebebiyledir ki, köklerini kazımak üzere toplanmışken düşmanlarını onlardan püskürtmüştür."

Sonra onlara, şiddetli kaçışları esnasındaki hallerini hatırlattı. Yani kaçma konusundaki ciddiyetlerini ve yeryüzündeki gidişlerini veya dağa çıkışlarını ki, ne Peygambere ne de ashabından birisine bakıyorlardı. Üstelik Peygam­ber arkalarından onları şöyle çağırıyordu: "Bana gelin ey Allah'ın kulları! Ben Allah'ın Rasülü'yüm!" Bu kaçış ve firarları sebebiyle Allah onları, biri bozgun ve yenilgi kederi diğeri şeytanın aralarında, "Muhammed öldürül­dü!" şeklinde çığlık atması kederi olmak üzere keder üstüne kedere uğrattı.

Denilmiştir ki: Allah Teâlâ, RasûhVnün yanından kaçmak ve O'nu düş­manlarına teslim etmekle Rasûlü'nü kederlendirmenize karşılık sizi bir ke­derle cezalandırmıştır. Bu keder, Peygamberini kedere düşürmenize karşılık size cc/iı olarak verilen bir kederdir.                                                 

Birinci görüş, birkaç yönden daha uygun görünmektedir:

1- "Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye..."[578] buyrul-ması, bu keder üstüne kederin hikmetine dikkat çekmedir. Bu ise Allah'ın, kaybettikleri zafer ile uğradıkları bozguna ve yaralanmalara üzülmelerini unut­turmasıdır. Nitekim bu nedenle acılarını unuttular. Bu da ancak, kederi ta­kip eden bir başka kederle hasıl olur.

2- Bu görüş, gerçeğe de uygundur. Şöyle ki, ganimeti kaybedişten dolayı bir keder hasıl oldu, sonra bunu bozgunun kederi, sonra uğradıkları yara­lanma kederi, sonra öldürülme kederi, sonra Rasülullah'ın (s.a.) öldürülmüş olduğu haberini işitmeleri kederi, sonra da bunu düşmanlarının dağda onla­rın üst tarafında bir yere çıkmalarından ötürü bir keder izledi, Allah'ın mu­radı özellikle iki keder değildir; aksine deneme ve imtihanın tam olması için, birbirini izleyen kederlerdir.

3- Âyetteki "bigammin" ifadesi, sevabın tamamındandır, sevabın veri­lişinin sebebi değildir. Anlamı: Kaçmak, peygamberlerini ve ashabını (düş­mana) teslim etmek, Peygamber kendilerini çağırırken O'na koşmamak, bulunmaları gereken yerde kalmak hususunda O'na muhalefet etmek, ken­dilerine verilen emir konusunda çekişmeleri ve gevşemeleri gibi, müslüman-lardan ortaya çıkan davranışlara ceza olarak, sizi bir keder ardından başka bir kedere uğrattık demektir. Bu davranışlardan her biri kendisine has bir keder gerektirir ve onlardan sadır olan sebeplerle gerekçelerin birbirini izlemesi gi­bi uğradıkları kederler de birbirini izler. Eğer Allah affıyla telafi etmeseydi iş başka türlü olurdu. Allah'ın, onlara olan lütfü, şefkat ve merhametinden-dir ki, onlardan sadır olan bu davranışlar, insan tabiatının icaplarından olup kendilerini sürekli bir zaferden alıkoyan ve nefislerinde yerleşmiş bir takım kalıntılardır. Allah onlara lütfederek kuvveden fiile çıkarttığı sebepler hazır­lamıştır. Bunlardan dolayı istenilmeyen neticeler ortaya çıkmıştır. İşte o za­man, bunlardan tevbe etmenin, emsallerinden sakınmanın ve atlarıyla bunları savuşturmanın gerekli bir şey olduğunu ve bu olmadan kendileri için bir kur­tuluş ve devamlı, kalıcı bir zaferin mümkün olamayacağını anladılar. Bu se­beple artık daha çok sakınır ve böyle davranmalarına sebep olan şeylerin gediklerini çok iyi bir biçimde tanır oldular.

"Belki de senin kınamalarının sonuçlan övgü olacaktır; Nice bedenler vardır ki hastalıklarla sağlığa kavuşmuştur."

Sonra Allah Teâlâ, rahmetiyle mü'minleri telâfi etti ve onların kederle­rini hafifletti. Katından bir güven ve rahmet olarak indirdiği uyuklama ile o kederi kendilerinden giderdi. Bedir savaşında mü'minlere indirdiği gibi, sa­vaştaki uyuklama, zaferin ve güvenin bir belirtisidir. Ayrıca Allah Teâlâ, bu uyuklamaya tutulmayan kişilerin, dini, peygamberi veya arkadaşlarına değil de kendi canlarına ehemmiyet veren kişiler olduklarını haber verdi. Bunlar, Allah hakkında cahiliyet devri insanlarına yaraşır, doğru olmayan zanlarda bulunanlardır. Allah hakkında yakışık almayan bu zan; Allah Teâlâ'nın Ra-sûlü'ne yardım etmeyeceği, O'nun işinin dağılıp yok olacağı ve Allah'ın, Ra-sûlü'nü öldürülmeye terkedeceği şeklinde açıklanmıştır. Yine bu zan; mü'minlerin uğradıkları bu belânın Allah'ın kaza ve kaderiyle olmadığı ve Allah'ın bunda bir hikmeti bulunmadığı şeklinde de açıklanmıştır. Ayrıca hik­metin, kaderin, Rasûlü'nün işini tamamlamasının ve İslâm'ı bütün dinlere üstün kılmasının inkâr edilmesi şeklinde de açıklanmıştır. İşte bu zan, Fetih sûresinde buyurulduğu gibi, münafıkların ve müşriklerin Allah Teâlâ'ya karşı besledikleri kötü zanlarıdır: "Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara da aza-betsin. Kötü olaylar kendi başlarına gelsin. Allah, onlara gazab etmiş, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü dönüş yeridir."[579] Bu ancak kötü bir zan, cahiliyet devri insanlarına has bir cahüiye zannı ve gerçek dışı bir zandır. Allah'ın hikmetine, hamdine ve tek Rab tek ilah olu­şuna, caymayacağı sadık vadine yaraşır olanın ve Peygamberlerine yardım edeceğine ve onları hor zelil bırakmayacağına ve galiplerin kendi ordusu ola­cağına dair daha önce vermiş olduğu söze yaraşır olanın aksine bu zan, O'­nun en güzel isimlerine (esmâ-i hüsnâsına), en yüce sıfatlarına, bütün kusurlardan ve kötülüklerden arınmış zatına yakışmayan bir zarıdır. Kim ki, O'nun, Rasûlü'ne yardım etmeyeceğini, işini tamamlamayacağını, onu des­teklemeyeceğini; kendi grubunu desteklemeyip onlan yüceltmeyeceğini ve düş­manlarına karşı zafere erdirmeyip üstün kılmayacağını; kendi dinine ve kitabına yardım etmeyeceğini; hiçbir zaman ayağa kalkamayacak bir yok olmayla tev­hidi ve hakkı yok edeceği bir daimî galibiyet ile tevhid üzerine şirki, hak üze­rine bâtılı galip kılacağını zannederse; Allah hakkında kötü zanda bulunmuş ve O'nu kemâline, celâline, sıfatlarına, niteliklerine lâyık olanın aksine nis-bet etmiş olur. Zira O'nun hamdi ve izzeti, hikmeti ve ilâhhğı, buna tenezzül etmediği gibi, taraftarlarının ve ordusunun boyun eğmesine, sürekli yardım ve daimî zaferin kendisinden yüz çeviren müşrik düşmanlar tarafında olma­sına da razı olmaz. Kim Allah'ı böyle zannederse O'nu tanımamış, isimlerini, sıfatlarını ve kemâlini bilememiş demektir. Aynı şekilde bunun O'nun kaza ve kaderiyle meydana geldiğini inkâr eden kişi de O'nu tanımamış, Rab olu­şunu, mülkünü ve azametini bilememiş demektir. Yine aynı şekilde, takdir etmiş olduğu bu ve bundan gayrı hususları kendisinden Ötürü hamd edilme­sini hak etmiş tam bir hikmet ve iyi bir gaye için takdir etmiş olmasını ve bu­nun, bulunması kaçırılmasından kendisine daha sevimli bir hikmeti ve arzulanan bir gayesi bulunmayan bir iradeden kaynaklandığını ve o hikmet ve arzulanan gayeye götüren ama hoş olmayan bu sebeplerin takdirinin sev­diğine götürdüğünden dolayı bunların hikmetten dışarı çıkmadıklarını inkâr eden kimse de böyledir. O kişiye hoş gelmese de Allah Teâlâ, onları keyfi olarak takdir etmemiş , lüzumsuz yere vücuda getirmemiş ve boş yere yarat­mamıştır. "... İşte bu kâfirlerin zannıdır. Vay ateşte yanacak kâfirlerin haline" [580] İnsanların pek çoğu kendilerine has ya da başkalarına karşı yaptığı dav­ranışlarda Allah hakkında haksız yere kötü zan besliyorlar. Bundan ancak Allah'ı tanıyan, isimlerim ve sıfatlarını bilen, hamdinin ve hikmetinin gerek­tirdiğini idrak eden kişiler kurtulabilir. Kim O'nun rahmetinden ümit keser­se ve rahmetinden umutsuz olursa Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

İhsan ve ihlâslarına rağmen, O'nun kendi dostlarına azab edeceğine ve: dostlarıyla düşmanlarına eşit davranacağına cevaz veren kişi de Allah hak­kında kötü zanda bulunmuştur.

O'nun yaratıklarını başıboş bırakacağını, emir ve yasaklardan sorum-, suz olacaklarını, onlara peygamberlerini göndermeyeceğini, kitaplarını indir-meyecğini, bilakis onları hayvanlar gibi kendi hallerine terkedeceğini zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

Sevap ve ceza vermek için öldükten sonra kullarını, iyileri iyilikleri sebe--biyle ödüllendireceği, kötüleri kötülükleri sebebiyle cezalandıracağı, yaratık­larına ayrılığa düştükleri konularda gerçeği açıklayacağı, bütün âlemlere kendisinin ve peygamberlerinin doğruluğunu ve düşmanlarının yalancı oldu­ğunu göstereceği bir yerde bir araya getirmeyeceğini zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

Emrini yerine getirmek gayesiyle Allah nzası için hâlis niyetle işlediği salih amelini boşa çıkaracağını ve kulun herhangi bir kusuru olmaksızın sebepsiz yere amelini iptal edeceğini veya yapmadığı, seçme şansı olmayan, gücünün yetmediği ve isteği dışında oluşan hususlarda O'nun kendisini cezalandıraca­ğını —bilâkis Allah Teâlâ onu fiillerine göre cezalandıracaktır— ya da yalancı düşmanlannı, nebilerini ve resullerini desteklediği mucizelerle kendisi­ne karşı destekleyeceğini ve kullarını dalâlete düşürsünler diye mucizeleri on­ların ellerine vereceğini; O'ndan gelen herşeyin, —hatta ömrünü O'na itaat yolunda harcayana azab etmesinin ve onu cehennemdeki esfel-i sâfilîn'de (ce­hennemin en alt katında) ebediyen bırakmasının ve ömrünü kendisine, rasûl-lerine ve dinine düşmanlık uğrunda tüketene ise ikramda bulunmasının ve a'lâ-yı üliyyîn'e (cennetin en üst katma) yükseltmesinin bile— güzel olacağını, O'nun yanında her iki durumun da güzellikte denk olduğunu, bunlardan bi­risinin imkânsızlığının ve diğerinin vuku bulmasının ancak doğru bir haberle bilineceğini, yoksa aklın birinin kötü, diğerinin iyi olduğu hakkmda hüküm veremeyeceğini zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

Kim ki, Allah Teâlâ'nın kendisinden, sıfatlarından ve fiillerinden dış gö­rünüşü itibariyle bâtıl, teşbih ve temsil olan ifadelerle haber verip hakkı ter-kettiğini, hakkı haber vermediğini; bunu kapalı rumuzlarla anlattığını; açıklamadığı üstü kapalı işaretlerle belirttiğini; daima teşbih, temsil ve bâtıl­la açıkladığını; yaratıklarının zihinlerim, güçlerini ve düşüncelerini, sözü kul­lanıldığı anlam dışına çıkarmaya ve te'vili dışında te'vil etmeye ve o söz için iğrenç ihtimalleri, açıklama ve anlatmadan daha çok bilmece ve bulmacalara benzeyen te'villeri aramaya çalışmalarını istediğini; onları isimlerini ve sıfat­larını bilmek için Allah'm kitabına değil, kendilerinin akıl ve görüşlerine baş­vurmaya havale ettiğini; Allah'ın kelâmını kendi konuşmalarında ve lisanlarında bildikleri şekle yorumlamamalarmı istediğini; yaratıklarına açık­lanması gereken hakkı açıklamaya ve onları bâtıl itikada düşürecek sözler­den alıkoymaya gücü yettiği halde böyle yapacağı yerde bunu yapmayarak onları hidayet ve açıklama yolunun aksi bir istikamete sürüklediğini zanne­derse Allah hakkında kötü zanda bulunmuş olur. Zira kim, kendisinin ve ön­cekilerin açıkladığı gibi, O'nun açık sözlerle hakkı anlatmaya kadir olmadığını söylerse Allah'ın kudretinde acizlik var zannında bulunmuş olur. Şayet muktedirdir fakat açıklamamış, açıklamaktan ve hakkı tasrihten kaçı­nıp şüpheye, hatta muhal olan bâtıla ve fasit itikada düşürmüştür derse, Al­lah'ın hikmeti ve rahmeti hakkında kötü zanda bulunmuş; Allah'ın ve Rasûlü'nün değil kendisinin ve seleflerinin haktan açıklıkla söz ettiklerini, hi­dayet ve hakkın kendi sözlerinde ve ifadelerinde olduğunu zannetmiş olur. Allah'ın kelâmına gelince, bunun zahirinden teşbih, temsil ve dalâlet; şaşkınlık ve hayret içindeki kimselerin sözlerinin [581]zahirinden ise hak ve hidayet elde edilir görüşü de Allah hakkındaki zanların en kötüsüdür. Ve işte böyle düşü­nenler ,_Allah hakkında kötü zanda bulunan ve O'nun şanına yaraşmaz ger­çekdışı bir cahiliye zannı besleyen kişilerdendirler.

Allah hakkında, mülkünde istemediği ve icad etmeye, yaratmaya güç ye-tiremediği şeylerin olduğunu zanneden de O'nun hakkında kötü zanda bu­lunmuştur.

O'nun ezelden ebede kadar yapıp-etmekten uzak, faaliyetsiz olduğunu ve o vakit fiile güç yetirmekle tavsif olunamayacağını, sonra muktedir değil­ken fiile muktedir hale geldiğini zanneden de O'nun hakkında kötü zanda bulunmuştur.

O'nun işitmediğini, görmediğini, varlıkları bilmediğini; göklerin, yerin ve yıldızların sayısını, insanları, onların hareketlerini ve yaptıklarım bilmedi­ğini; mevcudattan herhangi bir şeyi aynıyla bilmediğini zanneden kişi de Al­lah hakkında kötü zanda bulunmuştur.                                                   

İşitmesi, görmesi, ilmi, iradesi, söylediği bir sözü (kelâmı) olmadığını; yaratıklarından hiçbiriyle konuşmadığını ve ebediyyen de konuşmayacağını, söz söylemediğini ve söylemeyeceğini; O'nunla kâim bir emri ve nehyi bulun­madığını zanneden kimse de Allah hakkmda kötü zanda bulunmuştur.   

O'nun göklerin üstünde, yaratıklarından uzak bir şekilde arşının üzerinj-de bulunduğunu, O'nun yüce zâtının arşına nisbetinin, arşının esfel-i sâfilîne ve adım anmaya değmez mekânlara nisbeti gibi olduğunu, Allah'ın en yük­sekte bulunduğu gibi en aşağılarda da olduğunu zanneden kimse de Allah hak­kında en çirkin, en kötü bir zanda bulunmuştur.

Kim, O'nun iman, iyiük, itaat ve ıslahı sevdiği gibi, küfrü, fışkı, isyanı ve fesadı sevdiğini zannederse Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

O'nun hoşlanıp razj olmadığını, kızıp öfkelenmediğini, dostluk ve düş­manlık etmediğini, yaratıklarından hiçbirine yakınlaşmadığını ve hiçbir kim­senin de O'na yaklaşamayacağım; şeytanların, mukarreb melekler ile Allah'ın kurtuluşa ermiş evliyası gibi O'nun zâtına yakın olduğunu zannederse Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

İki zıt şey arasında eşit davrandığını ya da her yönden eşit iki şey arasında ay rım yaptığını veya uzun ömrün halisane, doğru düzgün ibadetlerini bun­ların ardından işlenen bir tek büyük günah yüzünden boşa çıkaracağım ve bu ibadetleri işleyen kişiyi, kendisine göz açıp kapayıncaya kadar bile iman etmeyen ve bütün Ömrünü kendisini öfkelendirecek işler uğrunda harcayan, Allah'ın peygamberlerine ve dinine düşmanlık yapmakla tüketen kişiler gibi o büyük günah sebebiyle ebediyen sonsuza kadar cehennemde bırakacağını ve o büyük günah sebebiyle bütün iyi amellerini iptal ederek onu ebedi azap­ta bırakacağını zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

Sözün özü, O'nu kendisinin ve peygamberlerinin nitelemiş olduğu sıfat­ların tersine sahip zanneden veya kendisinin ve peygamberlerinin O'nu nite­lediği sıfatların gerçeklerine O'nun sahip olmadığını söyleyen kişi Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

O'nun çocuğu veya ortağı bulunduğunu ya da herhangi bir kimsenin O'­nun izni olmaksızın katında şefaat edeceğini veya yaratıkları ile O'nun ara­sında ihtiyaçlarım arzedecekleri aracılar bulunduğunu veya kullan, onlar vasıtasıyla kendisine yaklaşsınlar, tevessül etsinler, onları O'nunla araların­da vasıta kılsınlar, onlara dua etsinler, O'ndan korktukları gibi onlardan kork-sunlar, onlardan ümitvar olsunlar diye kullan için Allah'ın veliler tayin ettiğini zanneden kimse de O'nun hakkında en kötü ve en çirkin zanda bulunmuştur.

İtaat ve O'na yaklaşmak suretiyle nail olduğu gibi O'nun katındaki ni­metlere, masiyetle ve (emir ve yasaklanna) aykırı davranmakla erişeceğini zan­neden kimse de, O'nun hikmetinin ve isimleri ile sıfatlarının gerektirdiğinin aksini zannetmiş demektir ki, bu da kötü bir zandir.

O'nun rızası için bir şeyi terkettiğinde kendisine bunun yerine daha iyi­sini, daha hayırlısını vermeyeceğini veya O'nun rızası uğruna bir şey yapana buna karşılık olarak bundan daha üstününü vermeyeceğini zanneden de Al­lah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

Kuldan kaynaklanan herhangi bir suç ve herhangi bir sebep bulunmak­sızın sırf istek ve iradeyle O'nun kuluna öfkeleneceğini ve onu cezalandıraca­ğını, mahrum bırakacağını zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.

Gerek ümit ve gerek korku içerisinde O'nu tasdik ettiğinde, O'na boyun büküp yalvardığmda, O'ndan dilediğinde, O'ndan yardım istediğinde ve O'na tevekkül ettiğinde kendisini mahrum bırakacağını ve istediğini vermeyeceği­ni zanneden kimse de Allah hakkında kötü bir zanda bulunmuş, Allah'ın lâ­yık olduğu şeylerin aksini düşünmüştür,    )

İtaat ettiğinde ödüllendireceği şeylerle isyan ettiğinde de ödüllendirece-Iğini zannedip duasında bunu isteyen kişi de O'nun hikmetinin ve hamdinin [gerektirdiği, O'nun lâyık olduğu ve yapmadığı şeyin tersine bir zanda bulun-Imuştur.

O'nu kızdırıp Öfkelendirdikten ve günah işlemeye daldıktan sonra O'­ndan başka'annı dost edinip Rabbi katında fayda vermesini, O'nun azabın­dan kurtarmasını umarak O'nun dışında bir meleğe veya diri ya da ölü bir insana dua ederse Allah hakkında kötü bir zanda bulunmuştur. Bu ise onun Allah'tan uzaklaşmasında ve azabında bir artış demekti1".

Kim ki O'nun; Rasûlü Muhammed'e (s.a.) gerek hayatında, gerekse ölü­münden sonra düşmanlarım daimî ve istikrarlı bir şekilde musallat kıldığını, düşmanlarını Peygamberinin (s.a.) başına saldığını ve onların O'nun (s.a.) peşini bırakmadıklarını; vefat ettiğinde de vasiyetsiz olarak mü'minlerin kendi başlarına hareket ettiklerini, ehl-i beytine zulmettiklerini, onların haklarını gasbettiklerini, onları aşağıladıklarını; (Allah'ın) dostlarının ve hak ehlinin herhangi bir suçu, günahı olmadığı halde şeref ve itibann, galibiyetin ve oto­ritenin Allah'ın ve Allah dostlarının düşmanlarına ait olduğunu; Allah'ın, düş­manların ehl-i beyti ezdiklerini, onların haklarını gasbettiklerini ve peygamberlerinin emanetini değiştirdiklerini gördüğü halde ve dostlarına, ta­raftarlarına ve ordusuna yardıma muktedir olduğu halde onlara yardım et­mediğini ve onlan galip kılmadığım, aksine düşmanlannı onlar üzerine ebediyen galip getireceğini veya O'nun buna —hâşâ— muktedir olmadığım, dolayısıy­la bu işin O'nun kudreti ve dilemesi dışında hasıl olduğunu; sonra peygam­berin emanetini değiştirenleri mezarında O'nunla birlikte yan yana yatırdığım ve her zaman ümmetinin hem O'na ve hem de yanında yatanlara selâm vere­ceğini zanneden kimse -ki Rafizîler böyle-zannetmekteler- Allah hakkında en çirkin ve en kötü zanda bulunmuştur. Bu kimseler ister; "Allah Teâlâ onla­ra yardım etmeye, devlet ve zaferi onların lehine kılmaya muktedirdir." de­sinler, isterse "Buna muktedir değildir." desinler farketmez; onlar Allah'ın gücünü yahut hikmetini ve hamdini lekelemektedirler. Bu ise Allah hakkın­da kötü zanda bulunmaktır. Şüphesiz bunu yapan Allah, kendisi hakkında böyle zanda bulunanlara buğz etmektedir; onlara göre bu övgüye lâyık değil­dir ve Allah'ın bunun aksini yapması gerekirdi. Fakat bu bozuk zanm ondan daha büyük bir yamayla yamadılar, kızgın yere basmaktan kaçıp ateşe sığın­dılar da: "Bu Allah'ın dilemesiyle olmadı, O'nun bunu savuşturacak ve dost­larına yardım edecek gücü yoktur. Zira O, kullarının fiillerine muktedir değildir ve o fiiller O'nun kudreti altına girmez." dediler. Böylece Allah hakkında, mecusi ve putperest kardeşlerinin tanrıları hakkındaki zanları gibi bir zanna düştüler. Her inkarcı, kâfir, kahredilmiş, alçak bid'atçı kimse ancak Rabbi hakkında bu zanda bulunur ve kendisini yardıma ve zafere, düşmanlarına galip gelmeye daha lâyık sanır. Halkın pek çoğu hatta —Allah'ın diledikleri hariç— hepsi, Allah hakkında gerçek dışı kötü zan beslemektedir. İnsanların çoğun­luğu hakkının tam verilmediğine, payının eksik olduğuna, Allah'ın kendisi­ne verdiğinin üstünde şeyleri hakettiğine inanır ve tavrıyla şöyle der: "Rabbim bana zulmetti ve hakettiğim şeylere engel oldu." Diliyle bunu inkâr edip açıkça söylemeye cesaret edemezken nefsi bu konuda böyle şahitlik eder. Nefsini kont­rol edip onun içinde gizlediklerini ve sakladıklarını öğrenmeye dalan kimse bunun, çakmakta ateşin gizlendiği gibi nefiste gizlendiğini görür. İstediğin bir kişinin çakmağım çak, kıvılcımları sana çakmağında bulunanları haber verir. Eğer bir kimseyi araştıracak olsan, onun kaderi itham edip ayıpladığı­nı, cereyan edene karşı ileri geri konuştuğunu, kaderin şöyle şöyle olması ge­rektiğini söylediğini görürsün. Tabii bu hal kimilerinde az, kimilerinde çoktur. Bizzat kendi nefsini kontrol et, bakalım kendin bundan salim misin?!

"Ondan kurtulursan büyük bir şeyden kurtulursun, Yoksa ben senin kurtulacağını zannetmiyorum."

Nefsine öğüt veren akıllı insanlar buraya iyi dikkat etsin, Rabbi hakkın­daki kötü zannından dolayı Allah Teâlâ'ya her zaman tevbe ve istiğfar etsin; her kötülüğün kaynağı ve her şerrin menbaı olan cehalet ve zulümden mey­dana gelen nefsine kötü zanda bulunsun. Çünkü nefis kötü zanda bulunul­maya hâkimlerin hâkimi, adaletlilerin en adaletlisi, merhametlilerin en merhametlisi, tam zenginlikle ganî, tam hamd ve tam hikmetle Hamîd; zâ­tında, sıfatlarında', fiillerinde, isimlerinde her türlü kötülükten münezzeh; her yönden mutlak kemâle sahip zâtı, böyle sıfatları ve böyle fiilleri olan, tama­mı hikmet ve maslahat, rahmet ve adalet olan, isimlerinin tamamı güzel olan Allah'tan daha müstahaktır.

"Rabbin hakkında kötü zanda bulunma, Zira Allah güzelliğe en lâyık olandır.

Nefsin hakkında asla iyi zanda bulunma,

Zalim, cani ve cahil hakkında nasıl iyi zandâ buluffipilirsin ki?

De ki: Ey her kötülüğün kaynağı oian nefis! Ölü cimriden hayır umulur mu?

Nefsin hakkında kötülükleri düşün; onları bulursun, Aynen o şekilde; hayrı ise imkânsız gibidir.

Nefiste senin için ne takva ne de bir hayır vardır, Bunlar Celil olan Rabbinin ihsanlarıdır.

Bunlar ne nefistedir ne de nefistendir; fakat, Rahman'dandır... Artık kılavuza teşekkür et".

Bizi bunları söylemeye sevkeden Allah Teâlâ'nm: "...Allah hakkında ca-hiliyet devri zannı gibi haksız bir zanda bulunan bir grup da kendi derdine düşmüştü..."[582] âyetidir.

Sonra Allah Teâlâ, bâtıl zanlanndan kaynaklanan şu sözlerini haber verdi: "Bu işte bizim bir fikrimiz var mı?"[583] "Bu işte bizim fikrimiz alınsaydı bu­rada öldürülmezdik."[584]. Birinci ve ikinci sözlerinden maksatları, kaderi is-bat (kabul) ve işin tamamım Allah'a havale etmek değildir. Şayet ilk ifadedeki maksatları bu olsaydı, bu ifadeden dolayı kötülenmezler ve bu ifadenin: "De ki: Bütün iş Allah'a aittir" âyetiyle[585] reddedilmesi güzel düşmezdi ve ayrı­ca bu sözün kaynağı cahiliye zannı olamazdı. Onun için pek çok müfessir: "Buradaki bâtıl zanîarından maksat, kaderi yalanlamaları ve iş onlara bıra-kilsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı onların sözünü dinleyip kendilerine uysalardi öldürülmeyeceklerdi, yardım ve zafer de onların olacaktı şeklinde­ki zanlarıdır." demiştir. Allah Teâlâ cahiliye zannı olan bu bâtıl zanlannı ya­lanlamıştır. Bu öyle bir zandır ki, gerçekleşmesi kaçınılmaz olan kaza ve kaderin gerçekleşmesinden sonra kendilerinin o kaza ve kaderi savuşturmaya muktedir olduklarını ve iş onlara bırakılmış olsaydı kazanın gerçekleşme­yeceğini zannettikleri cahiliye dönemi insanlarına has zandır. İşte Allah Teâ-lâ şu sözüyle onları yalanlamıştır: "De ki: Bütün iş Allah'a aittir." Ancak O'nun ezelî kaza ve kaderinin kaydettiği, ezelî ilminin ve kitabının takdir et­tiği şey gerçekleşir. İnsanlar istese de istemese de Aİlah'ın dilediği olur, ol­maması imkânsızdır. İnsanlar ister istesin, ister istemesin Allah'ın dilemediği de olmaz. Hezimetiniz ve öldürülmeniz takdir olunmuşsa bu, savuşturulma-sma imkân olmayan kevnî emriyle olmuştur. Bu işte herhangi bir fikriniz ol­sun veya olmasın birdir. Bazılarınız hakkında ölüm yazgısı yazılmış olsa, sizler evlerinizde bulunsanız bile haklarında Ölüm yazgısı yazılanlar evlerinden öl­dürülecekleri yerlere elbette çıkacaklardır, bu kaçınılmazdır; onların bunda bir fikirleri olsun veya o..nasın birdir. İşte bu, Allah'ın dilemediği şeylerin gerçekleşmesini ve gerçekleşmeyecek şeyleri de dilemesini caiz gören inkarcı Kaderiyye mezhebi mensuplarının görüşünü boşa çıkaran, iptal eden delille­rin en açık olanıdır.

Sonra Allah Teâlâ bu takdir'deki bir başka hikmeti haber verdi: Gönül­lerinde olam imtihan etmek. Bu ise, gönüllerinde olan iman ve nifakı deneye tabi tutmaktır. Zira bununla mü'minin iman ve teslimiyeti artar; münafık ile gönlünde hastalık bulunanın ise gönlündekinin organlarında ve dilinde gö­rülmesi kaçınılmaz olur.

Sonra bir diğer hikmetten haberdar etti: Mü'minlerin gönüllerinde var olanları arındırmak, gönüllerini saflaştırmak, temizlemek, terbiye etmek. Çün­kü tabiatların baskılan, nefislerin eğilimi, alışkanlıkların hâkim olması, şey­tanın güzel göstermesi ve gaflet bürümesiyle gönüllere, kendilerine konulan iman, İslâm, iyilik ve talcvâ gibi hususların zıtları karışır. Devamlı olarak sü­rekli afiyette olsa bile bu karışmadan kurtulamaz ve ondan arınamaz. Bun­dan dolayı Aziz olan Allah'ın hikmeti, gönüller için, kendisine bir hastalık arız olup da doktorunun hastalığı vücudundan gidermek ve vücudunu hasta­lıktan arındırmak için tedbir almadığı takdirde kötüleşmesinden ve ölümün­den korkulan hastaya sunulan acı ilâç gibi mihnetler ve belâlar takdir etmesini gerektirdi. Allah Teâlâ'nın müslümanlara karşı bu kırılma, hezimet ve on­lardan öldüreceklerini öldürme nimeti, onlara düşmanlarına karşı yardım et­me, destekleme ve zafere erdirme nimetine denktir. Bu durumda da o durumda da Allah'ın müslümanlar üzerinde eksiksiz nimeti vardır.

Scnra Allah Teâlâ o savaşta sadık mü'minlerden yüz çevirenlerin yüz çe­virmesini ve bunun kendi kazançları ve günahları sebebiyle olduğunu; şeyta­nın   o   ameller   sebebiyle   onların   ayaklarını   kaydırdığını   nihayet   yüz

çevirdiklerini; amellerinin kendi aleyhlerine bir ordu olduğunu, o amellerle düşinanlarının gücünün arttığını, zira amellerin kulun lehine ve aleyhine bir or­du olduğunu; kul için her zaman onu hezimete uğratacak veya zafere ulaştı­racak bizzat kendinden olan bir seriyyenin mevcut bulunduğunu; kulun amelleriyîe düşmanına karşı savaştığını zannettiği yerde düşmanına o amel­lerle yardım ettiğini ve düşmanıyla savaştığını zannettiği yerde de düşmanıy-la birlik olup kendisine karşı savaşacak bir seriyyeyi gönderdiğini; kulun amellerinin, kendi icapları olan hayır ve serleri işlemeye âdeta onu zorla itti­ğini, kulun ise bunu hissetmediğini yahut hissedip de görmezlikten geldiğini; gücü yettiği halde insanın düşmanından kaçmasını, ancak şeytanın kendisine gönderdiği ve onun sayesinde ayağını kaydırdığı amellerinden oluşan bir or­du sebebiyle olduğunu da haber verdi.

Sonra şunu haber verdi: Onları (sahabeyi) affetmiştir. Çünkü bu firar, herhangi bir nifak ve imanda şüpheden dolayı değildi. Allah'ın affettiği geçi­ci bir olaydan ibaretti. Böylece imanın yiğitliği ve sebatı merkezine ve aslına dönmüştür. Sonra Allah Teâlâ onlara şunu bir daha tekrarladı: Uğramış ol­dukları bu belâ ancak kendi nefislerinden gelmiş olup amelleri sebebiyledir. Buyurdu ki: "Başınıza bir belâ gelince, siz onun iki katını (Bedir'de) onların başlarına getirmiş olduğunuz halde yine 'Bu nereden başımıza geldi?' dedi­niz. De ki: 'O, kendinizdendir.' Şüphesiz Allah, herşeye Kâdir'dir."[586] Bu ifadenin aynısını bundan daha genel bir şekilde Mekkî sûrelerde de zikret­miştir: "Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötü­rüdür. O, yine de çoğunu affeder. "[587], "Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir."[588] Buradaki iyilik ve kötülük, ni­met ve musibet demektir. Nimet Allah'tan olup sana iyilik yaptığı şeydir, mu­sibet ise ancak nefsinden ve amelinden kaynaklanır. îlki O'nun lütfudur, ikincisi adaletidir. Kul ise O'nun lütfü ile adaleti arasında döner dolaşır. Ku­lun üzerinde O'nun lütfü cari ve onun hakkında O'nun hükmü geçerli ve onun hakkında verdiği hüküm adildir.

İlk âyeti, "De ki: O, kendinizdendir." sözünden sonra "Şüphesiz Allah herşeye Kâdir'dir." sözüyle noktalamıştır. Onlara adaletiyle beraber kudre­tinin umumi oluşunu ve kendisinin âdil ve kadir olduğunu bildirmek için böyle yapmıştır. Bunda kaderin ve sebebin isbati vardır. Allah sebebi zikretmiş ve onların kendilerine izafe etmiştir. Kudretinin umumiliğini de zikretmiş ve onu da kendisine izafe etmiştir. İlki cebr'i (zorlama), ikincisi ise kaderi iptal eden görüşü ortadan kaldırır. Bu durum Allah'ın şu sözüyle uyuşur: "...(Kur'an) ancak aranızdan doğru yola girmeyi dileyene (bir Öğüttür)... Âlemlerin Rab-bi Allah dilemedikçe sizler bir şey dileyemezsiniz. "[589]             

Burada kudretini zikretmesinde ince bir nükte vardır: Bu iş O'nun elin-; de ve kudreti altındadır. O, öyle bir ilâhtır ki şayet dilese o işi sizden geri çe­virirdi. O halde böyle şeylerin giderilmesini O'ndan başkasından istemeyin. O'ndan başkasına güvenmeyin. Bu mânayı tam anlamıyla şu âyetle ortaya koydu ve açıkladı: "îki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelenler Al­lah'ın izniyledir."[590] Bu izin şer'î ve dinî değil, kevnî ve kaderi izindir. Sihir konusundaki şu âyette de böyledir: "...Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar hiçbir kimseye zarar veremezlerdi... "[591] Sonra bu takdirin hikmetini haber verdi: Mü'minlerin münafıklardan, iki topluluktan birinin diğerinden apa­çık bir ayırımla ayrıldığını müşahede etme ve gözle görmek suretiyle ayird edip bilmek... Münafıkların içlerindekini açığa vurmaları ve mü'minlerin de hem bunu hem de Allah'ın onlara verdiği karşılığı ve cevabı işitmeleri, mü­nafıklığın nereye varacağım ve ulaşacağım ve sahibini dünya ve ahiret saade­tinden nasıl mahrum ettiğini, dünya ve ahiretinin mahvolmasını nasıl doğurduğunu bilmeleri de bu takdirin hikmetlerindendir. Bu kıssanın kapsa­mında Allah'ın nice şahane hikmetleri ve mü'minlere eksiksiz nimetleri; nice sakındırmalar, korkutmalar, doğru yolu göstermeler, uyarılar; hayır ve şer sebepleri ile bunların lehine ve sonuçlarına ait durumların bildirilmesi vardır.

Allah Teâlâ, bundan sonra kendi yolunda öldürülenlerden dolayı Pey­gamberine ve dostlarına en güzel, en ince ve kazasına (kaderine) razı olmaya en teşvik edici biçimiyle başsağlığı diledi: "Allah yolunda öldürülenleri Ölü sanmayın, bilâkis Rableri katında diridirler. Allah'ın fazlından onlara verdi­ği şeylere sevinerek nzıklandırılırlar. Arkalarından kendilerine kavuşamayan­lara herhangi bir korkuları olmadığını, üzülmediklerini müjdelemek isterler. "[592] Böylece onlar için daimî hayatin yanı sıra kendine en yakın de­receyi, O'nun katında olmayı, üzerlerine sürekli rızık akışını, fazlından ver­diği şeylerle sevinmelerini —ki bu rızanın da üstünde hatta rızanın kemâlidir—, kendileri için toplanan kardeşlerine sevinçlerinin ve nimete erişmişlikîerinin tamamlandığını müjdelemelerini, üzerlerine olan nimetinin ve ikramlarının her an yenilendiğini muştulamayı da toplamıştır. Allah Teâlâ bu mihnet (sı­kıntı) esnasında onlara, başlarına gelen her mihneti ve belâyı kendisiyle kar­şılaştırmış olsaJar, bu ihsan ve nimetin yanında hiç kalacak ve elbette eseri kalmayacak onlara verdiği nimetlerinin ve ihsanlarının en büyüğünü de hatirlattı: Bu da, O'nun, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyacak onları ruhen temizleyecek kitabı ve hikmeti öğretecek, peygamber olarak gönderilmesin­den önce içinde oldukları dalâletten hidayete, bedbahtlıktan kurtuluşa, ka­ranlıktan nura, cehaletten ilme çıkaracak kendi içlerinden bir peygamber göndermesidir. Artık insanların yağmur yağışından elde ettikleri faydanın ya­nında onlara yağmurun getirdiği sıkıntı gibi kulun bu büyük iyiliğin hasıl ol­masından sonra uğradığı her belâ ve mihnet bu bol, geniş iyiliğin yanında gerçekten basit bir şeydir. Ayrıca Allah Teâlâ, sakınmaları için belâ sebebi­nin kendilerinden kaynaklandığını; O'nu birlemeleri, O'na tevekkül etmeleri ve O'ndan başkasından korkmamaları için söz konusu musibetin kendi kaza ve kaderiyle meydana geldiğini bildirdi. O'nu kaza ve kaderi konusunda it­ham etmesinler diye, çeşit çeşit isim ve sıfatlarını onlara tanıtmak için bu mu­sibetteki hikmetleri de haber verdi. Ve onları, kendilerine vermiş olduğu daha değerli ve kaçırdıkları zaferden ve ganimetten daha Önemli olan şeylerle te­selli etti. Şehitlik hususunda onlarla yarışsınlar ve onîara üzülmesinler diye şehitlerin nail oldukları kendisinin sevap ve ikramını bildirerek ölülerinden dolayı sahabeye başsağlığı diledi. Zâtının cömertliği ve celâlinin yüceliğinin gerektirdiği ve lâyık olduğu şekilde hamd O'na mahsustur. [593]


[563] Âl-i İmrân, 3/121.                                                                                                   

[564] ÂI-i İmrân, 3/152

[565] Buharî, 56/100.

[566] Âl-i İmrân, 3/179.

[567] Cin, 72/26-27.

[568] Âl-i İmrân, 3/123.

[569] Tevbe, 9/25.

[570] Âl-i İmrân, 3/139-141.

[571] Âl-i İmrân, 3/140.

[572] Nisâ,4/104.

[573] ÂI-i İmrân, 3/139.

[574] Âl-i İmrân, 3/142.

[575] Âl-ilmrân, 3/143.

[576] Ali İmrân, 3/144.

[577] Âl-i tmrân, 3/146-147.

[578] Âl-ilmrân,3/î53.

[579] Fetih, 48/6.

[580] Sâd, 38/27.

[581] Ahmed b. HanbePin MüsneeTde {3/338, 387) Câbir'den naklettiğine göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek: "Biz yahudilerden bizi hayrete düşüren sözler işitiyo­ruz. Bazılarını kaydetmemize ne dersin?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Yahudi­lerin ve hıristiyanlarm şaşırdığı gibi siz de mi şaşıracaksınız? Ben size anlaşılır, parlak bir

deitl getirdim. Şayet Musa sağ olsaydı, bana tâbi olmaktan başka bir yol bulamazdı" buyurdu. Bu hadis hasen bir hadistir. Yine Müsnecfde (3/470, 471) Abdullah b. Şed-dâd'dan nakledilen bir şâhid hadis bulunmaktadır. Ebu

Ya'lâ da Hz. Ömer'den bir baş­ka hadis rivayet etmiştir.

[582] ÂI-i Imrân,3/154.

[583] Âl-i lmrân,3/154.

[584] Âl-i tmrâif.3/154.

[585] Âl-i İmrân,3/I54.

[586] Âl-i lmrân,3/165.

[587] Şûra, 42/30.

[588] Nisa, 4/79.

[589] Tekvîr, 81/28-29.

[590] Âl-i tmrân, 3/166,

[591] Bakara, 2/102.

[592] Âl-i İmrân,3/169.

[593] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/260-281.