Konu Başlığı: Tehdit edilen kimsenin boşaması Gönderen: Safiye Gül üzerinde 31 Mayıs 2011, 15:45:24 2— Zorlanan ve Tehdid Edilen Kimsenin Boşaması:
Zorlama (tehdid) altında kalan bir kimsenin bütün sözleri boştur, dikkate alınmaz. Bizzat Kur'an, küfrü gerektirecek söz söylemeye zorlanan kimselerin kâfir olmayacaklarını, İslâm'a zorlanan kimsenin de müslüman olmayacağını onaya koymuştur. Sünnet, Allah Teâlâ'nın zorlama altında olan kimseyi cezalandırmayacağını, tehdit altında yaptıklarından onu sorguya çekme-ı yeceğini bildirmiştir. Tabiî ki bundan sözlü tasarrufları kasdedilmektedir. Fiilî tasarruflarında ise tafsilat vardır: Eğer zorlama ile mubah olan cinsten ise —Ramazan gündüzünde yemek, namazda başka bir şey yapmak, ihramda dikişli elbise giymek vb. gibi—, bu takdirde bir şey gerekmez. Zorlama ile mubah olmayan şeyler hakkında ise sorumlu tutulur. Meselâ masum bir insanı öldürmek, malını itlaf etmek gibi. Şarap içmek, zina etmek, hırsızlık yapmak gibi konularda ise ihtilâf edilmiştir: Acaba bunlara had cezası uygulanır mı, uygulanmaz mı? Bu ihtilâf, bu tür davranışların zorlama ile mubah olup olmayacağı şeklindeki görüş ayrılığından kaynaklanmaktadır. Bunları zorlama ile mubah görmeyenler, ceza uyguluyorlar, zorlama ile mubah olacağı kanaatinde olanlar ise, had tatbikine gitmiyorlar. Bu konuda (Hanbelî) âlimlerinin iki görüşü vardır ve her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir. Zorlama (ikrah) altında yapılan sözlü tasarruflarla fiilî tasarruflar arasındaki fark şudur: Fiiller ortaya konduğunda onun zararını ortadan kaldırmak mümkün değildir, zararı kendisi ile birliktedir. Sözlü tasarruflar ise böyle değildir, çünkü onların ilgası ve uykuda olan ya da delinin sözleri imiş gibi telakkisi mümkündür. Zorlama ile mubah olmayan fiillerin zararı kendiliğinden sabittir. Sözlü tasarrufların içerdiği zarar ise, ancak o sözü söyleyen kimsenin, ne söylediğini bilmesi ve kendi ihtiyarı ile söylemiş olması durumunda sabit olur. Nitekim Vekî', İbn Ebî Leylâ—Hakem b. Uteybe—Hayseme b. Abdur-rahman senediyle şu olayı anlatır: Bir kadın kocasına: "Bana bir isim tak." der. Kocası da ona "Dişi geyik" adım verir. Kadın: "(Olmadı, iyi) bir şey demedin." der. Kocası: "Peki ne söyleyeyim, sen söyle!" der. Kadın, (boşama esnasında kullanılan lafızlardan olup aynı zamanda da bağından boşanmış deve mânasına gelen) "haliyye talik de" der. Kocası da ona: "Sen haliy-ye taliksin." der. Bunun üzerine kadın doğru Hz. Ömer'e gelir ve: "Kocam beni boşadı." der. Arkasından kocası da gelir ve olanları anlatır. Hz. Ömer, kadının kafasına vurur ve kocasına: "Elinden tut (ve doğru evine götür), kafasına da vur!" der. İşte mü'minlerin emîri Hz. Ömer, söz talâk sözü olduğu halde kocanın ondan talâk kasdetmediğini, talâk dışında ad koyma gibi bir şey kasdettiğini görünce, talâkın vuku bulmadığına hükmetmiştir. Bunun benzerleri vardır: Meselâ bir adam köle ya da cariyesine "Sen hürsün" dese ve bununla onu fâcir (zinakâr) olmadığını kasdetse, azad gerçekleşmez. Yine bir adam karısına, kinaye talâk lafızlarından olan ve saç tarama veya salma mânasına gelen tesrîh kelimesi ile veya dese ve bununla talâkı değil de "sen taranmışsın" veya "seni taradım" demeyi kasdetse karısını bo-şamış olmaz. Bu Allah ile kendisi arasında böyledir. Bunun böyle olduğuna karine bulunur veya taraflar öyle olduğunda birbirlerini tasdik ederlerse, bu gibi durumlarda talâk ve azad mahkemede de vuku bulmaz. Soru: Bu hangi kısımdandır? Zira siz, Şâri'in itibara alıp almaması açısından dört durum sözkonusudur diyorsunuz. Malumdur ki, bu ne zorlama altında olan (mükreh) kimsedir, ne aklı başından giden; ne gayr-ı ciddidir, ne de lafzın hükmünü kasdetmektedir. Buna ne dersiniz? Cevap: Bu, lafzı söyleyen ve onun iki mânasından birisini kasdeden bir kimsedir. Dolayısıyla, o iafzı söylemesi durumunda murad ettiği mânası —öbürü değil— kendisini bağlar. Eğer lafızdan, kişinin murad mânayı anlamak mümkünse, murad etmediği öbür mânası ile İlzam edilemez. Nitekim Hz. Peygamber, (s.a.) karısını "elbette" kaydı ile boşayan Rükâne'ye yemin verdirmiş ve bununla ne kasdettiğinî sormuş, o da bir talâk demiş, Hz. Peygamber (s.a.), yemin et demiş o da yemin etmiş, bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): **O murad ettiğin gibidir." buyurmuş[785] ve muhtemel lafızdaki niyetini esas almış, kabu! etmiştir. İmam Mâük de şöyle demiştir: Bir kimse; " = Sen elbette boşsun!" der ve bununla bir şeye yemin etmek isterse, sonra o şeyi yapmayı uygun görür ve yemini terkederse, kadın boş olmaz. Çünkü koca, onu boşamak istememiştir. Leys b. Sa'd ve İmam Ahmed, bu şekilde fetva vermişlerdir. Hatta İmam Ahmed bir rivayette: Bunun ondan mahkemede de kabul edileceğini söylemiştir. Bu meselenin üç şekli vardır: 1) Yemininden rücû etmesi, filhal (derhal) boşamak da muradı olmaması. Bu durumda kadın derhal boşanmış olmaz, yemin etmiş de olmaz. 2) Maksadının yemin olması, derhal talâk vermek olmaması. "Sen boşsun" der, ama maksadı "Eğer Zeyd'le konuşursan" şeklindedir. 3) Sözünün daha ilk başlangıcında maksadının yemin olması,sonra söz esnasında yeminden rücû etmesi ve talâkı müneccez (şarta bağlanmamış) kılması, bununla talâk vuku bulmaz. Çünkü bununla talâkın gerçekleşmesine niyet etmemiş, sadece talikine (şarta bağlamaya) niyet etmiştir. Böylece bu niyeti ile müneccez (şarta bağlı olmayan) talâkın vukuunu hariç tutmuş olmaktadır. Bundan sonra derhal talâkın vukuuna niyet ettiğinde (lafız daha önce söylenildiği için) sırf niyetten başka bir şey getirmiş olmaz. Bu, Hanbelî âlimlerin görüşüdür. Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: "Allah sizi, yeminlerinizdeki kasıtsız yanılmadan (lağv) dolayı sorumlu tutmaz. Lâkin.kalplerinizin kazandığı şeyler ile sorumlu tutar. .."[786] Âyette geçen lağv (yanılma) iki türlüdür: Birincisi: Bir şey üzerine, öyle olduğu zannı ile yemin etmesi, fakat daha sonra öyle olmadığının ortaya çıkması. İkincisi: Yemin sözcüğünün, yemin kasdı olmaksızın dilinden çıkması. Söz esnasında "hayır vallahi, evet billahi" demek gibi. Allah her iki türünden de sorumluluğu kaldırmıştır. Çünkü bunları söyleyenlerin gerçek yemin etme kasıtları bulunmamaktadır. Bu yüce Allah tarafından, kullarının, şahsın kendisinden hakikat ve mânasını kasdetmediği lafızlar üzerine hüküm düzenlememeleri için koymuş olduğu bir teşrîdir. (Lafzın hakikat ve mânasını kasdetmeden onu kullanan) bu kimse gerçekte de, hükmen de, gayr-ı ciddi (hâzil) olan kimse gibi değildir. Sahabe, zorlama altında yapılan talâk ve ikrarın vuku bulmayacağına dair fetva vermişlerdir. Sahih bir rivayette Hz. Ömer: "Kişinin canını yaktığın, onu dövdüğün veya kendisini bağladığın zaman, o kendi canından emin değildir." demiştir. Yine ondan sahih olarak şu rivayet nakledilir: Bir adam bal sağmak için bir iple (kayadan aşağı) sarkmıştır. Hemen karısı gelir ve: "Vallahi, ya ipi keserim ya da beni boşarsın!" der. Adam: "Allah aşkına yapma!" diye yalvanrsa da kadın dinlemez. Mecbur kalır ve boşar. Sonra Hz. Ömer'e gelir ve olanları ona anlatır. Hz. Ömer: "Karına dön, çünkü bu bir talâk değildir." der. Hz. Ali zorlama sonucu verilen talâkı onaylamazdı. Sabit el-A'rec: "İbn Ömer ve İbn Zübeyr'e, zorlama altında verilen talâkın hükmünü sordum. Her ikisi de: 'Bir şey gerekmez' dediler." der. Soru: Peki, Gâzî b. Cebele'nin Safvan b. İmran el-Asamm'dan onun da ashabtan birinden rivayet ettiği şu habere ne diyeceksiniz? Bir kadın (kay-lûle yapan) kocasının göğsüne oturmuş ve bıçağı boğazına dayamış. Ona: "Beni boşa yoksa seni kesinlikle boğazlarım!" demiş. Adam yalvarmış, yakarmış ise de kadın dinlememiş. Mecbur kalmış üç talakla boşamış. Bu durum Hz. Peygamber'e (s.a.) anlatılınca, o: "Talâkta kaylûle[787] yoktur."[788] buyurmuştur. Bunu Saîd b. Mansûr Süne/2'inde rivayet etmiştir.[789] Atâ h. Aclân, İkrime ve İbn Abbas yoluyla Hz. Peygamber'in: "Her talâk caizdir. Bundan yalnızca bunak (ma'tûh) ve aklı başında olmayanın talâkı müstesnadır." buyurduğunu rivayet eder. Yine Saîd b. Mansûr, Ferec b. Fudâlc —Amr b. Şerâhîl el-Meâfirî yoluyla nakleder: Bir kadın kılıcı çekmiş ve kocasının karnına dayamış. Ona: "Vallahi, ya beni boşarsın ya da işini bitiririm!" demiş. Adam da üç talâkla boşamış. Durum Hz. Ömer'e şikâyet edilmiş. O da talâkı geçerli saymıştır. Hz. Ali de: "Her talâk caizdir. Bunağın talâkı hariç..." demiştir. Cevap: Gazî b. Cebele'nin haberinde üç illet vardır. Birincisi: Safvan b. Amr zayıftır. İkincisi Gazîb. Cebele "Leyyinu'l-hadis"tir. Üçüncüsü ise. diğer râvilerin ondan tedlisi sözkonusudur. Böyle bir hadis delil olarak kullanılamaz, îbn Hazm: "Bu kabulü imkânsız bir haber." demiştir. İbn Abbas'ın: "Her talâk caizdir." şeklindeki hadisi ise, Atâ b. Aclân'-ın rivayetindendir. Onun zayıflığı ise meşhurdur. Hz. Peygamber'e (s.a.) yalan isnadı ile de itham olunmuştur. İbn Hazm bunun hakkında: "Bu haber birincisinden daha berbattır." der. Hz. Ömer'le ilgili habere gelince, sahih olan daha önce de geçtiği gibi bunun aksidir. Meâfirî'nin, Hz. Ömer'le aynı zamanda yaşadığı bilinmemektedir. Ferec b. Fudâle ise zayıftır. Hz. Ali'nin haberi de sahih olamaz. Ondan rivayet edilen şey, "Zor altında verilen talâkı onaylamadığı" şeklindedir. Abdurrahman b. Mehdî, Ham-mad b. Seleme—Humeyd senediyle Hasan'dan: "Hz. Ali'nin mükrehin (zorlanan kimse) talâkını onaylamadığı"™ rivayet etmiştir. Eğer bahsettiğiniz rivayet sahih olsa bile, âmm (genel) olduâu için bu rivayetle tahsis edilmiş olur[790] [785] Şafiî, 2/370, 371; Ebu Davud, 2206; İbn Hibbân, 1321; Hâkim, 2/199, 200; Dârakutnî, s. 438; Ahmed, 2387. [786] Bk. Musannef. 11415; el-Muhaltâ. 10/202-203; Beyhakî, 7/358-359. [787] Hadiste geçen "kaylûle" kelimesi; öğle uykusu, gündüz istirahatı demektir. Hadis: "Talâk durup dinlenme tanımaz. Her halükârda hükmü İcra edilir." anlamında olmalıdır. [788] Gâzî b. Cebele hakkında Buharı; "Mükreh'İn talâkı konusundaki hadisi münkerdir." der. Safvan b. imrân hakkında Ebu Hâlim: "Sağlam değildir." ifadesini kullanır. Buharı ise: "Hadisi münkerdir. Ona güvenilmez." der. [789] Saîd b. Mansûr, Sünen, 1/276. [790] Bk. Musannef. 11415; el-Muhaltâ. 10/202-203; Beyhakî, 7/358-359. İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/306-310. |