๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 19 Haziran 2011, 20:49:57



Konu Başlığı: Tebük gazasındaki fıkhî hükümler
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 19 Haziran 2011, 20:49:57
D) TEBÜK GAZASINDAKİ FIKHÎ HÜKÜMLER VE HİKMETLER

 

1— Bu seferde haram aylarda savaşmanın caiz olduğuna işaret vardır. Çünkü İbn İshak'ın sahih rivayetine göre Hz. PeygamberMn (s.a.) yola çıkışı Recep ayındadır. Ancak burada bir başka durum vardır, o da Arapların ak­sine ehi-i kitabın, haram ayı tanımamaları idi. Haram ayında savaşmanın ha­ram oluşunun neshedilip edilmediği konusunda iki ayrı görüş vardır. Daha önce her iki görüş sahibinin delillerini zikretmiştik.

2— Devlet başkanının tebaasına, gizlenmesi zarar verecek hususları açık­laması ve böylece onların hazırlanmalarını sağlaması, böyle olmayan konu­lan da gizli tutması caizdir.

3— Devlet başkanı savaş ilan ettiği zaman herkesin bu savaşa katılması gerekir. Herkesin teker teker belirlenmesi gerekmez ve başkanın izni olma­dıkça hiç kimse geri kalamaz. Bu durum cihadın farz-ı ayn olduğu üç du­rumdan birincisidir. İkincisi, düşmanın ülkeyi işgal etmesi; üçüncüsü ise, iki cephe arasında kalınmasıdır.

4— Beden ile savaşmanın vacip olması gibi mal ile savaşmak da vacip­tir. Ahmed b. Hanbel'den gelen rivayetlerden biri böyledir. Bu hususun doğ­ruluğunda hiç şüphe yoktur. Kur'an-i Kerim'de mal ile cihad etmek beden ile cihad etmekle beraber, hatta bir yer müstesna, diğer yerlerde beden ile ci­had etmekten daha önce zikredilmiştir. Nitekim Rasûlullah (s.a.): "Kim bir askeri donatırsa, bizzat savaşmış gibi olur." Buyurmuştur [150]Nasıl beden ile cihad gücü yetenler için farz ise mal ile cihad da öyledir. Mal sarfetmeden beden ile cihad olmaz. Zafer, hem asker hem de mühimmat ile sağlanır. Biz­zat katılamayan kimse askerin sayıca çoğalmasına yardımcı olamazsa, en azın­dan mühimmatının daha fazla olmasına yardımcı olmalıdır. Zengin olup bizzat hacca gidemeyen kimseye bedel göndermek vacip olunca, fiilen cihada işti­rak edemeyen kimseye bir başkasını donatıp göndermenin vacip olması daha evlâdır,

5— Hz. Osman b. Affân'ın (r.a.) büyük bir meblağı Allah rızası için in-fak etmesi ve bu davranışıyla diğer insanları geride bırakması. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Açık-gizli herşeyini Allah mağfiret eylesin Ey Osman!" Sonra buyurdu ki: "Bundan sonra ne yaparsa yapsın Osman'a zarar vermez." Hz. Osman, bin dinar ve bütün techizatıyla üç yüz deve infakta bulunmuştu.

6— Allah yolunda infak edecek malı olmayanlar, bu uğurda belki bir şey yapabilirler ümidiyle bütün gayretlerini göstermedikçe ve sonunda haki­katen hiçbir şey yapamayacakları açığa çıkmadıkça mazur görülmezler. Hz. Peygamber'e (s.a.) gelip, kendilerim donatarak cihada hazırlamasını isteyenlere Allah Rasûlü: "Sizleri teçhiz edecek bir şey bulamıyorum." demiş, onlar da ağlayarak geri dönmüşlerdi. Bu durumda olanlar için herhangi bir günah yoktur.

7— Devlet başkanının (sefere çıkarken) tebaasından birini kadınlar, ço­cuklar, güçsüzler ve zayıfların başına vekil tayin etmesi. Bu vekil de bizzat cihada iştirak edenlerden sayılır. Çünkü o anda üstlendiği görev oradakiler için en büyük yardımdır. Rasûlullah (s.a.) genellikle îbn Ümm-i Mektûm'u vekil tayin ederdi. Onu on küsur defa vekil bıraktığı rivayet edilir. Tebük ga­zasında ise Ali b. Ebî Tâlib'i vekil bıraktığı bilinmektedir. Buharı ve Müs-lüm'in SûrA/A'Ierinde Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın şöyle söylediği rivayet edilmekte­dir: Rasûlullah (s.a.) Tebük gazasında Ali'yi (r.a.) vekil bıraktı. Hz. AH dedi ki: "Ya Rasûlallah! Beni, kadınlar ve çocuklarla mı bırakıyorsun?" Rasû­lullah (s.a.) buyurdu ki: "Bana nisbetle sen, Musa'ya nisbetle Harun gibi ol­mayı istemez misin? Ancak benden sonra peygamber yoktur."[151] Fakat Hz. Ali'nin bu vekâleti yalnızca ailesi için olan hususî bir vekâletti. Umumî mâ­nadaki vekâlet Muhammed b. Mesleme el-Ensârî'ye verilmişti. Bunun delili şudur: Münafıklar, Hz. Ali'yi tahrik etmek için, 'Muhammed onu ağır bulduğu için geri bıraktı' dediklerini duyunca silahım aldı, Hz. Peygamber'e (s.a.) yetişti ve söylenenleri haber verdi. Rasûlullah (s.a.): "Yalan söylüyorlar, ben seni, geride bıraktıklarım için vekil tayin ettim. Geri dön, aileme ve ailene benim adıma vekâlet et." buyurdu.

8— Hurma ağacındaki hurmaların miktarını tahminde bulunmanın caiz olması. Tahminde bulunan kimsenin sözüyle amel etmek meşrudur. Bu ko­nu Hayber gazasında geçmişti. Rasûlullah'ın (s.a.), o kadının bahçesindeki hurmaların miktarı konusunda tahminde bulunduğu gibi, bir devlet başkanı­nın tek başına tahmin yürütmesi caizdir.

9— Semûd bölgesindeki kuyulardan içilmesi, yemekte kullanılması, o su ile hamur yoğurulması ve temizlik yapılması caiz değildir. Fakat Rasûlullah (s.a.) zamanına kadar kalan ve bilinen Nâka (deve) kuyusunun dışındaki ku­yulardan hayvanları sulamak caizdir. Bu kuyu nesiller boyunca herkes tara­fından bilinegelmiştir. Yolcular bu kuyudan başkasına gitmezlerdi. Kapalı, sağlam ve geniş yapılı olan bu kuyunun kalıntıları hâlâ görülebilmekte ve di­ğer kuyulara benzemediği anlaşılmaktadır .[152]

10— Kim Allah'ın gazabına veya azabına dûçâr kalmış bir kavmin diya­rına uğrarsa, oraya girmemeli, orada kalmamalı, aksine oradan hızla geçme­li, geçinceye kadar elsibesiyle yüzünü örtmeli, girmek zorunda kalırsa ağla­yarak ve ibretle bakarak girmelidir.

Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.) Arafat'la Mina arasındaki Muhassir va­disinden hızla geçerdi. Çünkü burası Allah'ın Fîl sûresinde naklettiği hâdise­nin cereyan ettiği, Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehe ve ordusunun helak olduğu yerdir.

11—  Hz. Peygamber (s.a.) yolculukta iki namazı birleştirir, bir arada kılardı. Daha önce geçtiği gibi cem'-i takdim ile ilgili rivayet, içinde bu kıssa­nın yer aldığı Muaz hadisinde nakledilmiştir. Bu hadisin illetini ve sahih ol­madığını söyleyenleri zikretmiştik. Rasûlullah'ın (s.a.), bu seferden başka bir seferde cem'-i takdim yaptığı rivayet edilmemiştir. Ancak arefe günü Arafat bölgesine girmeden önce cem'-i takdim yaptığı sahihtir. Orada öğle ile ikin­diyi bir arada öğlen namazı vaktinde kılmıştı. Ebu Hanîfe ve bir grup âlim cem'-i takdimi yalnız hacc ibadetine ait bir hususiyet olarak kabul ederken, Ahmed b. Hanbel ve Şafiî gibi âlimler de uzun yolculuk yüzünden cem'-i tak­dim yapıldığını söylemişlerdir. Bir başka grup da; vakfe ile meşgul olduğu ve vakfenin güneşin batışına kadar aralıksız devam etmesi sebebiyle cem'-i takdim yapıldığı kanaatındadırlar. Ahmed b. Hanbel der ki: "Meşguliyet se­bebiyle cem yapılabilir." Selef ve halef âlimlerinden bir grup âlimin bu gö­rüşte olduğu daha önce geçmişti.

12— Kum ile teyemmüm yapmanın caiz olması. Rasûlullah (s.a.) ve as­habının, Tebük ile Medine arasındaki kumluk mesafeyi aşarken yanlarında toprak götürmediklerinde şüphe yoktur. Burası suyu kıt olan, hatta susuz­luktan dolayı Rasûlullah'a (s.a.) şikâyetlerin yapıldığı bir bölgeydi. Konak­ladıkları yerlerde teyemmüm yaptıkları kesindir. Bu şüphe götürmeyen tes-bitlerin yanısıra Hz. Peygamberin (s.a.) şu hadisi de bilinmektedir: "Üm­metimden herhangi bir kimse nerede namaz vaktine erişirse, mescidi (namaz kılacağı yer) ve temizleneceği malzemesi (teyemmüm yapacağı kum veya top­rak) yanındadır.[153]

13— Rasûlullah (s.a.) Tebük'te yirmi gün kalmış ve namazlarını kısalta­rak kılmıştır. Ümmetine de: "Bu müddetten daha fazla kalınırsa namaz kı­saltılmaz." diye bir şey söylememiştir. Bu kadar müddetle orada kalmıştır. Sefer halinde bu çeşit ikâmetler, bir insanı sefer hükmünden çıkarmaz. Yer­leşme durumu olmadığı müddetçe; ikâmet süresinin uzaması ya da kısalması sonucu değiştirmez. O yerde ikâmete niyet eden kimse yoktu.

Selef ve halef âlimleri bu konuda çokça ihtilâf etmişlerdir. Sahih-i Bu-harVdt İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Rasûlullah (s.a.) bazı seferlerinde on dokuz gün ikâmet etti ve iki rekât kılardı. Biz de on dokuz gün ikâmet ettiğimiz zaman iki rekât kılardık. Bu müddetten fazla kalırsak tam kılardık."[154] Ahmed b. Hanbel'in sözünden anlaşıldığına göre, İbn Ab-bas bu sözüyle, Fetih senesi Mekke'de kalış müddetini kasdetmiştir. Çünkü Ahmed b. Hanbel demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.) fetih senesi Mekke'de on sekiz gün kalmıştır, zira Huneyn'e gitmeyi istiyordu. Orada ikâmet müddeti bölünmüştür. İbn Abbas'ın rivayet ettiği ikâmet budur." Ahmed b. Hanbel'in dışındaki âlimler de: "Bilakis İbn Abbas, bu rivayetiyle Tebük'teki ikâmeti­ni kasdetmektedir." demişlerdir. Câbir b. Abdillah: "Rasûlullah (s.a.) Te­bük'te yirmi gün namazlarını kısaltarak ikâmet etmiştir." demektedir. Bu ri­vayeti Ahmed b. Hanbel, Müsned'indz rivayet etmiştir.[155]

Abdurrahman b. Misver b. Mahreme: "Sa'd ile beraber Şam'ın bazı köy­lerinde kırk gün kaldık. O namazlarını kısaltıyor, biz tam olarak kılıyor­duk. "demiştir.[156]

Nâfi: "İbn Ömer, Azerbeycan'da namazlarını iki rekât kılarak altı ay kalmıştır." demiştir[157] O sene kar yağmış ve şehre girmeye mâni olmuştu.

Hafs b. Ubeydullah: "Enes b. Mâlik Şam'da iki sene yolcu namazı kıla­rak ikâmet etmiştir." demektedir[158]

Enes: "Rasûlullah'm (s.a.) ashabı Râmhürmüz'de yedi ay kalmışlar ve namazlarını kısaltarak kılmışlardır." demektedir.[159]

Hasan Basrî: "Kâbul'da Abdurrahman b. Semüre ile beraber iki sene ikâmet ettim. Namazlarını kısaltıyor ama cem etmiyordu." demektedir.[160]

İbrahim: "Rey'de bir sene, bazan daha fazla, Sicistan'da iki sene kalıyorlardı" demiştir.

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber'in ve ashabının sünneti böyledir ve doğ­rusu da budur.

Diğer mezheplere gelince: Ahmed b. Hanbeî bir yerde dört gün kalmaya niyet eden kimsenin namazını tamamlaması gerektiği, daha az kalmaya niyet edenin ise kısaltacağı görüşündedir. Yukardaki rivayetler \Ç.n Ahmed b. Han­bel'in değerlendirmesi şöyledir: "Rasûlullah (s.a.) ve ashabı kesin olarak ikâmete kar tr;vermemişler, bugün çıkarız, yarın çıkarız ümidi ve düşüncesiyle beklemişlerdir." Bu değerlendirmede açık bir isabetsizlik vardır. Zira Rasû-luliah (s.a.) Mekke'yi fethetti. Mekke aynı Mekke idi. Orada kalıp îslâm'ın esaslarını tesis ediyor, şirkin temellerini yıkıyor ve etrafında bulunan Arap­ların durumlarıyla ilgili pîarak hazırlık yapıyordu. Herkesçe kesin olarak ka­bul edileceği gibi böyle bir durum günlerce ikâmeti gerektirir, bu işler bir-iki günde olmaz. Tebük'teki ikâmeti de böyledir. Orada da düşmanı beklemek­tedir ve kesinlikle bilinmektedir ki düşman ordusuyla aralarında, günlerce yü­rümekle ancak alınacak bir mesafe vardır. En azından dört günde o mesafe­nin alınamayacağım biliyordu. Aynı şekilde tbn Ömer'in, kar sebebiyle Azer-beycan'da altı ay kalması da böyledir. Yollan kapatacak çokluktaki kar küt­lesinin dört gün içinde, yollar açılacak şekilde erimesinin imkânsız olduğu ma­lumdur. Enes b. Mâlik'in Şam'da namazlarını kısaltarak iki sene kalması, sahabenin Râmhürmüz'de namazlarını kısaltarak yedi ay ikâmet etmesi de böyledir. Böylesine bir kuşatma ve cihad hareketinin dört gün içinde sona ermesinin imkânsızlığı malumdur. Ahmed b. HanbePin arkadaşları demiş­lerdir ki: (<Düşman karşısında cihad, sultan tarafından hapis ve hastalık gibi sebeplerle ikâmet eden kimse, ister kısa, İster uzun müddet kalacağını zan­netsin, namazını kısaltır.'* Doğrusu da budur. Ancak bu noktada Kur'an-ı Kerim, hadis-i şerif, icmâ-i ümmet ve sahabe uygulamasında delili bulunma­yan bir şart koştular ve dediler ki: "Yukarıda sayılan durumlarda namazın kısaltılabilmesi için, dört günden fazla sürmeyecek bir müddet içinde o halin biteceğinin zannedilmesi şarttır." Onlara şöyle demek lâzımdır: Bu şartı ko­şarken hangi esasa dayandınız? Hz. Peygamber (s.a.), Mekke'de ve Tebük'-te dört günden fazla ikamet edip namazlarını kısaltırken ashabına bir şey söy­lemediği gibi dört günden fazla ikâmete niyet etmediğini de açıklamadı. Hal­buki O biliyordu ki ashabı, namazlannı kısaltırken kendisine uyuyorlardı. Buna rağmen onlara: "Dört günden fazla ikâmet ederseniz namazı kısaltmayın" türünden tek bir harf bile söylemedi. Bu konuyu açıklamak O'nun için en mühim bir konuydu. Ashab-ı kiram da aynı şekilde davranmışlar, kendile­riyle beraber namaz kılan kimselere böyle bir şeyden bahsetmemişlerdi.

Mâlik ve Şafiî ise: "Dört günden fazla ikamete niyet eden kimse nama­zım tamamlar, bu müddetten daha az bir süre için niyet etmişse kısaltır." de­mişlerdir.

Ebu Hanîfe'ye gelince: "On beş günlük bir süre için ikâmete niyet eden kimse namazını tam kılar, daha az bir süre için niyetlenmişse kısaltır." de­mektedir. Leys b. Sa'd'ın mezhebi de bu şekildedir. Hz. Ömer, İbn Ömer ve Hz. İbn Abbas'm da bu görüşte oldukları nakledilmiştir. Saîd b. elMüseyyeb: "Dört gün müddetle ikâmet edersen namazım dört rekât mistir. Ebu Hanîfe gibi söylediği de rivayet edilmiştir.

Ali b. Ebî Tâlib: "On gün müddetle ikâmet eden kimse namazını tamam­lar." demiştir. İbn Abbas'tan da böyle bir rivayet yapılmaktadır.

Hasan Basrî der ki: "Mısır denilen (şehir hükmündeki yere) varmadıkça namazlarım kısaltır."

Hz. Âişe: "Azığını ve azık torbasını bırakmadıkça (yani sefer hali bit­medikçe) kısaltır." demektedir.

Dört mezhebin imamı, ihtiyacının bugün veya yarın giderileceği ümidiy­le bekleyen bir kimsenin bu durumu böyle devam ettiği müddetçe namazım kısaltacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak Şafiî'den gelen bir rivayete göre, bu durumdaki bir insan en çok on yedi veya on sekiz gün kısaltabilir, ondan sonra kısaltamaz.

İbn Münzir, İsrafında: "İkâmete niyet etmeyen bir kimsenin yolculuğu senelerce de devam etse namazını kısaltacağı hususunda âlimler icmâ' etmiş­lerdir." demektedir.

14— Yemin eden bir kimsenin yeminini bozmayı daha hayırlı görmesi halinde» bozmasının caiz, hatta müstehab olması, daha sonra keffâret verip hayırlı olduğuna inandığı gibi yapması. Bu durumda ister önce keffâretini verip sonra yeminini bozar, isterse önce yeminini bozup keffâretini sonra öder* Ebu Musa el-Eş'arî'den şöyle rivayet edilmiştir: "Yemini bozup hayırlı olanı yaptım ve keffâret ödedim." Bir başka metinde: "Keffâretini Ödedim ve ha­yırlı olanı yaptım." Bir diğerinde ise: "Hayırlı olanı yaptım ve yeminimin keffâretini verdim." Bu rivayetlerin her biri Sahih-i Buharı vs Sahih-i Müs­lim'de yer almakta [161] ve yemini bozma ile keffâret verme arasında belli bir sıranın bulunmadığını göstermektedir.

Sünen'ds, Abdurrahman b. Semüre, Hz. Peygamber'den (s.a.) şöyle bir hadis nakleder: "Bir konuda yemin eder, sonradan o yemini bozmayı daha hayırlı görürsen, yemininin keffâretini ver, sonra yeminini bozarak daha ha­yırlı gördüğün şeyi yap."[162] Bu hadisin aslı Sahih-i Buharı ve Sahih-i Mus­lini' dedir.

Ahmed b. Hanbel, Mâlik ve Şafiî, yemini bozmadan önce keffâret ver­menin caiz olduğu görüşündedirler. Ancak Şafiî, orucun keffâreti hususun­da: "Orucu bozmadan keffaretini ödeyemez." demiştir. Ebu Hanife (r.h.) ise: "Hiç bir konuda, yemin bozulmadan önce keffâretin ödenmesi caiz de­ğildir.'' demektedir.

15—' Gazap halindeki yeminin geçerli olması; o kimsenin verdiği hük­mün ve yaptığı sözleşmelerin de geçerli olması. Kendisini kaybedecek derece­de sinirlenen kimsenin yemini de, talakı da geçersizdir. Ahmed b. Hanbel, Hz. Âişe'den nakletiği: Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle dediğini duydum: "Iğlâk halindeki bir kimsenin yemini de hanımını boşaması da geçersizdir. "[163] ha-disindeki "ığlak"ı, gazap ve öfke olarak açıklamıştır[164]

16— Hz. Peygamber'İn (s.a.): "Sizi ben donatmadım, bilâkis sizi Allah (c.c.) donatıp techizatlandirdi." hadisini, Cebriye mezhebine mensup olan­lar, kendilerini destekleyen bir delil olarak öne sürebilirler. Bilmeleri gerekir ki, bu hadiste onların mezhebine delil olacak hiçbir taraf yoktur. Çünkü Ra­sûlullah'ın (s.a.) sözü, aynen şu sözü gibidir: "Vallahi, ben ne bir kimseye bir şey veriyor, ne de verilmesini menediyorum. Ben yalnızca taksim eden bi­riyim, bana emredildiği şekilde veririm."[165] O, Allah'ın kulu ve elçisidir. Her hareketi Allah'ın emriyledir. Rabbı O'na bir şey emrederse, O da o emri ye­rine getirir. Veren, meneden, yükleyip donatan yalnızca Allah'tır. Hz. Pey­gamber (s.a.), yalnızca emredileni yapandır. Allah Teâlâ: "Ey RasüFüm; düş­manların gözüne bir avuç toprak attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı."[166] âyetinde de, Rasûlü'nün, müşriklerin yüzüne toprak attığını, bu at­manın O'na ait bir fiil olduğunu isbat ve ifâde etmiş, fakat atılan bu topra­ğın müşriklerin gözlerine ulaştırılması işinin O'na ait olmadığını, bunun an­cak Allah'a ait bir fiil olduğunu, kulun buna gücünün yetmeyeceğini açıkla­mıştır. "Atmak" fiili, İşin başlangıcı olan "fırlatmak" ve sonucu olan "ulaştırmak" mânalarının her ikisi için de kullanılır.

17— Apaçık küfürleri Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaştığı halde Rasûlullah'ın (s.a.), münafıkları öldürmeyip bırakması. "Tevbesini açıklayan zındık öldü­rülmez." diyenler, bu hâdiseyi kendi görüşlerinin delili olarak ileri sürmüşlerdir. Çünkü o münafıklar, kendilerine nisbet edilen sözü söylemediklerine dair yemin etmişlerdir. Bu davranışları şayet söyledikleri bir sözü inkâr et­mek değilse, tevbe etmek demektir. Mezhebimize mensup olan ve olmayan âlimler: "İrtidat ettiğine şahit olunan bir kimse kelime-i şehadeti söyleyerek, Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed'in (s.a.) O'nun Rasûlü ol­duğuna şahitlik ederse, bundan sonra başka bir taraf araştırılmaz, mü'min olduğu kabul edilir." demişlerdir. Bazı fakihler de: "îrtidat ettiğini inkâr et­mesi, bunu kabul etmesi yeterlidir." demişlerdir.

"Zındığın tevbesi geçersizdir." diyenlere gelince, onların bu hâdise ile ilgili değerlendirmeleri şöyledir: Münafıkların bu davranışları isbat edileme-, mistir. RasûluUah (s.a.), bir konuda hüküm vereceği zaman yalnızca kendi bilgisine dayanarak hüküm vermezdi. Bu haberi Rasûlullah'a (s.a.) yalnızca bir kişi getirmiştir. Bu sayı da isbat için yeterli olmamıştır. Tıpkı Zeyd b. Er-kam'ın Abdullah b. Übey'in aleyhinde şehadette bulunması ve bu şehadetin kabul edilmemesi ve başka şahısların da aynı şekilde tek başlarına şehadet edip şehadetlerinin geçerli olmaması gibi.

Bu değerlendirme hemen kabul edilemez. Çünkü Abdullah b. Übey'in münafıklığı ve bu durumuna delil olacak sözleri Hz. Peygamber (s.a.) ve as­habı için tevatür derecesinde sabitti. Yine onlardan bazıları bizzat kendileri nifaklarını itiraf etmişler ve Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle: "Biz ancak lafa dal­mış, şakalaşıyorduk."[167] demişlerdi. Haricîlerden bazıları bizzat Peygambe­rimizin yüzüne karşı: "Sen adaletle hükmetmedin!" demişlerdi. Bunun üze­rine Rasûlullah'a (s.a.): "Onları öldürmüyor musun?" diye sorulduğu zaman: "Aleyhlerinde yeterli delil yok." demedi. Aksine: "İnsanlar, Muhammed as­habını öldürüyor demesinler (diye onları bırakıyorum)" dedi.[168]

O halde doğru değerlendirme şöyle yapılmalıydı: Rasûlullah'ın (s.a.), ha­yattayken onları Öldürmemesinin sebebi, kalplerini Rasûlullah'a (s.a.) ısın­dırmak ve O'nun üzerinde ihtilâfı önleyip, ittifakı temin etmekti. Halbuki onları öldürmek, daha İslâm'ın gariplik dönemi son bulmadan, nefretin uyan­masına yol açmak demekti. Allah Rasûlü'nün (s.a.) en çok arzu ettiği husus kalpleri ısındırmak, en çok kaçındığı husus ise kendisine itaattan uzaklaştı­racak davranışlardı. Bu durum, yalnızca Rasûlullah'ın (s.a.) hayatta olduğu devreye has idi. Aynı şekilde Zübeyr ve davacısı ile ilgili hâdisede RasûluUah (s.a.): "Halanın oğlu olduğu için değil mi?"[169] diyerek hükmüne itiraz eden,"Bu taksimde Allah rızası gözetilmemiştir!" diyerek verdiği hükmü ayıpla­yan ve: "Sen adaletle hükmetmedin!" diyen kimselerin hiçbirini öldürmemiştir. Çünkü bütün bu konularda yegâne hak sahibi Rasûlullah (s.a.) idi. Bu hak­kını almak ya da hakkından vazgeçerek affedip feragat etmek tamamen O'na ait bir hak idi. Ümmetine gelince, durum değişmekte, Hz. Peygamber'e (s.a.) ait bir haktan vazgeçmeye ümmetin yetkisi bulunmamakta ve bu hakkın ye­rine getirilmesi, ümmet için terkedilmesi mümkün olmayan bir görev olmak­tadır. Bu meseleler başka bir yerde ele alınacaktır. Burada maksat yalnızca işaret ve uyandır.

18— Bir sözleşme (ahd) karşılığında İslâm ülkesinde ikâmete hak kaza­nan kimse, İslâm'a zararlı olacak bir hâdiseye sebebiyet verirse, kanının ve malının korunması hususunda yapılan anlaşma bozulmuş olur. Devlet baş­kanı kendi imkânıyla o şahsı ele geçiremezse kanı ve malı heder olur. Kim onun malına el koyarsa o malın sahibi olur. Rasûlullah (s.a.), Eyle halkıyla yapılan barış anlaşmasında: "Kim bir olay çıkarırsa (anlaşmanın şartlarına aylan davranırsa) onu malı kurtaramaz ve malı alana ait olur.1' demiştir. Çün­kü, o şahıs bu hareketiyle, ehl-i ahd olmaktan çıkmış, muhârib (ehl-i harb) sınıfına geçmiştir. Onun hakkında da ehl-i harb hakkındaki hükümler uy­gulanır.

19— Geceleyin cenaze defnetmenin caiz olması. Hz. Peygamber (s.a.), Zülbicâdeyn'i geceleyin defnetti. Ahmed b. Hanbel'e bu konu sorulduğunda şöyle dedi: Bunda bir mahzur yoktur.[170] Ebu Bekir, geceleyin defnedildi. Hz. Ali, Hz. Fâtıma'yı geceleyin defnetti. Hz. Âişe: "RasûluUah'ın (s.a.) defne­dildiği gecenin sonunda küreklerin sesini işittim." demektedir. Hz. Osman, Âişe ve İbn Mes'ûd'un definleri hep geceleyin olmuştur.

Tirmizî'de îbn Abbas'tan şöyle bir rivayet vardır: Rasûlullah (s.a.) bir gece kabristana girdi. O'na kandil yakıldı. Kıble tarafına geçti ve: "Allah sa-. na rahmet eylesin, sen zikrederek sesini yükseltir ve çok çok Kur'an okurdun." buyurdu.[171] Tirmizî der ki: "Bu hadis hasendir."

Buharî'de de şöyle bir hadis nakledilir. Rasûlullah (s.a.) bir ada' du ve: "Bu kimdir?" dedi. Dediler ki: "Bu filandır, dün gece defnol (Bunun üzerine kalktı ve cenaze) namazını kıldı.[172]

Soru: Müslim'in Sahih'indç rivayet ettiği şu hadise ne dersiniz?: "Hz. Peygamber (s.a.)bir gün ashabına hitab etti. Vefat eden, yetersiz bir kefene sarılıp geceleyin defnolunan bir adamı andı ve mecbur kalınmadıkça bir kim­senin, namazı kılınmadan, geceleyin defnedilmesini menetti."[173] Ahmed b. Hanbel: "Benin görüşüm de budur." demiştir.

Cevap: Allah'a hamdederek, yukarıda zikredilen her iki hadisi de kabul eder, birini diğeri ile izaha kalkışmayız ve geceleyin cenazeyi defnetmenin mek­ruh olduğunu söyler, hatta bundan men ederiz. Ancak geceleyin yolculuk ya­panlar arasından birinin vefat etmesi, yolculann gündüzü beklemeleri halinde zarar görmelerinden veya ölünün şişip dağılmasından korkulması, bu ve benzeri gibi geceleyin defnedilmesini gerekli kılacak zaruri sebepler sözkonusu olur­sa o zaman buna izin veririz. Başarı Allah'tandır.

20— Devlet başkanı herhangi bir yere askerî birlik gönderir, bu birlik ganimet malı ve esir alır ya da kale fethederse, elde ettikleri herşeyden beşte bir pay ayrıldıktan sonra geri kalanı o birlikteki mücahidler arasında paylaş­tırılır. Rasûlullah (s.a.), Dûmetü'l-Cenderin fethinde Ükeydir ile yapılan an­laşma sonucu elde edilen ganimetleri, Halid b. Velid komutasında gönderilen askerlerin arasında paylaştırmıştı. Tamamı dört yüz yirmi süvari idi. Elde edilen ganimetler ise; iki bin deve, sekiz yüz at idi. Her bir süvariye beş hisse düş­müştü. Ancak bu birlik savaşmakta olan bir ordunun içinden ayrılarak teşkil edilirse durum değişmekte,,bu birliğin askerî gücü o ordunun gücüne dayan­makta olduğu için elde ettikleri ganimetler, beşte biri ayrıldıktan sonra, or­dunun bütün neferleri arasında paylaştınlmaktadır. Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti bu idi.

21— Rasûlullah'ın (s.a.) "Medine'de öyle kimseler vardı ki attığınız her adımda ve aştığınız her vadide sizinle beraber idiler." sözüyle ifade ettiği beraberlik, "kalbî beraberlik idi, yoksa bazı cahillerin söylediği gibi bedenî bera­berlik değildi. Çünkü bu dedikleri şey imkânsızdır. Zira bv söz üzerine Rasû-lullah'a (s.a.): "Onlar Medine'de oldukları halde mi?" diye sorulmuş, O da: "Evet. Onlar mazeretleri yüzünden Medine'de kaldıkları halde." diye cevap vermişti. Onların bedenleri Medine'de, ruhları ise mücahid kardeşleriyle be­raberdi. Bu cihadın kalp ile yapılanıdır ve dört mertebesinden biridir: Bu mer­tebeler; kalp ile, lisan ile, mal ile ve beden ile cihad etmektir. Hadiste: "Müş­riklere karşı lisanlarınızla, kalplerinizle ve mallarınızla cihad ediniz." buyu-rulmuştur[174]

22— Allah'a isyan edilen günah yuvalarının yakılıp yıkılması. Rasûlul-lah (s.a.), Mescid-i Dırâr'ın yakılmasını ve yıkılmasını emretmişti. Halbuki orası içinde namaz kılınan ve Allah'ın zikrolunduğu bir mekândı. Buna rağ­men mü'minlere zarar vermek, aralarını bozmak ve münafıklara sığınaklık yapmak gibi maksatlar için kullanılınca Rasûlullah (s.a.) yıkılmasını emretti. Bu durumda olan bütün binalar için devlet başkanının ya yıkmak ve yakmak, ya da şeklini ve gayesini ıslah edecek tedbirleri atmak gibi bir görevi vardır. Dırâr mescidi'nin durumu böyle olunca; apaçık şirk koşma maksadıyla ya­pılmış, içinde görev yapanların orada bulunan kimselere kulluk etmeye ça­ğırdığı yerlerin yıkılması daha çok gereklidir. Fısk ve günah mahalleri olan meyhane, kumarhane ve her türlü batakhane hakkındaki hüküm de aynıdır. Hz. Ömer (r.a.), içki satılan bir köyü tamamen yakmış, Rüveyşid es-Sakafî'nin meyhanesini yakmış ve kendisini Rüveyşid yerine Füveysık diye adlandırmış­tır. Sa'd'ın sarayını da halktan gizlendiği için yakmıştır. Rasûlullah (s.a.) cu­mayı ve cemaatı terkedenlerin evlerini yakmaya yeltenmiş[175] içlerinde, ken­dilerine cuma ve cemaat farz olmayan kadınlar ve çocuklar bulunduğu için bırakmıştır.

23— Allah'a itaat ve ibadet durumunun bulunmadığı eşyanın vakfı sa­hih değildir. Bu kaideye göre: Kabir üzerine yapılan mescid yıkılır, mescide defnolunan ölünün kabri oradan kaldırılır. Ahmed b. Hanbel ve diğer âlim­ler bu konuda kesin hükmün böyle olduğunu söylemişlerdir. İslâm'da; kabir ile mescid bir arada bulunmaz, bilakis hangisi diğerinden sonra yapılmak is-. tenirse buna mâni olunur, bu konuda hüküm verirken öncelik esasına riayet edilir. Beraber yapılmış olsalar caiz olmaz. Böyle bir vakıf şer'an sahih ve caiz olmaz. Rasûlullah (s.a.) nehyettiği için, böyle bir mescidde kılınan na­maz sahih olmaz. Hz. Peygamber (s.a.) aym zamanda kabirleri mescid yapıp orada kandil yakanlara da lanet etmiştir. Allah'ın Peygamberi ve Rasûlü ile göndermiş olduğu İslâm dini böyle idi, ama bugün görüldüğü gibi, insanlar arasında garip kalmıştır.

24— Uzaktan gelen birisini karşılamak, sevinç ve mutluluğunu ifade et­mek için ud, zurna vb. çalgı âletleri ve müstehcen nağmelerin eşliğinde olma­mak kaydıyla şiir söylenmesi caizdir. Hiç kimse buna haram dememiştir. Bu hükme yapışarak günah olan mağmeleri dinlemenin de helâl olduğunu iddia edenlerin bu iddiası; şarabı üzüme ve sarhoş etmeyen üzüm suyuna kıyas ede­rek, madem ki üzüm ve suyu helâl, şarap da helâldir diyenlerin iddiası gibi­dir. Bu ve benzeri kıyaslar; "alışveriş de faiz gibidir" diyenlerin kıyasları gibidir.

25— Rasûlullah'ın (s.a.), kendisini övenleri dinlemesi, onları bu davra­nışlarından alıkoymaması başkaları için delil teşkil etmez. Çünkü övenlerle övülenler arasında çok farklar vardır ve Rasûlullah (s.a.): "Övgüde bulunan­ların yüzüne toprak serpiniz." buyurarak bu konudaki hükmü apaçık belirt­miştir.[176]

26— Seferden geri kalan üç kişinin kıssasında sayısız hikmetler ve ibret­ler vardır. Burada bazılarına işaret ediyoruz:                           

a)Bir kimsenin Allah ve Rasûlü'ne itaat hususundaki kusur ve eksiğini haber vermesi, bunun sebebini açıklaması, akıbetinin ne olduğunu, durumun­daki ibret verici hususları haber vermesi, hayrın ve şerrin yollarını açıklama­sı ve bu açıklamaya dayanan daha mühim meseleleri haber vermesi caizdir.

b) Kibir ve gurur maksadıyla olmadığı takdirde bir kimsenin hayra Vesi­le olacak şekilde kendini övmesi caizdir.                                         

c) Bir kimse gücünün yetmediği bir hayra karşı, gücünün yettiği başka bir hayırla kendi kendini teselli eder.                                               

27— Akabe bîati, sahabenin şahit olduğu en faziletli işlerden biridir. O kadar ki Kâ'b, Akabe'deki biati Bedir'deki cihaddan daha aşağı derecede görmezdi.

28— Devlet başkanı, bazı hususları tebaasından gizlemekte fayda görürse, o hususları gizlemesi müstehaptır veya duruma göre hüküm değişir.

29— Bir şeyi gizlemekte zarar ve fesat sözkonusu olursa, onu gizlemek caiz değildir.

30— Hz. Peygamberdin (s.a.) hayatında orduya ait bir kayıt defteri yok­tu, îlk olarak kayıt defteri uygulamasını başlatan Hz. Ömer'dir. Bu uygula­ma Rasulullah'm (s.a.) takip edilmesini emrettiği sünnetidir. Zamanla bu uy­gulamanın faydası açığa çıkmış ve müslümanların ona olan ihtiyacı hissedil­miştir.

31— Bir müslüman için ibadet ve tâatta bulunarak Allah'a yakınlaşma fırsatı doğduysa, hemen o fırsatı değerlendirmeye bakmalı ve bunun için ge­rekli teşebbüsü yapmalı, ileriki bir tarihe bırakmamalıdır. Çünkü azmetme ve gayrete gelme hisleri çoğunlukla geçici olur. İnsan, himmet ve gayret his­lerini tahrik eden fırsatları hemen değerlendirmelidir. Allah Teâlâ kendisine böyle bir fırsat verip de, bu fırsatı değerlendiremeyen kulunu, kalbiyle irade­si arasına girerek ve bir daha ona iradesini kullanma imkânı vermeyerek ce­zalandırır. Allah ve Rasûlü'nün çağrısına cevap vermeyen kimsenin de kal­biyle iradesi arasına engel koyar da daha sonra hiçbir zaman cevap verme gücünü, bulamaz. Allah (c.c): "Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, ha­yat verecek şeylere çağırdıkları zaman icabet edin. Bilin ki, Allah, gerçekten kişi ile onun kalbi arasına girer. "[177] Bu hakikati Allah Teâlâ şu âyetiyle açık­lığa kavuşturmuştur: "Biz onların kalplerini ve gözlerini —ilkin ona inan­madıkları gibi— ters çeviririz; onları taşkınlıkları içinde şaşkın şaşkın bıraki-rız."[178] Yine Allah (c.c.) buyurdu ki: "Ama onlar yoldan sapınca, Allah da onların kalblerini saptırmıştı. "[179] Yine buyurdu ki: "Allah, bir kavmi doğ­ru yola eriştirdikten sonra sakınmaları gereken şeyleri kendilerine açıklama­dıkça onları sapıklıkla sorumlu tutacak değildir."[180] Bu mânada, Kur'ân'-da, çok âyet vardır.

32— Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber gitmeyip geri kalanlar; ya tam nifak ehli olanlar, ya bir özürü ve mazereti bulunanlar, ya da Rasûlullah'ın (s.a.) bir maslahat sebebiyle veya Medine'de yerine vekil tayin ettiği için geride bı­raktığı kimseler olmak üzere üç sınıfa ayrılıyorlardı.

33— Devlet başkanı ve herhangi bir makamda başkan durumunda olan­ların itaatsizlik gösterenleri ihmal etmemeleri, bilakis onları itaatkâr olmaya davet etmeleri gerekir. Rasûlullah (s.a.) Tebük'te: "Kâ'b ne yaptı?" diyerek yalnızca onu sormuş, münafıkları ihmâle terkettiği için onlardan hiç kimseyi zikretmemişti.

34—Allah ve Rasûlü'nü müdafaa kastıyla ve dinî hamaset ve hamiyyet sâikıyle bir başkasının kusurlarını söylemek caizdir. Bu noktadan hareketle­dir ki, hadis âlimleri, râvüerin durumunu araştırıp kusurlarını göstermişler­dir. Yine aynı noktadan hareketle peygamberlerin vârisleri durumundaki ehl-i sünnet âlimleri bid'adçıların kusurlannı göstermişlerdir. Yoksa bu ayıplamalar ve kusurları açığa çıkarmalar nefsî arzu ve istekleri tatmin etmek için değildir.

35— Ayıplanan ve kendisine bir kusur nisbet edilen kimsenin, ortada bir yanılma sözkonusu olursa, kendisini savunması da caizdir. Muaz (r.a.), Kâ*-b'ı kötüleyen kimseye: "Ne kötü konuştun!*' demiş, sonra da: "Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yemin olsun ki, onun hakkında hayırdan başka bir şey bil­miyoruz." diyerek müdâfaada bulunmuştu. Rasûlullah (s.a.) da ne öyle ko­nuşanı, ne de Kâ'b'ı bu sözlerinden men etmedi. Her ikisini de dinledi.

36— Yoldan gelen bir müslümanın memleketine girerken abdestli olma­sı ve evine gitmeden önce mescide uğraması, iki rekât namazdan sonra çevre­sindeki müslümanlarla oturup hemhal olması, sonra ailesinin yanına gitme­di sünnettir.

37—  Rasûlullah (s.a.), münafıklardan kendisini müslüman gibi göste­renlerin dış görünüşlerine göre davranıyor, kalplerindeki gerçek düşünceleri­ni Allah'a havale ediyor, hüküm verme zamanı dış görünüşlerine göre hük­mediyor, bilinmeyen içyüzlerine göre cezalandırmıyordu.

38— Devlet başkanının ve hâkimin; hâdise çıkaran, huzur bozan kimse­lerin selâmlarını almayarak onları cezalandırması ve başkalarına da ibret ol­malarını sağlaması caizdir. Rasûlullah'tan (s.a.) Kâ'b'ın selâmını aldığı nak-ledilmemiştir, bilâkis öfkeli bir şekilde karşıladığı rivayet edilmektedir.

39— Tebessüm, sevinme ve hoşlanmanın alâmeti olduğu gibi öfkenin de alâmeti olabilir. Zira gerek sevinme, gerekse öfkelenme hallerinin her ikisin­de de kan basıncı yükselir, bu sebepten yüzde pembeleşme gözükür. Bu du­rumdan da sevinç ve öfke hâsıl olur ve arkasından tebessüm veya gülme gelir. Bundan dolayı, özellikle nahoş hallerde, kudretli insanların gülmesine al-danmamahdır. Bu hususta denilmiştir ki:

"Arslanı, dişleri açığa çıkmış olarak görürsen, Zannetme ki arslan gülümsemektedir."[181]

40— Devlet başkanı ve başkan durumundaki kimselerin, değer verdikle­ri kıymetli dostlarına sitem edip onları azarlamaları mümkündür. Rasûlullah (s.a.), Tebük seferinden geri kalanlar içerisinde yalnızca üç kişiye sitemde bu­lunmuştur. İnsanlar çok defa dosttan gelen sitemi övmüş, onun hazzını ve sevincini dile getirmişlerdir. Hal böyle olunca, Allah'ın yeryüzünde yarattık­larının en sevgili olanının sitemi nasıl olur? Allah'a yemin olsun ki, bu sitem en tatlı bir sitem, semeresi en büyük, faydası da en yüce olan bir sitemdir. O üç kişi kimbilir ne büyük bir sevince, hoşnutluğa ve mazhariyete nail ol­muşlardır.!

41—  Allah Teâlâ, Kâ'b'ı ve iki arkadaşını, doğru sözlü olmaya ve bu durumlarında sebatkâr olmaya muvaffak kılmış, yalan söylemek ve gerçek dışı özürler beyan ederek onları rezil etmemiştir. Böyle yapsalardı, dünyada sıkıntı çekmezlerdi, ama ahiretleri tamamen perişan olurdu. Dürüst kimse­ler, işin başında biraz yorulurlar ama ardından devamlı bir kurtuluşa kavu­şurlar. Dünya ve ahiret, bu prensip üzerine kuruludur. Başlangıçtaki acılık­lar sonuçta tatlılığa, başlangıçtaki tatlılıklar da sonuçta acılığa dönüşürler. Rasûlullah'm (s.a.) Kâ'b (r.a.) için: "Bu (Kâ'b) doğru söyledi." sözünde, zik­redilen nesnenin veya kimsenin, özel olarak bir hükme tâbi olduğu hususun­da karîne bulunduğu zaman, mefhûm-u lâkaptan yararlanılabileceğine açık delil vardır. Allah (c.c): "Davud ve Süleyman'ı da an; hani onlar, milletin davarlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlardı. O vakit gecele­yin bir kavmin davan ekin tarlasına yayılmıştı (zarar vermişti). Biz de onla­rın hükümlerine şahit idik. Biz o meselenin hükmünü Süleyman'a bildirmiş­tik,"[182] buyurmaktadır. Rasûlullah (s.a.): "Bana yeryüzü mescid ve topra­ğı da temiz (teyemmüm edilebilecek vasıfta) kılındı." buyurmuştur.[183] Yu-kardaki hadiste de: "Bu doğru söyledi." buyurmuştur. Burada bu sözü du­yan; sözü söyleyen kimsenin, o şahsı husûsî bir hükme tâbi tuttuğunda şüphe etmez.

42— Kâ'b'ın: "Benim durumumda olan başkası var mı?" diye sorması ve: "Evet, Mürâre b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye." diye cevap vermelerinde; bir musibete uğrayan kimsenin, aynı musibete uğrayan başka kimseleri ör­nek alma psikoiojisiyle kendisini teselli etmesinin caiz olduğuna örnek var­dır. Allah (c.c.) bu konuda yol göstererek: "Düşman milleti takib etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz yaralanıp acı çekiyorsanız, muhakkak ki on­lar da sizin çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Halbuki siz Allah'tan, onların ümit etmedikleri (ahiret ve cennet gibi) şeyleri ummaktasınız."[184] buyurmuştur. İşte Allah'ın, cehennemlikleri menettiği halet-i rûhiyye budur. Bu konuda Allah (c.c): "Bu özlediğiniz şey bugün asla size fayda sağlamaz; çünkü zulmetti­niz, hepiniz azabda ortaksınız." buyurmaktadır.[185]

Kâ'b'ın: "Bana Bedir harbine iştirak etmiş iki salih kimseden bahsetti­ler, benim onları örnek almam gerekir." sözü, Zührî'nin yamlarak ilâvede bulunduğu yerlerden biri sayılır. Çünkü siyer ve meğâzî kitaplarının hiç bi­rinde bu iki kişinin Bedir harbine katıldığı kaydedilmemiştir. Ne İbn İshak, ne Musa b. Ukbe, ne Emevî, ne Vâkıdî ne de başka biri onları Bedir ehlinden saymışlardır. Vakıa da gösteriyor ki, onların Bedir ehlinden olmamaları ge­rekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Hâtıb casusluk yapmak gibi bir günah işlediği halde onu cezalandırmadı ve alâkasını kesmedi. Hz. Ömer (r.a.) onu öldürmeye kalkışınca da: "Allah'ın Bedir ehline bakıp:'Dilediğinizi yapın, bütün günahlarınızı bağışladım.' dediğini nereden bileceksin." buyurdu. Hiç casusluk suçu ile, savaştan geri kalmak birbiriyle kıyaslanır mı?

Ebu'l-Ferec İbn Cevzî der ki: Bu konunun hakikatim ortaya çıkarmayı çok arzu ediyorum. Ebu Bekr el-Esrem'e rastladım. Zührî'nin faziletini, ha­fızasının kuvvetini ve bu konudaki sağlamlığını anlattı. Bu konudan başka bir yerde yanıldığına rastlamadığını söyledi ve: "Mürâre b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye'nin Bedir harbine katıldıklarını söylemektedir. Halbuki bunu on­dan başka kimse söylememektedir. .Hata etmekten hiç kimse kurtulamaz." dedi.

43— Hz. Peygamber'in (s.a.) bu üç kişiyle görüşülüp konuşulmasımya-saklayip diğerleri için böyle bir yasak getirmemesinde, bu üç kişinin doğru söylediklerine ve diğerlerinin yalancı olduklarına delil vardır. Bu yasakla onla­rı, günahlarından dolayı tedip etmek istemiştir. Münafıklara gelince, onların günahları böyle bir yasaklama ile geçiştirilmekten daha büyüktü. O üç kişi için kullanılan ilaç diğerlerinin hastalığına çare olmaz, fayda vermezdi. Allah (c.c.) da kullarının günahları karşısında böyle muamele eder, mü'nıin ku­lunu sevdiği halde, en küçük bir hatasından dolayı tedip eder, o da daha dik­katli olmaya çalışır. Allah katında kıymetten düşmüş olan kula gelince, gü­nah ile arasında hiçbir engel bırakmaz ve her günah işlemesinde ona nimetler ihsan eder; o da zenneder ki bu nimetler kendi fazilet ve kerametinden dola­yıdır. Bütün bunların Allah tarafından horlanmanın bizzat kendisi olduğunu ve bu nimetlerden dolayı azabının daha şiddetli olacağım bilemez. Nitekim meşhur bir hadiste: "Allah bir kulu için hayır dilerse, cezasını dünyada iken peşin peşin verir. Bir kulu için de şer dilerse onu dünyada iken cezalandırmaz da, o kul kıyamet günü günahlarıyla birlikte gelir." buyurulmuştur.[186]

Rasülullah'ın (s.a.) bu davranışında devlet başkanı, âlim ve başkan du­rumundaki kimselerin cezayı gerektiren bir davranışta bulunan kimse ile alâ­kayı kesmesinin caiz olduğuna da delil vardır. Yalnız bu alâka kesmenin Öl­çüsü iyi tesbit edilmeli ve o şahsa fayda sağlayacak dereceyi aşıp kemiyet ve keyfiyet açısından onu helake sürükleyecek derecede olmamalıdır. Çünkü mak­sat ıslah etmektir, helak etmek değildir.

44— Kâ'b'ın: "Öyle ki dünya bana karşı değişti. Nerdeyse o bildiğim dünya değildi." sözündeki bu değişiklik; korkan, hüzünlü ve kederli olan her­kesin toprakta, ağaçta, bitkide, hatta halini bilmediği insanlarda bulacağı bir halin ifadesidir. Günahkâr bir âsî de günahının derecesine göre, hanımının ve çocuğunun ahlâkında, bineğinin ve hizmetçisinin huyunda hatta bizzat kendi nefsinde bu hali hisseder, kendisi bile kendine değişik gelir, sanki o kendisi değil, sanki ailesi ve arkadaşları onlar değiller. Zaten böyle bir değişme ol­masa, bu korku da olmaz. Bu hal Allah'ın bir sırrıdır ve ancak kalbi ölü ol­mayanlara aşikârdır. Kalbinin canlılık derecesine göre de bu değişmeyi ve yal­nızlığı idrak eder. Ölü bir beden yaralanmadan nasıl acı duymazsa, ölü bir kalp de bu durumdan hiçbir şey hissetmez.

Sözkonusu değişme ve yalnızlık hissinin, münafıklar için zirvede olduğu bilinmekte olduğu halde, onların kalpleri ölü olduğu için bu durumu hisset­mezler. Bir kalpde hastalık müzminleşirse, günah ve isyan sebebiyle ıztırabı şiddetlenirse, bu değişmeyi ve yalnızlığı duymaz. İşte bu vaziyet "şekavet" alâmetidir. Bu hastalığın iyileşeceğinden ümit kesilmiş, doktorlar da tedavi­sinden âciz kalmışlardır. Korku ve keder, şüpheyle; emniyet ve sürür, gühantan uzak durmakla beraber bulunurlar.

"Yeryüzünde   suçsuz insandan daha cesuru yoktur. Ve yeryüzünde şüpheciden daha korkağı da bulunmaz."

Basiret sahibi bir mü'min, bir imtihana tâbi tutulur, sonra kendine ge­lirse, anlattıklarımızın bu kadarından bile faydalanabilir. Hem öylesine çok yönlü faydalar sağlar ki, sınırlandırılması mümkün değildir. Hiçbir faydası olmasa Rasûlullah*ın(s.a.)peygamberlik alâmetlerini ve haber verdiği hâdise­leri görür, O'nun peygamberliğini tasdik etmesi zaruret derecesinde kuvvet­lenir. O'na isyan etmekle şerre uğraması, itaat etmekle de hayra nail olması Rasûlullah'ın (s.a.) peygamberliğine en kuvvetli delildir. Bu durum şuna ben­zer: Bir kimse size "şu yola girerseniz, orada şöyle şöyle tehlikeler var" diye tafsilatlıca anlatıyor. Siz de buna rağmen ona muhalefet ederek o yola giri­yorsunuz ve size haber verdiği tehlikelerle karşılaşıyorsunuz. Bu durumda ona muhalefet etmekle beraber, doğru söylediğine şahit oluyorsunuz. Yalnızca tav­siye ettiği yola giren ve bu tehlikelerden hiçbiriyle karşılaşmayan kimse de onun doğru söylediğine şahit olur ve birçok hayra ve saadete nail olursa da, bu konudaki bilgisi mücmel olur.

45— Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre; evlerinde oturuyor ve namazlarını ev­lerinde kılıyorlar, cemaate geliniyorlardı. Onların bu durumu, müslümanla-rın alâkalarını kesmelerinin, cemaata gelmemeyi mubah kılan özürlerden sa­yıldığına delil olmaktadır. Yahut şöyle de denilebilir: Alâkayı kesmenin tam gerçekleşmesi, müslümanlann cemaatına katılmamalarını gerektirmektedir. Fakat şu akla gelebilir: Kâ'b cemaata geliyor, diğer ikisi gelmiyordu. Rasû-lullah (s.a.) ise ne Kâ'b'i men ediyor; ne de diğerlerini kınıyordu. Bu durumu açıklamak için şöyle denebilir: Müslümanlara onlarla alâkalarını kesmeleri emrolununca, kendi hallerine bırakıldılar. Yani cemaatla emrolunmadılar, ce­maattan alıkonulmaları da sözkonusu olmadı ve kendileriyle de konuşulma­dı. Bu durumda cemaata gelene mâni olunmadı. Terkedene de bir şey söy­lenmedi. Şöyle de denilebilir: Herhalde o iki kişi cemaata çıkamayacak ka­dar zayıf ve aciz idiler. Bu yüzden Kâ'b demişti ki: "Ben kavmin en genci ve kuvvetlisi idim, dışarı çıkıyor ve müslümanlarla birlikte cemaata iştirak ediyordum."

46— Kâ'b'ın: "Rasûlullah'a (s.a.) geliyor, namazdan sonra meclisinde otururken selâm veriyor ve kendi kendime diyordum ki: Acaba selâmımı al­mak için dudağım kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı?" sözünde; alâka kesilmeye müstahak olan kimseden selâm almanın vacip olmadığına delil vardır. Şayet vacip olsaydı, selâmını alırken sesini duyurması vacipti.

47— Kâ'b'm: "Müddet uzayınca Ebu Katâde'nin bahçesinin duvarına tırmandım." sözünde; bir kimsenin, arkadaşının ve komşusunun rızası oldu­ğunu bildiği zaman izin almadan onun bahçesine girmesinin caiz olduğuna delil vardır.

48— Ebu Katâde'nin Kâ'b'a: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir." sözün­de; bu şekilde hitap etmenin, konuşma sayılmayacağına delil vardır. Bir kimse, bir başkasıyla konuşmamaya yemin etse ve ona, Ebu Katâde'nin söylediği gibi söylese yeminini bozmuş olmaz. Özellikle bu sözüyle konuşmaya niyet etmezse hiç konuşma sayılmaz. Ebu Katâde'nin halinin dış görünüşünden de onun konuşmak niyetiyle hitap etmediği anlaşılmaktadır.

"Bana kim Kâ'b'ı gösterir?" diye soran çiftçiye orada bulunanların hiç konuşmadan yalnızca işaret ederek yol göstermelerinde, alâka kesmenin tam anlamıyla gerçekleşmesi için takınılmış bir ta /ir vardır. Şayet açık açık: "Kâ'b şu adamdır." deselerdi, bu da bir konuşma olmaz ve yasağa muhalefet etmiş sayılmazlardı. Ancak bu konudaki titizliklerinden dolayı ismini söylemedi­ler. Bu arada şu da söylenebilir: Onun önünde ve onun hakkında, duyabile­ceği şekilde başka biriyle konuşmak bile bir çeşit onunla konuşmak sayılır. Özellikle böyle bir davranış onunla konuşmak için bir vesile gibi kabul edil­mişse bu apaçık bir hiledir. Bu durumdan menetmek, hileden ve kötülüğe ulaş­tıran yollardan menetmek gibidir. Bu meseleyi böyle anlamak daha güzel ve daha köklü bir anlayış olacaktır.

49— Gassân melikinin bir mektup yazıp onu davet etmesi; Kâ'b için Al­lah'ın bir başka ibtilâsı, Allah ve Rasûlü'nün sevgisi hakkındaki imanını de­nemesi, sonunda Hz. Peygamber (s.a.) ve müslümanlar kendisini terkettiği halde imanının zayıflamadığının sahabe arasında açığa çıkması, onun bu du­rumda bile dünya mülkünde ve mevkisinde gözünün olmadığı hususunun her­kes tarafından görülmesi içindir. Yine bu olayda, Allah'ın onu nifak illetin­den temize çıkarması, imanının kuvvetini ve Rasûlullah (s.a.) ile müslüman-lara olan sadakatim açığa çıkarması vardır. Bütün bunlar, Allah'ın Kâ'b'a bir lutfu, hakkındaki nimetlerini tamamlaması ve kırılan kalbini tamir etme­si idi. Madenlerin eritildiği ateş misali, nasıl orada posa, hakiki madenden ayrıhrsa, böyle bir imtihanda da kişinin içinde, kalbinde ne varsa açığa çıkar ve bu suretle gerçek yüzü görünmüş olur.

50— Kâ'b'ın: "Mektubu tandırda yakmaya azmettim." sözünde, din için fesada ve zarara yol açacak şeylerin hemen yok edilmesinin lüzumuna işaret edilmekdedir. Hakiki mü'min, bu konuda tereddüt etmez ve beklemez. Üzüm suyu şaraba dönüştüğü veya bir mektup zarar ve fesada yol açtığı zaman he­men yok edilmesi gerekir.

Gassânîler o vakitler Rasûlullah'a (s.p.) karşı harp hazırlığı yapıyorlar, atlarım nallıyorlardı. Şüca' b. Vehb el-Esedî'yi Rasûlullah (s.a.) bir mektup­la Gassânîlann kralı Haris b. Ebî Şemr el-Gassânî'ye gönderip onun İslâm'a davet ettiği için o da harbe hazırlanıyordu. Şüca' diyor ki: Gassan kralı Şam ovasında Humus'tan Eyle'ye gelen Kayser'e hediyeler hazırlamakla meşgul­ken ona vardım. İki veya üç gün kapısında bekledim. Kapıcısına: "Ben, Ra-sûlullah'ın (s.a.) ona gönderdiği elçisiyim." dedim. O da: "Filan gün dışarı çıkıncaya kadar onunla görüşemezsin." dedi ve ismi Meriy (?) olan bu Rum kapıcı bana Rasûlullah'ı (s.a.)sormaya başladı. Ben de Rasûlullah'tan (s.a.) ve davet ettiği dinden bahsediyorum. Beni dinlerken hassaslaşiyor ve ağlaya­rak şöyle diyordu: "İncil'i okumuştum. Bu peygamberin vasıflarını aynen ora­da görmüştüm. Ben O'na iman ediyor ve O'nu tasdik ediyorum. Fakat, şim­diye kadar bana ikramda ve ihsanda bulunan Haris'İn beni öldürmesinden korkuyorum." Ve bir gün Haris çıktı, tahtına oturup tacını başına koydu ve bana yanına girmem için izin verdi. Ben de yanına varınca, Rasûlullah'ın (s.a.) mektubunu verdim. Mektubu okuyup yere fırlattı ve: "Kim benim mülkümü elimden alacakmış! Yemen'de bile olsa gidip onu bulacağım." dedi. Daha sonra etrafındakileri topladı, atların nallanmasını emretti ve bana da: "Git, gördüklerini arkadaşına haber ver!" dedi. Bu arada Kayser'e mektup yaza­rak benden ve hazırlandığı seferden onu haberdar etti. Kayser de ona ceva­ben bir mektup göndererek, bu sefere çıkmamasını, bu işten vazgeçmesini ve Eyle'de kendisine ulaşmasını istedi. Bu mektubu alınca beni çağırdı ve: "Ne zaman gidiyorsun?" dedi. Ben de: "Yarın" dedim. Bana yüz mıskal altın verilmesini emretti. Kapıcısı da bana bir elbise verdi, daha başka ikramlarda bulundu ve: "Benden Rasûlullah'a (s.a.) selâm söyle." dedi. Rasûlullah'a (s.a.) geldim, bütün bu olanları haber verdim. Hz. Peygamber (s.a.): "Mülkü he­lak olsun!" dedi. Sonra kapıcısının kelâmını söyledim ve anlattığı şeyleri ha­ber verdim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Doğru söylemiş." buyurdu. Haris b. Ebî Şemr, Mekke'nin fethedildiği sene Öldü. İşte bu müddet içinde Gassan kralı, Kâ'b'a mektup yazarak kendilerine iltihak etmesini istiyordu. Takdir-i ilâhi, Kâ'b'ın Rasûlullah'.tan (s.a.) ve dininden yüz çevirmesine ma­ni oldu.

51— Bu üç kişinin üzerinden kırk gün geçince Rasûlullah (s.a.) onlara hanımlarından uzak durmalarım emretti. Bu emretme hadisesinde iki bakımdan üç kişinin feraha kavuşacakları ânın müjdeleri vardı:

Birincisi: Hz. Peygamber (s.a.) onlarla ne konuşuyor, ne de elçi gönde­riyordu. Şimdi ise hem konuşmuş, hem de eiçi göndermişti.

İkincisi: Ailelerinden uzak durmalarını emretmesinde bir özellik vardır, o da şudur: Rasûlullah (s.a.) bu emriyle onlara, lezzet ve zevk unsurlarından tamamen uzaklaşarak ibadet ve tâata daha ciddi olarak kendilerini vermeler ri, bütün vakitlerini Allah'a kullukla geçirmeleri hususunda yol göstermiştir. Böylece feraha kavuşacakları vaktin yaklaştığı, cezalarının bitmesine az bir şey kaldığı anlaşılmış oldu.

Bu olayın fıkhî izahı ise şöyledir: îhramlı olmak, oruçlu bulunmak ve itikâfta olmak gibi ibadet zamanlarında kadınlardan uzak durmak gerekir. Rasûluilah (s.a.) bu üç kişinin son zamanlarının ihramlı veya oruçlu kimseler gibi daha çok ibadetle geçmesini arzu etti. Onlara merhametinden dolayı ilk günden böyle bir emirde bulunmadı. Şayet tâ baştan beri hanımlarından uzak durmalarım emretseydi belki sabırları taşar, tahammül gösteremezlerdi. Bu emri yalnız son günler için vermesi tamamen onlara bir lütuf ve rahmettir. Hacılara, hacca gitmeye niyet eder etmez değil de, ihrama girdikten sonra hanımlarından uzak durmalarının emredilmesinde de aynı lütuf ve rahmet vardır.

Kâ'b'ın hanımına: "Ailenin yanına git.'* sözünde; bu ve benzeri sözler­le, talâka niyet edilmediği müddetçe, talâk vâkî olmayacağına delil vardır. Bu hususta doğru olan şudur: Talâk, ıtâk ve hürriyet kelimeleri bile, boşama veya köle azad olmasına sebep olmazlar. Allah'ın dininde doğru olan, bizim de doğruluğunda hiç şüphe etmediğimiz hüküm budur. Meselâ bir adama: "Kölen ahlâksız, cariyen zina ediyor." denilse de adam: "Olamaz, o köle iffet sahibi hür biridir veya o cariye iffetli hür biridir." dese, bu sözüyle azad etme hürriyetini kasdetmemiş, iffet hürriyetini kasdetmiştir. Dolayısıyla o ada­mın ne kölesi, ne de cariyesi bu sözüne binâen âzâd olmazlar. Aynı şekilde bir adama: "Kölen kaç yıldır senin yanında?" diye sorulsa, o da: "O benim yanımda eski (atîk)dir." diye cevap verse, bu sözüyle, onun eskiden beri ya­nında olduğunu kasdettiği için, kölenin azad olması sözkonusu değildir. Yi­ne aynı şekilde bir adam, doğum sancısı çeken karısına vursa ve kendisine sorulduğunda da: "O tâlık (doğum sancısı çekiyor)." dese, bu sözü söyler­ken de karısını boşamak hiç akhna gelmemişse, karısı boş olmaz. Adam bu sözüyle, karısının durumunu ifade etmiştir. Bu ve benzeri lâfızlar, beraberle­rindeki karinelerden dolayı sarih olmaktan çıkarlar ve kasdolundukları mâ­nayı ifade ederler. Bu lâfızların talâk ve ıtak konusunda (köle azad etmek) sarih olduğunu, karinelerin hükme tesir etmediğini iddia etmek tamamen bâ­tıldır.

52— Kâ'b'ın, mutlu sonu müjdeleyen kimsenin sesini duyunca secde et­mesi; bunun, sahabeye ait bir âdet olduğuna apaçık delildir. Bu secdeler, ye­nilenen nimetler ve defedilen musibetlerden dolayı yapılan şükür secdeleri­dir. Ebu Bekir Sıddîk (r.a.), Müseyleme'nin katledildiği haberi gelince[187] Ali b. Ebî Tâlib (r.a.), Haricîlerden Zü's-Südiyye'yi ölü olarak buiuncat[188] Ra­sûlullah (s.a.), Cebrail (a.s.): "Kim Rasûlullah'a (s.a.) bir salâvat getirirse, Allah da o kuluna on salavat (rahmet) getirir." müjdesini getirince, üç defa ümmetine şefaat dileyip Allah'ın (c.c), sonunda ümmetinin tamamı için şe­faatinin kabul edileceği bilgisini alınca secde etmişlerdir. Yine Hz. Peygam­ber (s.a.), bir askeri birliğinin düşmanlarına karşı zafer kazandığı müjdesini, başı Hz. Âişe'nin göğsünde iken almış ve hemen kalkıp secdeye kapanmıştı. Ebu Bekre der ki: "Ne zaman Rasûlullah'a (s.a.) sevindirici bir haber gelse, kalkar secdeye kapanırdı.[189] Bütün bu eserler (sahabe sözleri) sahihtir* sıh­hatlerinde hiçbir şüphe yoktur.                                                       

53— Kâ'b'ı müjdelemek için ashabtan birinin atını mahmuzlamasında, bir diğerinin tepeye tırmanmasında; o topluluğun hayır uğrunda nasıl yarış­tıklarına, birbirlerinin sevincine nasıl ortak olduklarına deliller vardır.

54— Kâ'b'ın, gelen müjdeciye iki elbisesini de (izar ve ridasım) birden vermesi, bu davranışın üstün bir ahlâk ve yüce bir haslet olduğuna işaret et­mektedir. Abbas (r.a.) da kölesi gelip, Haccâc b. Ilât'tan, Rasûlullah (s.a.) hakkında kendisini sevindirecek bir haberi olduğunu müjdelemesi üzerine onu azad etmişti.

55— Kâ'b'ın davranışında; müjdeciye, elbisesinin tamamını vermenin caiz olduğuna delil vardır.

56— Yine bu hâdisede, hakkında dinî bir nimet yenilenen kimseyi tebrik etmenin, geldiği zaman onun için ayağa kalkmanın miîstehap olduğuna delil vardır. Bu davranış, müstehap olan bir âdettir. Dünyevî bir nimete nail olan kimseye de böyle davranmak caizdir. O kimseye şöyle demek evlâdır: "Al­lah'ın sana lütuf ve ihsan ettiği şey, hakkında mübarek olsun." İnsan böyle söylemekle nimeti, ihsan edene ait kılmış, o nimete kavuşana da dua etmiş olur.

57— Bu hâdisede, kulun yaşayabileceği en mutlu ve faziletli gününün, Allah'a tevbe ile yöneldiği ve tevbesinin kabul edildiği gün olduğuna delil var-dfr. Çünkü Rasûlullah (s.a.) Kâ'b'a: "Sana anandan doğduğun günden itibaren yaşamış olduğun en güzel günün hayırlı müjdesi var." demişti.

Şayet: Nasıl olur da o gün, müslümanlığı kabul ettiği günden daha ha­yırlı olabilir, denilirse cevap olarak şöyle söylenir: O gün, müslüman olduğu günün tamamlayıcısı mahiyetindedir. Müslüman olduğu gün saadetinin baş­langıcı, tevbesinin kabul edildiği gün ise o saadetin tamamlanması ve kemâle ermesidir. Yardım istenen yalnızca Allah'tır.

58— Bu hâdise üzerine Rasûlullah'ın (s.a.) sevinmesi ve yüzünün bu se­vinçle aydınlanmasında; Allah'ın, Peygamberini ümmetine karşı ne kadar şef­katli ve merhametli kıldığına işaret vardır. Öyle ki Rasûlullah'ın (s.a.) sevin­ci, nerdeyse Kâ'b'm ve iki arkadaşının sevincinden daha fazla idi.

59— Kâ'b'm: "Yâ Rasûlallah; tevbemin kabulünden dolayı malımın ta­mamını sadaka olarak vermek istiyorum." demesinde, tevbe ederken gücü yettiği kadar sadaka vermenin müstehap olduğuna delil vardır.

60— Rasûlullah'ın (s.a.) Kâ'b'a: "Malının bir kısmını kendine sakla. Bu, senin için daha hayırlıdır." demesinde; malının tamamını sadaka olarak ver­meyi adayan kimsenin, tamamını vermesinin gerekmeyeceğine, bir kısmını kendine bırakmasının caiz olduğuna delil vardır. Bu konudaki rivayetlerde bazı ihtilâflar sözkonusu olmuştur. Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim'de Ra­sûlullah'ın (s.a.) Kâ'b'a: "Malının bir kısmını kendine sakla" buyurduğu kay­dedilmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, kendisine alıkoyacağı mal için her­hangi bir takdirde bulunmamış, bu durumu tamamen Kâ'b'ın takdirine bı­rakmıştır. Bu konuda sahih olan da budur. Kendisine ve ailesine yetmeyecek kadar azalan bir malı, sadaka olarak vermek caiz değildir, bu maldan adakta bulunması da ibadet değildir. Adakta bulunsa bile yerine getirmesi gerekmez. İhtiyaçlarını karşıladıktan sonra arta kalan malını tasadduk etmesi daha fa­ziletlidir. Bu durumda nezirde bulunursa, nezrini yerine getirmesi vaciptir. Bu hüküm, şer'î kaidelerin ve kıyasın sonucudur. Bu yüzden kişinin kendi ihtiyacı ile ailesinin ihtiyacını karşılaması, mali borçlarını ödemesinden önce gelir. Bu mali borçlar, ister keffâret ve hac gibi Allah'a ait haklar sınıfından olsun, ister kul borcu olsun hüküm değişmez. Biz iflas eden bir kimseye evi­ni, hizmetçisini, elbiselerini, sanatkâr ise âlet ve edevatını, değilse ticaret ya­pacağı eşyayı bırakır, geri kalan malını borçluların hakkı olarak kabul ede­riz. Ahmed b. Hanbel, malının tamamım tasadduk etmeyi nezreden kimse­nin, üçte birini vermesinin yeterli olabileceğini söylemiş, daha sonra mezhe­bini takip eden âlimier İmam Ahmed'in bu sözünü, Kâ'b kıssasındaki şu na­kille delillendirmişlerdir: "Kâ'b dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Allah ve Rasû-lü'ne tevbe etmemden dolayı malımın tamamını Allah ve Rasûlü için verece­ğim. Rasûlullah (s.a.): Hayır, dedi. Dedim ki: Yarısı. O yine: Hayır, dedi.

O halde üçte birini, dedim. Bunun üzerine: Evet, dedi. Ben de: Hayber'deki hissemi alıkoyacağım, dedim." Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.[190] Bu hadisin sabit oluşu biraz şüphelidir. Çünkü Kâ'b kıssasında sahih rivayet; Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim'de Zührî hadisinden Kâ'b b. Mâlik'in oğlu yoluyla yapılan rivayettir. O da: "Malının bir kısmını alıkoy." şeklindedir ve miktar olarak bir sınırlama getirmemiştir. Bu isnaddakiler kıssa hakkında daha sağlam bilgiye sahiptirler. Çünkü rivayet bizzat oğlundan yapılmaktadır.

Soru: Ahmed b. Hanbel'in Müsned'mde rivayet ettiği: "Ebu Lübâbe b. Abdülmünzir, Allah'a tevbe edince dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Tevbemden dolayı kavmimin diyarını terkedip senin yakınında yerleşmek, Allah ve Ra­sûlü için malımın tamamını tasadduk etmek istiyorum. Rasûlullah (s.a.) bu­yurdu ki: Üçte birini vermen yeter. [191] hadisi için ne iersiniz?

Cevap: Ahmed b. Hanbel'in yukarıdaki sözünün delili bu hadistir, Kâ'b hadisi değil. Sonra Ahmed b. Hanbel'in, oğlu Abdullah yoluyla gelen riva­yette şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir kimse malının tamamını veya bir kıs­mını tasadduk etmeyi nezretse, fakat malının tutarından çok borcu bulunsa, sahip olduğu malm üçte birini sadaka olarak vermesinin yeterli olacağı görü­şündeyim. Çünkü Rasûlullah (s.a.) Ebu Lübâbe'ye, üçte birini vermesini em­retmiştir." Ahmed b. Hanbel hadisten hüküm çıkarma konusunda daha çok bilgilidir. Bundan dolayı herhangi bir sınırlama bulunmayan Kâ'b hadisiyle değil, üçte birle sınırlama getirilen Lübâbe hadisiyle fetva vermiş ve sanki mut­lak olan Kâ'b hadisini Ebu Lübâbe hadisiyle kayıt altına almak istemiştir.

Yine Ahmed b. Hanbel'in; "Sahip olduğu malından çok borcu bulunan bir kimsenin, malının tamamını veya bir kısmını tasadduk etmeyi nezretmesi halinde, malının üçte birini vermesinin yeterli olduğunu" söylemesi; malın­dan çok borcu olsa bile o kimsenin nezrinin geçerli olduğuna delil teşkil et­mektedir. Daha sonra mal sahibi olup borcunu ödemek istediği zaman, nez-rettiği gün sahip olduğu mal miktarının üçte birini öder. Oğlu Abdullah'tan gelen bir başka rivayette ise şöyle demiştir: "Bir kimse hibede bulunmak ve borcunu ödemek suretiyle elindeki malı harcar, sonradan başka mal kazanır­sa, yemin ettiği gün itibariyle malının üçte birini ödemesi vaciptir." Yemin ettiği günden maksat, nezrettiği gündür. O günkü malının üçte birini hesap eder ve borcunu ödedikten sonra bu miktarı nezri için ayırır.

Ahmed b. Hanbel; "Veya bir kısmı" sözüyle, bir kimsenin malının be­lirli bir kısmını veya bin dinar gibi belirli bir miktarı tasadduk etmeyi nezret-mesi halinde de üçte birini vermesi, malının tamamını nezrettiği zaman üçte birinin yeterli olması gibi yeterli olur, demek istemiştir. Mezhebinin sahih olan görüşüne göre belirlediği malın tamamını vermesi gerekir. Bu hususta başka bir rivayet daha vardır ki o da şöyledir: Şayet belirlediği miktar malının üçte biri veya daha azı ise, o miktarın tamamını vermesi gerekir. Şayet üçte birin­den fazla ise, yalnızca üçte bir miktarınca vermesi gerekir. Ebu'l-Berekât'a[192]-göre en sahih görüş budur.

Bütün bu nakillerden sonra deriz ki: Ne Kâ'b hadisinde, ne Ebu Lübâbe hadisinde, onların kesin olarak nezrettiklerine dair bir delil vardır. Yalnızca: "Tevbemizden dolayı malımızı bağışlamalıyız." dediler. Bu söz, nezirde bu­lunma hususunda açık değildir. Bu sözün mânası: Tevbelerinin kabulünden dolayı Allah'a şükretmek maksadıyla mallarım tasadduk etmeye azmetmek­tir. Rasûlullah (s.a.) da onlara, mallarının bîr kısmını vermenin yeterli olaca­ğım, tamamını vermelerine ihtiyaç bulunmadığını haber vermiştir. Bu aynen malının tamamını vasiyet etmek için izin isteyen Sa*d'a yalnızca üçte biri için izin vermesi gibidir.

Bu meseleye iki türlü itiraz edilebilir: Birincisi: Hz. Peygamberin (s.a.) *(Sana kâfidir" sözü, hükmü vacip olan meseleler için kullanılır. İkincisi: Üçte birinden fazlasını tasadduk etmekten menetmesi, o fazlalığı vermenin ibadet mânası taşımayacağına delâlet eder. Çünkü Allah ve Rasûlü, ibadet mânası taşıyan bir davranıştan menetmezler. İbadet mânası taşımayan bir nezirde bu­lunursa, o nezri yerine getirmek gerekmez.

Bu itirazlar şöyle cevaplandırılır: "Sana kâfidir" sözü, "sana yeter" mâ-nasındadır. Bu kelime, dört harfli fiillerdendir. Sizin dediğiniz mâna, üç harfli fiilden yapılan şekil için söz konusudur. Rasûlullah'ın (s.a.) Ebu Bürde'ye kurban konusunda: "Senin için olur, senden başka hiç kimse için olmaz."[193] buyurması da bunun gibidir. Yeterlilik, vacip için kullanıldığı gibi, müste-hap için de kullanılır.

Üçte bir miktarı gecen sadakadan menetmesine gelince; burada onun daha çok faydasına olan, din ve dünya menfaatim elde etmesine yardımcı olacak noktaya işaret vardır. Şayet malının tamamını tasadduk etmeye izin versey­di, daha sonra İçine düşeceği fakirliğe ve yokluğa sabredemezdi. Rasûlullah (s.a.) tasadduk etmek için bir kese getiren şahsa onunla vurmuş,[194] fakirliğe dûçâr kalacağından ve bu duruma sabredemeyeceğinden korktuğu İçin sada­kasını kabul etmemiştir. Şöyle de cevap verilebilir —ki tercihe şayan olan gö­rüş de inşaallah budur—: "Hz. Peygamber (s.a.), malını tasadduk etmek is­teyen herkesin halini takdir etmiş ve ona göre davranmıştır. Meselâ, Hz. Ebu Bekir'in malının tamamım bağışlamasına mani olmamış, "Ailene ne bırak­tın?" diye sorduğunda Hz. Ebu Bekir: "Onlara, Allah'ı ve RasûhVnü bırak­tım."[195] dediği halde bir hoşnutsuzluk göstermemiştir. Hz. Ömer'den malı­nın yansını sadaka oiarak kabul etmiştir. Kesenin sahibini ise tasadduk et­mekten menetmiştir. Kâ'b'a da: "Malının bir kısmım kendine sakla." demiştir. Bu sözde üçte bir gibi bir belirleme mânası yoktur. Yine bu sözde elde tutula­cak miktarın, tasadduk edilecek


Konu Başlığı: Ynt: Tebük gazasındaki fıkhî hükümler
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 19 Haziran 2011, 20:51:38
miktardan iki kat fazla olması gerektiği mâ­nası da yoktur. Ebu Lübâbe'ye ise: "Üçte birini vermen sana yeter." buyur­muştur. Bu haberler arasında herhangi bir çelişki sözkonusu değildir. Bu du­ruma göre: Kim malının tamamını sadaka olarak vermeyi nezrederse, kendi­sinin ve ailesinin ihtiyacı olan, başkasına muhtaç olmadan, el açmadan yaşa­yabileceği miktarı alıkor, bu bir mal olabilir, akar olabilir veya ürünü kendilerine yetecek bir toprak parçası olabilir, gerisini tasadduk eder. En doğrusu­nu Allah bilir.

Rabîa b. Ebî Abdurrahman: "Zekât miktarınca olan meblağı tasadduk eder, gerisini ahkor." demiştir. Câbir b. Zeyd: "Miktar iki bin ve daha fazla ise onda birini, bin ve daha az ise yedide birini, beş yüz ve daha az ise beşte birini tasadduk eder." demektedir. Ebu Hanife (r.h.): "Zekât düşen malının tamamını tasadduk eder." demektedir. Zekât düşmeyen malı hususunda ise ondan iki rivayet vardır: Birincisi: Tasadduk eder; ikincisi: Etmezse bir şey gerekmez, şeklindedir.

Şafiî der ki: "Bütün malını sadaka olarak vermesi gerekir." Zührî ve Ahmed: "Malının üçte birini vermesi gerekir." derken, bir başka grup da: "Yalnızca yemin keffareti miktarınca vermesi kâfidir." demektedir.

61— Doğruluğun ne kadar muazzam bir ahlâk olduğu. Dünya ve ahiret saadetinin ona bağlı bulunması, Allah'ın doğruluk sayesinde kurtuluşa er­dirmesi ve yalan sebebiyle de helak eylemesi bu hususu açıklamaktadır. Al­lah Teâlâ mü'min kullarına, sadıklarla beraber bulunmalarını emretmiştir: "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun."[196]

Allah Teâlâ, insanları iki kısma ayırmıştır: Saîdler (huzur ve mutluluğa erenler) ve şakîler (tam bir perişanlık içinde bulunanlar). Saîdler; doğru söy­leyen ve Allah ve Rasûlü'nü tasdik edenler, şakîler ise yalan sözlü olup Allah katından gelen şeyleri de yalanlayanlardır.

Bu taksim dört başı mâmur tam bir taksimdir. Çünkü saadet, doğru söz­lülük ve tasdik ehlinden olmakla; şekavet ise yalancılık ve yalanlamakla be­raber bulunurlar.

Allah sübhanehû ve teâlâ, kullarına, kıyamet gününde doğruluktan baş­ka hiçbir şeyin fayda getirmeyeceğini haber vermiştir. Münafıkların, kendi­lerini başkalarından ayıran bilgilerinin ve ayıpladığımız hallerinin tamamı­nın aslında, sözlerindeki ve davranışlarındaki yalancılık vardır. Doğruluk ima­nın rehberi, delili, bineği, sürücüsü, kıyafeti, zîneti hatta ve hatta özü ve ru­hudur. Yalan ise küfrün ve nifakın rehberi, deliîi, bineği, sürücüsü, kıyafeti, zîneti ve özüdür. Yalanın imana karşı duruşu, şirkin tevhid inancına karşı duruşu gibidir. İmanla yalan yanyana gelirse biri diğerini kovar, onun yerine kendisi geçer ve kesinlikle bir arada bulunmazlar. Allah Teâlâ Tebük'e git­meyen bu üç kişiyi, doğrulukları yüzünden kurtuluşa erdirirken, diğerlerini de yalanları sebebiyle helak etmiştir. Allah kuluna, İslâm nimetinden sonra İslâm'ın hayatı ve gıdası olan doğruluktan daha faziletli bir nimet ihsan et-* memiş, İslâm'ın fesadı ve hastalığı olan yalandan daha büyük bir belâ ile de onu imtihan etmemiştir.

Allah Teâlâ'mn: "Andolsun ki Allah, Peygamber'i ve güçlük saatmda^ ona uyan Muhacirler ile Ensar'ı affetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalb-leri kaymağa yüz tutmuş iken yine de onların tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir. "[197] âyet-i kerimesi, tevbe-nin Allah katındaki kadrini ve faziletini en muazzam bir şekilde açıklamıştır. Tevbe, mü'minin kemale ermesinin son basamağıdır. Allah Teâlâ bu kemali, bütün savaşların en sonunda mallarını, canlarını Allah için feda edip, diyar­larını terk ettikten sonra onlara bahsetmiştir. Bütün maksatları Allah'ın tev­belerini kabul etmesiydi. Bu sebepten Rasülullah (s.a.) Kâ'b'm tevbesinin kabul edilmesini, anasından doğduğu günden o güne kadar yaşamış olduğu en ha­yırlı gün olarak ifade etmiştir. Ancak Allah'ı hakkıyla bilenler, O'nun hak­kını tanıyanlar ve kulluk görevini lâyıkıyla bilenler, kendi nefsini, nefsinin sıfatlarını ve davranışlarını; Rabbının kulluğunu eda etme yönünde yaptıkla­rını, yapması gereken görevleri yanında denizde bir damla gibi bilenlerin dı­şında kimse bu mânayı hakkıyla kavrayamaz. Bu durum da, zahirî ve bâtınî âfetlerden kendini kurtarabilenler içindir. Kulunu af ve mağfiretiyle kuşatan, onu mağfiret ve rahmet deryasına daldıran Allah'ı teşbih ederiz. Böyle olma­saydı, helak olmaktan kurtulmak düşünülemezdi. Adaleti ile hükmetmesey-di, arz ve semâ ehline zalim olmadığı halde —günahlarından dolayı— azab ederdi. Rahmetiyle muamele etmesi, kulları için işledikleri amellerden daha hayırlıdır. Hiç kimseyi yalnızca kendi ameli kurtarmayacaktır.

Yukarıda geçen âyet-i kerimedeki (Tevbe, 117) Allah'ın (c.c.) kullan hak­kındaki tevbesinin, âyetin hem başında hem de sonunda olmak üzere iki kere tekrar edilişini düşününüz. Önce kullarına tevbe etmeleri yönünde bir mu­vaffakiyet ihsan etmiş, daha sonra da tevbe ettkiklerinde tevbelerini kabul buyurma lütfunda bulunmuştur. Her hayır Allah'tandır, Allah iledir, Allah içindir ve Allah'ın elindedir. Dilediğine bir lütuf ve ihsan olarak bu hayırdan verirken, dilediğini de adalet ve hikmetinin bir sonucu olarak mahrum eder.

62—Allah Teâlâ'mn, "Savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de..."[198] âyet-i kerimesini Kâ'b doğru tefsir etmiştir. Bu tefsire göre bu üç kişi, sefere katılmayan ve Rasülullah'a (s.a.) yemin ederek mazeretler beyan eden grupla beraber bulunmamışlar, geri kalmışlardı. Yoksa âyet-i kerimede kastedi­len "geri kaiış", sefere gitmemek mânasında değildir. Şayet bu mâna kaste-dilseydi, "geri bırakıldılar." yerine "geri kaldılar" fiili kullanılırdı. Nitekim Allah (c.c): "Medine halkına ve onun çevresinde bulunan bedevîlere, Allah'ın Peygamberinden geri kalmaları yakışmaz."[199] âyet-i kerimesinde bu fiil kul­lanılmıştır. Çünkü burada kendi iradeleriyle geri kalmışlar, diğerinde geri bı­rakılmışlar, onları geri bırakan da bizzat Cenab-ı Hak olmuştur, kendilikle­rinden geri kalmış değillerdir. En iyi bilen Allah'tır. [200]


[150] Buharî, 56/38; Müslim, 1895; Nesâî, 6/46; Tirmizî, 1628! Zeyd b. Hâlid el-Cühenî hadi­sinden.

[151] Buharî, .64/80; Müslim, 2404.

[152] Müellifin bu tesbitlerinin kendi dönemi İçin geçerli olduğu hatırlanmalıdır.

[153] Ahmed, Müsned, 5/248. Ebu Ümâme hadisinden. Senedi sahihtir.

[154] Buhara 18/1.

[155] Ahmedl Müsned, 3/295; Musannef, 4335; Beyhakî, Sünen,   2/152. Râvileri sikadır.

[156] Abdürrezzâk, Musannef, 4350. Râvileri sikadır.

[157] Abdürrezzâk, Musannefmde (4339) Abdullah b. Amr-Nâfı' yoluyla yaptığı rivayette İbn Ömer'in Azerbeycan'da altı ay namazı kısaltarak kıldığını ve şöyle dediğini rivayet eder: "İkâmete niyet ettinse tamamla..." Beyhakî (3/152) de, Ubeydullah b. Ömer—Nâfı'—İbn Ömer yoluyla yaptığı bir rivayette şöyle demiştir: "Bir gazada kış bastırınca kar yüzünden altı ay Azerbaycan'da kaldık." îbn Ömer der ki: "Hepimiz iki rekât kılıyorduk." Bu hadi­sin isnadı sahihtir. Hafız İbn Hacer, Telhîs'mde (2/47), sahih olduğunu söylemiştir. Ah­med b. Hanbel (5552), Siimâme b. ŞürahîFin şöyle dediğim rivayet eder: İbn Ömer'in yanı­na gittim ve: "Yolcu namazı kaç rekâttır?" diye, sordum. "İki rekât, iki rekât; yalnızca akşam namazı üç rekâttır." dedi. Bunun üzerine dedim ki: "Zilmecâz'da bulunursak ne dersin?" "Zilmecâz nedir?" dedi. Ben de: "Toplandığımız, alış-veriş yaptığımız, on beş veya yirmi gün kaldığımız bir yer." dedim. O da dedi ki: "Be adam! Azerbeycan'da idim, -Râvi diyor ki: Dört ay mı dedi, iki ay mı bilemiyorum- orada herkesin ikişer rekât kıldığını gördüm. Rasûlullah'ı (s.a.) iki rekât iki rekât kthyorken gördüm. Sonra şu âyet nazil oldur "Rasûlullah'da (s.a.) size güzel örnekler vardır." ... âyetin tamamını okudu." Bu hadisin isnadı kuvvetlidir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (2/158) zikretmiş ve demiştir ki: "Ah­med b. Hanbel rivayet etti, râvileri sikadır."

[158] Abdürrezzâk, Musannef de (4354), Yahya b. Ebî Kesir—Cafer b. Abdullah yoluyla yaptığı rivayette Enes b. Mâlik'in Şam'da iki ay Abdülmelik b. Mervan'la beraber kaldığını ve na­mazlarını İki rekât kıldığını rivayet eder. İbn Ebî Şeybe (517) de Abdülalâ—Yûnus ve Ha­san Basrî yoluyla yaptığı rivayette Enes b. Mâlik'in Sâbur'da -İran'da Bendecan şehrine bağlı bir köy- bir veya iki sene kaldığını, iki rekât kılıp selâm verdikten sonra tekrar iki rekât kıldığım zikreder.

[159] Beyhakî, 3/152.

[160] Abdürrezzâk, 4352.

[161] Buharı, 83/4; Müslim, 1649.

[162] Ebu Davud, 3277, 3278; Nesâî, 7/10, 7/11; Buharî, 83/1; Müslim, 1652; Tirmizi 1529.

[163] Ahmed, Müsned, 6/276; Ebu Davud, 2193; tbn Mâce, 2046; Hâkim, 2/197. Hz. Âişe (r.a.) hadisinden. Senedinde

Muhammed b. Ubeyd b. Ebî Salih bulunmaktadır, zayıf bir râvidir.

[164] Tenkîh adlı eserin müellifi der ki: Daha doğrusu bu kelimenin ikrah (zorlama), gazap ve cinnet hallerinin hepsine şâmil olmasıdır. Bilgi ve maksat açık olmadan yapılan her İş için bu kelime kullanılır.

[165] Buharı, 75/7, Ebu Hureyre hadisinden.

[166] Enral, 8/17.

[167] Tevbe, 9/65.

[168] Buharı, 65/63; Müslim, 2584 (64); Tirmizî, 3312; Ahmed b. Hanbel, 3/393.     

[169] Buharı, 42/6. Müslim, 2357. Urve hadisinden yaptığı rivayette demiştir ki: Zübeynin En

sar'dan bir adamla Hârre mevkiinde sulama kanalları yüzünden arası açılmış. Rasûlullah (s.a.) da: "Sulama işini bilir, sonra suyu komşuna gönder!" buyurmuş, fakat Ensar'dan olan o zat: "Ya Rasûİallah! Halanın oğlu olduğu

için mi onu kayırıyorsun?" deyince Ra-sûlullah'ın (s.a.) yüzü değişmiş ve: "Ey Zübeyr! Hurmalığını sula, sonra suyu habset, hurma ağaçlarının köklerine erişinceye kadar bırakma." buyurmuştur. Zübeyr der ki: "Hayır Rab-bine and olsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdi­ğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabui etmedikçe inanmış olmazlar." (Nisa, 65) âyeti bu hâdiseden dolayı nazil oldu.

[170] Merdâvî'nin el-İnsâffî Mesaili'1-HitSf adlı eserinde (2/547) Ahmed b. Hanbel'den şu ri­vayet vardır: "Ancak zaruret halinde yapılabilir." Bir başka rivayette, mekruh olduğunu söylemiştir.

[171] Tirmizî, 1057; İbn Mâce, 1520. îbn Abbas hadisinden. Ebu Davud (3İ64), Hâkim (1/368) ve Beyhakî'nin (4/53) Câbir b. Abdillah'tan yaptıkları rivayetin şahitliğiyle Tirmizî, bu hadisi hasen kabul etmiştir. Hâkim, Ebu Zer'den bir başka rivayette bulunmuş, fakat orada râvilerden birinin ismi zikredilmemiştir. Diğer râvileri ise sikadır.

[172] Buharı, 24/69. îbn Abbas der ki: Rasûlullah (s.a.) geceleyin defnedilen birisinin cenaze namazını kıldı. Bu namazda kendisi ve sahabîleri ayakta durdular. Hz. Peygamber (s.a.) "Bu kimdir?" deyince oradakiler: "Dün gece gömülen filandır" dediler ve hep beraber cenaze namazım kıldılar.

[173] Müslim, 943.

[174] Ebu Davud; 2504; Dârimî, 2/313; Ahmed, 3/124, 153; Nesâî, 6/7. isnadı sahihtir. îbn Hibbân (1618) ve Hâkim (2/81) de, sahih olduğunu söylemişler, Zehebî de onlara katılmıştır.

[175] Muvatta', 1/129, 130; Buharı, 9/29, 34; Müslim, 651. Ebu Hureyre (r.a.) Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle dediğini rivayet eder: "Nefsim yed-i kudretinde otan (Allah)a yemin olsun ki birisine odun toplamasını emretmek, sonra bir başkasına namaz İçin ezan okumasını  em­retmek, sona birisine de imam olmasını emredip ben de namaza gelmeyenlerin evlerim baş­larına yıRmak istedim.   Bu hadisteki: "O'nu bu azminden o evlerde üzerlerine cemaata grtffiek farz olmayan kadınların ve çocukların bulunması alıkoydu." ilâvesi Muvatta'da, Buhari'de ve Müslim'de yoktur. Ancak Ahmed b, Hanbel'in Müsned'inde (2/367) vardır. Senedinde Ebu Ma'şer el-Medenî vardır. Bu"zatın adı Nüceyh b. Abdurrahman'dır ve za­yıf bir râvidir.

[176] Müslim, 3002; Ahmed, Müsned, Ebu Davud, 4804; Buharı, Edebu'l-Mü/red, 339; Tirrnı-zî, 3395; thn Mâce, 3742. İbn Hibbân (2008), Ebu Nuaym (6/l|27) ve Hatîb (7/338) İbn Ömer'den yukardakinin aynısını nakletmişlerdir.                   

[177] Enfâl, 8/24

[178] En'âm, 6/110.

[179] Saf, 61/5.

[180] Tevbe, 9/115

[181] Bu beyit Mütenebbî'ye aittir. Seyfüddevle'ye sitem ettiği bir1 kasideden alınmıştır. Bk. Mü-tenebbî, Divan, 4/85.

[182] Enbiyâ» 21/78-79.

[183] Ahmed b. Hanbel,  Müsned, 5/248. Bk. 1/184: Teyemmâm Konusundaki Tutumu.

[184] Nisa, 4/104.

[185] Zuhruf, 43/39.

[186] Tirmizî, 2398. Hâkim de Enes'ten rivayet etmiştir. Senedi hasen sayılmaya müsaittir. Ah-med b. Hanbel'in A/üsnetf "inde (4/87) Abdullah b. Mugaffel hadisinde şahidi vardır. Ta-berânî; Hâkim, 4/376, 377. Taberânî Ammâr b. Yâsir'den, îbn Adiy Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.

[187] Beyhakî, 1/371.

[188] Hasen bir hadistir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 848, 1254.

[189] Ebu Davud, 2774; Tirmizt, 1578; tbn Mâce, 1394. Senedi hasendir.

[190] Ebu Davud, 3321. İsnadı sahihtir.

[191] Ahmed, Müsned, 3/453, 502; Dârimî, 1/390, 391. Râvileri sikadır. Ebu Davud'da(3319), Kâ'b b. Mâlik'ten şöyle bir rivayet vardır. Ebu Lübâbe veya bir başkası Rasûlullah'a (s.a.) şöyle söylemiştir: "Tevbemden dolayı..."

Senedi sahihtir. Yine Ebu Davud (3320), tbn Kâ'b b. Mâlik'ten aynı manada bir başka rivayette bulunmuştur.

[192] Bu zat, İbn Teymiye adıyla bilinen Abdüsselâm b. Abdullah b. EbîKâsım el-Harranî'dir. Şeyhülislam Ahmed b. Teymiye'nin dedesidir. Hadis ezberlemekte ve mezhepleri kavra­makta müthiş bir kabiliyete sahipti. Zehebî, nahivci tbn Mâlik'ten şöyle bir nakilde bulu­nur: "Davud (a.s.) için demirin yumuşak kılınması gibi Şeyh el-Mecd için de fıkıh öylesi­ne yumuşatılmıştı." Hicrî 652'de vefat etmiştir. Ahkâm hadisleri hakkındaki eseri el-Müniekâ, hem tek olarak hem de Şevkânî'nin şerhi el-Muharrar (Neylu'l-Evtâr) ite birlik­te basılmıştır. Bk. Şezerâtü'z-Zeheb, S/251.

[193] Buharı ve Müslim'de, Berâ hadisinden ittifakla rivayet edilmiş ve daha önce de geçmişti. Bk. Buharı, 73/1.

[194] Ebu Davud, 1673. Câbir b. AbdiÜah hadisinden şöyle rivayet eder: Rasûîullah'ın (s.a.) yanında idik. Yumurta büyüklüğünde bir altınla bir adam geldi ve dedi ki: "Ya Rasûlal-lah! Bunu bîr madenden temin ettim, bunu benim sadakam olarak kabul et. Başka hiçbir şeyim yok." Hz. Peygamber (s.a.) yüzünü çevirdi. Sonra sağ tarafından geldi ve aynı şe­kilde konuştu. Rasûlullah (s.a.) tekrar yüzünü çevirdi. Sonra sol tarafından yine geldi. Rasûlullah (s.a.) yine yüzünü çevirdi. Sonra arka tarafından geldi. Bu sefer Rasûlullah (s.a.) elindekini aldı ve fırlattı. Şayet adama gelse canını acıtırdı. Sonra buyurdu ki: "Her­hangi biriniz elinde avucunda nesi varsa getiriyor ve: 'bu benim sadakam.* diyor, sonra da dileniyor. Sadakanın hayırlısı, zenginlikten (İhtiyaç fazlasından) verilendir." Bu hadi­sin râvileri sikadır. Bu konuda Ebu Hureyre'den de şu rivayet vardır: "Sadakanın hayırlı­sı, zenginlikten verilendir. Sadaka vermeye en yakınından başla." Bu hadisi Buharî Sa-hih'ınde rivayet etmiştir.

[195] Ebu Davud, 1678; Tirmizî, 3676; Dârimî, 1/391, 392. Zeyd b. Eşlem babasından şu riva­yette bulunmuştur: Ömer b. Hattâb'ın şöyle söylediğini işittim: Rasûlullah (s.a.) bize, ta-saddukta bulunmamızı emretti. O günlerde malım da vardı, kendi kendime: 'Ebu Bekir'i .geçeceksem bugün geçerim,' dedim ve bütün malımın yansını RasûluÜah'a (s.a.) getirdim. Rasûlullah (s.a.): "Ailen için ne bıraktın?" diye sordu. "Size getirdiğim kadar." dedim. Daha sonra Ebu Bekir bütün malını getirip tasadduk etti. Rasûlullah (s.a,) ona da: "Aile­ne ne bıraktın ey Ebu Bekir?" dedi. O da: "Onlara Allah'ı ve RasûlÜ'nü bıraktım." diye cevap verdi. Bunun üzerine dedim ki: "Ben onu hiçbir şeyde geçemem." Bu hadisin sene­di hasendir. Tirmizî, hasen-sahih olduğunu söyler. Hâkim (1/414) de sahih olduğunu söy­lemiş, Zehebî aynı görüşü ifade etmiştir.

[196] Tevbe, 9/119.

[197] Tevbe, 9/117.

[198] Tevbe, 9/118.

[199] Tevbe, 9/120.

[200] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/113-142.