๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 31 Mayıs 2011, 17:20:20



Konu Başlığı: Sözleşmeli köle hususundaki fıkhi hüküm
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 31 Mayıs 2011, 17:20:20
6—  Sözleşmeli (Mükâteb) Köle Konusundaki Fıkhı Hükümler:

 

Berîre hadisinden şu fıkhı hükümler çıkıyor:

1— Cariyenin mükâtebe sözleşmesi yapması caizdir.

2— Ödeme hususundaki acziyeti efendisi tarafından teslim edilmese bi­le, mükâteb kölenin satımının caiz olması. îmam Ahmed'in meşhur görüşü de budur. İfadelerinin çoğunluğu bu şekildedir. Ebu Tâlib rivayetinde: "Mü­kâtebe sözleşmesi yaptığı cariyesi ile cima edemez. Görmez misin, onu sat­maya da kadir değildir." demiştir. Ebu Hanife, Mâlik ve Şafiî de böyle söy­lemişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.) Âişe validemizin, Berîre'yi satın almasını, sahiplerinin de satmasını tasvip etmiş ve, "Taksitlerini ödemeden âciz kaldı mı, kalmadı mı?" diye sormamıştır. Berîre'nin, Hz. Âişe'den kendisine yar­dımcı olması için ona gelmesi, acziyetini gerektirmez. Hern sonra mükâteb kölenin satımında kıyasen de bir mahzur yoktur. Zira onun satılmış olması kitabet akdini iptal etmez. Çünkü müşterinin yanında da, satıcının yanında olduğu gibi olur. Eğer taksitlerini Öderse, âzad olur; eğer ödemekten âciz ka­lırsa müşterinin, onu satıcının yanında olduğu gibi eski kölelik haltne dön­dürme hakkı vardır. Eğer sünnet, mükâtebin satışının caiz olduğu hükmünü getirmeseydi, kıyas onu zaten gerektirirdi.

Pek çokları mükâtebin satımının caiz olduğu üzerinde kadim icmâ bu­lunduğunu iddia etmişler, şöyle demişler: Berîre olayı herkesin nakli ile gel­miştir. Medine'de bu olayı bilmeyen kimse yoktu. Zira mü'minlerin annesi ile ashabtan bir grup arasında cereyan etmiş bir pazarlıktı. Sonra Hz. Pey­gamber (s.a.) cuma günü olmadığı halde onun satımı hakkında bir hutbe irad buyurmuştu. Bundan daha meşhur bir şey olur mu? Sonra kocasının, Berî­re'nin peşi sıra Medine sokaklarında ağlayarak dolaşması, meseleyi kadınla­ra ve çocuklara da duyurmuştu. Böylece bundan, kesin olarak bu konuda ashabın icmâı olduğu ortaya çıkar. Zira böylesi apaçık bir herkesçe bilinen bir konuda bir sahabînin çıkıp da Hz. Peygamber'e (s.a.) muhalefet etmesi düşünülemez. Bize ashaptan birisinden, mükâtebin satışını menettiğini de gös­teremezsiniz. Sadece İbn Abbas'tan isnadı bilinmeyen şâz bir rivayet bulun­maktadır.

Mükâtebin satışını caiz görmeyenler kendilerine iki gerekçe bulmuşlar­dır: Birincisi: "Berîre taksitlerini ödemekten âciz kalmıştı." şeklindedir ve bu Şâfiîlere aittir. İkincisi ise: "Satış akdi, mükâtebe bedeli üzerine kurul­muştur, Berîre'nin üzerine değil." Bu da Mâlikîler'e aittir.

Aslında bu iki gerekçe hadisten daha çok ispatlanmaya muhtaçtır ve hiçbiri de mâkul değildir.

Birinci gerekçeyi ele alalım: Hiç şüphe yoktur ki, bu olay Medine'de ol­muş ve buna Hz. Abbas ile, oğlu Abdullah (îbn Abbas) şahit bulunmuşlar' dır. Mükâtebe akdi, her sene bir okiyye (40 dirhem) olmak üzere dokuz tak sit üzere yapılmıştı ve henüz bir şey ödememişti. Yine hilâfsız, Hz. Abba;ve oğlu Mekke'nin fethinden sonra Medine'ye ikâmete gelmişlerdi ve Hz. Pey­gamber (s.a.) bundan sonra iki yıldan biraz fazla yaşamıştı. Bu durumda ac-ziyet, ve taksitlerin gününün dolması nasıl söz konusu olabilir?

Yine Berîre, "Âciz kaldım." dememişti. Hz. Âişe de ona: "Âciz mi kal­dın?" diye sormamıştı. Sahipleri de acze düştüğüne dair bir şey söylememiş­ler, Hz. Peygamber (s.a.) de aczine hükmetmemiş, böyie bir tavsifte ve ihbarda bulunmamıştı. Bu durumda, isbatmdan âciz kaldığınız bu acziyeti nereden çıkarıyorsunuz?

Hem Berîre, Hz. Âişe'ye: "Sahiplerimle her sene bir okiyye ermek üzere dokuz okiyye üzerinde anlaştım. Bana yardım etmeni arzuluyorum." demiş­ti de, "Onlara bir şey ödemedim" veya "Üzerimden birkaç taksit geçti, öde­mekten âciz kaldım." veya "Sahiplerim ödeyemeyeceğime hükmettiler." vs. dememişti.

Sonra farzedelim ki, sahipleri onun aczine hükmettiler; o zaman eski köle haline dönerdi. O zaman da Berîre, çoktan ortadan kalkmış bir iş (mükâtebe akdi) için koşturup Hz. Âişe'den yardım istemeye gelmezdi.

Şöyle denebilir: Hz. Âişe'nin, "Eğer sahiplerin, seni satın alıp âzad et­memi ve velâ hakkının da benim olmasını arzu ederlerse, ben bunu yaparım." sözü ile, Hz. Peygamber'in (s.a.), "Onu satın al ve âzad et" buyurması, onun âciz kaldığına delâlet eder. Zira bu ifadeler, Hz. Âişe'nin bir âzad etme işini kurması anlamına gelir. Mükâtebin azadlığı ise borcunu ödemesi iledir. Efen­disinin âzad işini yeniden kurması ile değildir. Denilir ki, bunları kitabetin bâtıl olduğu görüşüne sevkeden şey işte budur. İtiraza devam ediyorlar: Ma­lumdur ki mükâtebe akdi, ancak ya mükâtebin ödeyememesi, âciz kalması ya da kendi kendisinin aczini kabullenerek vazgeçmesi ile bâtıl olur. Bu tak­dirde de köleliğe döner. Bu durumdan satış akdi mükâteb üzerine değil, köle üzerine gerçekleşmiş olur.

Buna şu şekilde cevap verilir: Âzad işinin satın alınma üzerine tertib edil­mesi, onun ilk kez kurulmasına (inşası) delâlet etmez. Çünkü bu, müsebbe-bin (sonucun) sebebi üzerine tertibi olmaktadır. Hz. Âişe, onun mükâtebe borcunu toptan olarak peşin ödemeyi isteyince, onun bu durumu, Berire'nin âzad edilmesine sebep olmuştu. Bizzat siz de diyorsunuz ki, Hz. PeygamberMn (s.a.), "Hiçbir oğul, babasının hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olarak bu­lup satın alır ve azad ederse o başka."[701] hadisindeki, "satın alır ve azad ederse" kısmı müsebbebin sebebi üzerine tertibi kabilindendir. Çünkü bizzat

satın alması ile, baba oğulun mülkiyetinde hürriyet kazanır, onu âzad etme­sine (böyle bir inşaya) ihtiyaç yoktur. (Berîre hadisinde de durum aynıdır.) İkinci gerekçeye gelince; onun durumu apaçıktır ve olayın ifade akışı (si­yak) onu iptal etmektedir. Zira Hz. Âişe, onu satın almış ve âzad etmişti. Velâ hakkı da kendisine aitti. Bunda şüphe yoktur. Hz, Âişe malı satın almamıştı. MükâtebeJDedeli mal, taksite bağlanmış dokuz okiyye idi. Onlara hepsini bir­den saymış ve zimmetindeki maîdan hiç söz etmemişti. Hiçbir şekilde maksa­dı da o değildi. Hz. Âişe'nin taksite bağlanmış dirhemleri aynı sayıdaki dir­hemlerle peşin olarak satın alması gibi bir maksadı yoktu.

3— Berîre hadisinden çıkarılan bir diğer hüküm de, paraların (altın ve gümüş) miktarları farklı değilse, onları (tartmak yerine) sayarak da muamele yapmak caizdir.

4— Akitte taraflardan hiçbirinin, Allah ve Rasûlü'nün (s.a.) hükmüne muhalif şart ileri sürmesi caiz değildir. "Allah'ın kitabında olmayan" ifade­sinin mânası, "Allah'ın hükmünde cevazı olmayan" demektir. Yoksa, "Kur1-an'da zikri ve mübahlığı geçmeyen" mânasına değildir. Hadiste geçen "Al­lah'ın hükmü, yerine getirilmeye daha lâyıktır.", "Allah'ın şartı daha sağ­lamdır." ifadeleri buna delâlet eder.

Fasit şart ileri sürülen akdin, sahih olacağını ve akdin o şart sebebiyle bâtıl olmayacağım söyleyenler bu hadisle istidlal ederler. Bu tartışmalı bir ko­nudur ve tafsile ihtiyaç vardır. Hangisinin doğru olduğu, hadisin mânasının açıklanması durumunda ortaya çıkar. Zira hadiste geçen: "Velâ hakkını onlara şart koş. Velâ hakkı, ancak âzad edene aittir.*' ifadesi, bir problem arzetmiştir. Çünkü hem şart koşması için Âişe'ye izin vermiş, hem de bir mâna ifade etmeyeceğini söylemiştir. İmam Şafiî bu ifadeyi tenkide tâbi tutmuş ve: "Hişâm b. Urve bu ifadeyi, yalnız başına rivayet etmiştir. Diğer râviler ise ona muhaliftirler." diyerek hadisin bu kısmını reddetmiş, sabit görmemiştir. Ancak Buharî, Müs­lim ve diğerleri, hadisi bu şekliyle tahric etmişler ve tenkit etmemişlerdir. Bil­diğimiz kadarıyla Şafiî'den başka hadisi muallel bulan yoktur.

Sonra mânasında ihtilâf etmişler ve: "Hadisteki lâm harfi aslî (lehine) mânasında değil, alâ (aleyhine) mânasındadır.'' demişlerdir.

"EğerNitekim İsrâ sûresi (17/7)ndeki "Eğer Nitekim İsrâ sûresi (1/)       

iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz.' Kötülük ederseniz, o da kendi aleyhinizedir." âyetindeki ifadesindeki lâm aleyhâ manasınadır. [702]de buna delildir.

Bir grup buna itiraz ederek, âyetin siyakı ile harfin konumunun hadiste-kinden farklı olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü âyet, nefsin lehine ve aleyhine olan arasında bir ayırım yapmıştır. ifadesinde ise böyle bir du­rum yoktur.

Bir başka grup ise şöyle demiştir: Lâm harfi, aslî mânası üzerinedir. An­cak sözde hazfedilmiş (düşmüş) bir kısım vardır. Hadisteki bu kısım:

 = Onlara ister şart koş, ister koşma. Çünkü koşulan şart, Allah'ın kitabına muhalif olduğu için bir mâna ifade etmeyecektir." şeklindedir.

Bu yoruma, "delili olmayan bir şeyin gizlenmesini gerektirdiği, böylesi delilsiz bir şeyi bilmenin de bir nevi gaybı bilmek olduğu" belirtilerek itiraz edilmiştir.

Bir başka grup ise: Buradaki emir İbâha için değil, tehdid içindir. = İstediğinizi yapın." âyetindeki emir sîgası gibidir, demiş­lerdir. Bunun saçmalığı da, bir önceki yorumda olduğu gibi ortadadır. Hz. Âişe'nin ne suçu var ki tehdide maruz kalsın! Olayın anlatılışında tehdidi ge­rektiren şey nerede?! Evet. Doğrusu tehdide lâyık olan kendileridir, mü'min-lerîn annesi değil!

Dördüncü bir grup: "Hayır buradaki emir kipi, ibâha ve izin içindir ve bu tür şartların koşulması caizdir. Mükâtebin velâ hakkı, satıcının olur." de­mişlerdir. Bazı Şâfiîler böyle düşünüyorlar. Bu yorum, öncekilerin hepsin­den daha da kötüdür. Bizzat hadisin sarih ifadesi, bu yorumun bâtıl olduğu­nu ve reddedilmesini gerektirir.

Beşinci bir grup şöyle diyor: Bu izin Hz. Âişe'ye, sadece bu şartın bâtil-hğının ortaya çıkmasına, fert ve toplum olarak herkesin bunu bilmesine ve hükmün yerleşmesine vesile olsun diye verilmiştir. Berîre'nin sahipleri, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu husustaki hükmünü öğrenmişlerdi, buna rağmen ve­lâ hakkı kendilerine şart kılınmadan ikna olmamışlardı. Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Âişe'ye şart koşma hususunda izin verip, sonra bir de hutbe irad ederek, koşulan bu şartın bâtıl olduğunu, insanların içinde ilan etmek suretiyle onla­rı cezalandırdı. Bu uygulama, şer'î ahkâmdan birisini ortaya koydu. O da şudur: Akidde bâtıl bir şart ileri sürülmüşse, ona riayet etmek caiz değildir. Eğer Hz. Âişe'ye şart koşma izni verilmeseydi, bu hüküm bilinmezdi. Zira hadis, "velâ hakkının âzad edenden başka birisine ait olması" hükmünün (şartının) fâsid olduğunu içermektedir.

Şart koşulduğunda, bunun bâtıl olduğu, bizzat Hz. Peygamber'in (s.a.) bâtıllığını açıkça ifade etmesinden anlaşılmaktadır. Belki de Berîre'nin sahipleri, "Şayet şart koşulursa, her ne kadar mutlak akdin gereğine ters ise de, ona riayet etmek gerekir." düşüncesinde idiler. Ama Hz. Peygamber (s.a.), şartsız iptal ettiği gibi, şart koşulmuş olduğu halde bile onu iptal etmiştir.

Şöyle denebilir: Şartı ileri süren kimsenin maksadı, koşulan şartın iptal edilmesiyle gerçekleşmeyince, ya ona fesih hakkı verilmelidir, ya da gözetip de elde edemediği menfaat oranında bir iade yapılmalıdır. Oysa ki Hz. Pey­gamber (s.a.), bu ikisinden hiç birine hükmetmemiştir.

Cevap: Sizin bu söylediğiniz, şartı ileri süren tarafın, şartın fâsid oldu­ğunu bilmemesi durumunda sözkonusudur. Ama bâtıl olduğunu, Allah'ın ki­tabına ters düştüğünü bile bile şartı ileri sürmüşse; o kişi, böyle bir şartı ileri sürme cür'etini gösterdiği için âsî ve günahkâr olur. Dolayısıyla da ne fesih, ne de geri iade hakkı olmaz. Berîre'nin sahiplerinin tavrı, bu ikinci tür dav­ranışta bulunduklarını gösteriyor. Allah en iyi bilendir. [703]


[701] Müslim, 1510.

[702] Fussilet, 41/46.

[703] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/264-269.