๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 15 Haziran 2011, 15:47:19



Konu Başlığı: Rasulullah ın tedavi emri
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 15 Haziran 2011, 15:47:19
2— Rasûlullah'ın (s.a.) Tedavi Emri:

 

Müslim, Sahih'inâs Ebu'z-Zübeyr—Câbir b. Abdullah kanalıyla Rasû-îullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her hastalığın bir teda­visi vardır. Tedavisi bulunan hastalık da ancak Allah'ın izniyle geçer."[364]

Sahihayn'dsi, Atâ—Ebu Hureyre kanalıyla Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöy­le buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah, şifasını vermediği hiçbir hastalığı yer­yüzüne indirmemiştir."[365]

Ahmed b. HanbelMn Müsned'inde rivayet edildiğine göre Ziyad b. îlâ-ka, Üsâme b. Şerîk'den şunlan anlatıyor: Ben Hz. Peygamberin (s.a.) huzu-rundaydım. Bedeviler geldi ve dediler ki: "Ya Rasûlallah! Tedavi olalım mı?" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Evet ey Allah'ın kulları, tedavi olu­nuz. Zira Allah Azze ve Celle, bir hastalık hariç şifasını vermediği hiçbir has­talık bırakmamıştır.** buyurdu. Bedeviler: "O nedir?'1 deyince Hz. Peygam­ber (s.a.): "İhtiyarlık." buyurdu.[366]

Hadisin diğer bir lâfızla rivayeti şöyledir: "Allah şifasını vermediği hiç­bir hastalığı (yeryüzüne) indirmemiştir. O hastalığı (şifasını) bilen bildi, bil­meyen de bilmedi."[367]

Müsned'ât îbn Mes'ûd'dan (r.a.) merfû olarak rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur: "Allah Azze ve Çelle^ şifâsını vermediği hiçbir hastalığı (yeryüzüne) indirmemiştir. O hastalığın şifasını tiilen bildi, bilmeyen de bil-medi."[368]

Müsned'dt ve Stinen'dt rivayet edildiğine göre Ebu Hüzâme şöyle anla­tıyor: Dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! (Hastalıklarımızı geçirmek için) ruk-ye olarak yaptığımız duayı, tedavi olduğumuz ilacı, (hastalığa tutulmamak için) tedbir almamızı nasıl buluyorsunuz? Acaba bunlar Allah'ın (c.c.) tak­dirinden herhangi bir şeyi geri çevirebilir mi?" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "O (saydığın şeyler de) Allah'ın takdiridir." buyurdu.[369]

Bu hadis-i şerifler; sebepler ve neticelerinin varlığını isbat etmekte, bu­nu inkâr edenlerin görüşlerinin yanlış ve bâtıl olduğunu belirtmektedir. Ha-disdeki: "Her hastalığın mutlaka bir şifası, tedavi yolu vardır." cümlesi, öl­dürücü ve hekimlerin bile iyileşti remeyeceği hastalıkların tümünü içine ala­cak şekilde umumidir. O tür hastalıklardan kurtuluş ancak Allah Azze ve Cel-le'nin yaratacağı bir ilaç ile olur. Fakat Allah, bu bilgiyi insanlardan kaldır­mış ve ona ulaşmağa da bir yol göstermemiştir. Zira mahlukatın bilgisi Al­lah'ın onlara öğrettiği kadardır. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber (s.a.), hastalıktan şifa bulma ölçüsünü, ilacın hastalığa uyması ile sınırlamıştır. Çünkü mahlukatta var olan herşeyin bir zıddı vardır ve her hastalığa karşı olarak da zıddıyla tedavi olunacak bir ilaç vardır. Hz. Peygamber (s.a.) hastalıktan kurtuluşu, ilacın hastalığa uygun olmasına bağlamıştır. Bunlar ilacın mücer-red olarak bulunmasına bağlıdır. Aksi halde ilaç, keyfiyette hastalığın dere­cesini aştığında veya gereğinden fazla miktarda alındığında bir başka hastalı­ğa sebep olur. Gereğinden az olduğu zaman ise, hastalığa mukavemet ede­mediğinden ilacın etkisi az olur. Tedavi, hastalığa uygun olmazsa şifa hasıl olmaz. Ayrıca, tedavi zamansız yapılırsa bir fayda vermez. Hastanın bedeni ilacı kabul etmediği yahut ilaç almaya kuvveti olmadığı veya ilacın tesirine mani bir sebep olduğunda da hastalıktan kurtulmak mümkün olmaz. İlaç ne zaman hastalığa uygun olursa, Allah'ın izniyle mutlaka şifaya kavuşulur. Ha­dislerin bu şekilde izahı, aşağıda gelecek ikinci izah tarzından daha güzeldir.

İkinci bir yorum şöyledir: Bu ifade, kendisiyle has murad edilebilen âm bir hüküm olmalıdır. Böylece özellikle, lâfzın kapsamına girenler, dışında ka­lanlardan kat kat fazladır. Her dilde bu tür ifadeler vardır. Bu durumda ha­dise şöyle mânâ vermek gerekir: Cenâb-ı Hak tedaviyi kabul edebilecek her hastalığın ilacını da mutlaka yaratmıştır. Böylece, tedaviyi kabul etmeyen has­talıklar bu hükme dahil değildir. Nitekim Allah Teâlâ, Âd kavmine musallat ettiği rüzgâr hakkında: "O rüzgârın içinde, Rabbinin emriyle herşeyi yerle bir edecek can yakıcı bir azap vardır."[370] buyurmuştur kî, bu ifade yıkıla­bilecek bütün şeyler için geçerlidir. Nitekim âyetin devamında Âd kavminin evleri bu yerle bir olmadan istisna edilmiştir. Buna benzer misâller çoktur.

Bu âlemde yaratılmış olan atları, bir kısmının diğerlerine mukavemetini, muhalefetini ve tasallutunu düşünen kişiye; Rab Teâlâ'nın kudretinin ke­mâli, hikmeti, sun'undaki insicamı, rububiyette, vahdaniyette, kahrda tek ol­duğu, bizatihi Ganî olup kendi dışındakilerin O'na muhtaç olduğu gibi, O'-ndan başka şeylerin O'nun zıddı ve manii olduğu belirmiş olur.

Sahih hadislerde tedavî olmaya dair emir vardır. Açlık, susuzluk, hara­ret ve üşüme gibi hastalıkları zıdlanyla gidermekte bir beis olmadığı gibi, te­davi de tevekküle mâni değildir. Aksine, Allah'ın şer'î bir ölçüde, neticeler için tayin etmiş olduğu sebeplere yapışmakla tevhidin hakikati tamamlanmış olur. Zira sebeplerin ortadan kaldırılması, gerçekte ve hikmette olduğu gibi, tevekkülün kendisine mâni olur ve onu zayıflatır. Çünkü, sebepleri terket-menin tevekkülü daha kuvvetlendireceği zannedilir. Kişi, sebeplere acziyetinden dolayı yapışmamışsa, dininde ve dünyasında kulun faydasına olan şeyin elde edilmesi ve din ve dünyasına zarar verecek şeyi ortadan kaldırması hususun­da kalbin Allah'a itimad etmesi demek olan tevekkülün hakikatına aykırı ha­reket etmiş olur. Bu şekildeki itimadın, sebeplere yapışmakla birlikte olması gerekir. Aksi halde hikmet ve şeriatı ortadan kaldıran kişi durumuna düşer. Dolayısıyla kul acziyetini tevekkül, tevekkülünü de acziyet olarak değerlen­dir memelidir.                                     

Bu hadislerde, tedaviyi inkâr ederek; "Şayet şifa takdir olunmuşsa, te­davinin bir faydası yoktur, eğer şifa tjakdir olunmamışsa zaten bir faydası olmaz." diyenin görüşü reddedilmektedir. Aynı şekilde bu yanlış düşünceye şu da eklenebilir: "Hastalık Allah'ın takdiriyle tahakkuk eder. Halbuki Al­lah'ın takdiri reddoîunamaz, defedilemez." Bu mânada sorulan Hz. Peygam-ber'e (s.a.) bedeviler sormuştu. Sahâbinin büyükleri ise, Allah'ı, hikmetini ve sıfatlarım en fazla bilenlerden oldukları için böyle bir soruya gerek duy­mamışlardır. Gerçekten de Hz. Peygamber (s.a.) böyle sorular soranlara sadra şifa verecek şekilde cevap vermiştir: Bu ilaçlar, rukye (dua) ve hastalıktan sakınmalarınız da Allah'ın takdiridir. O'nun takdirinin dışına hiçbir şey çı­kamaz. Bilâkis O, takdirini kendi takdiriyle geri çevirir. Bu geri çevrilme de O'nun takdiridir. Hiçbir şekilde O'nun takdirinin dışına çıkmak mümkün de­ğildir. Bu aynen açlık, susuzluk, hararet ve üşümeyi zıdlanyla gidermek gibi­dir. Düşmanla karşılaşma* takdir kılındığında, onların savaşla bertaraf edil­mesi de böyledir. Defeden, defedilen ve defetme, hepsi Allah'ın takdiriyledir.

Bu soruyu sorana denilir ki: Sana fayda getirecek bir şeyi elde etmek ve zararı gidermek için senin de hiçbir sebebe yapışmaman .lâzım değil midir? Zira, fayda ve zarar şayet takdir edilmişse mutîaka vuku bulacaktır. Eğer takdir olunmamışsa onun meydana gelmesi mümkün değildir. Böyle bir mantık di­nin ve dünyanın yıkımı, âlemin bozulması demektir. Bu sözü ancak, hakkı reddeden, inatçı biri söyler. Müşriklerin: "Şayet Allah dileseydi ne biz, ne de babalarımız müşrik olurdu."[371], "Şayet Allah dileseydi ne biz ne de ba­balarımız Allah'dan başka bir şeye ibadet ederdik."[372] diye; Allah'ın onla­ra peygamberleriyle hüccet getirmesine karşılık vermeleri gibi, kaderi (inan­dıklarından değil) sırf karşısında haklı olan kişinin delilini çürütmek için laf olsun diye ağızlarına alırlar.

Bu soruyu sorana şu şekilde cevap verilebilir: Şimdi senin hatırlayama­dığın üçüncü bir konu daha var. O da şudur: Muhakkak ki Cenâb-ı Hak şu­nu ve bunu bu sebepten dolayı takdir etti. Ancak sebebini yerine getirdiğin takdirde netice meydana gelmiş olur. Aksi takdirde netice alınmaz.

Şayet şu şekilde itiraz ederse: Eğer sebep takdir olunmuşsa ben onu ya­parım; takdir olunmamışsa benim onu yapmaya gücüm yetmez. Bu durum­da ona denilir ki: Böyle bir savunmayı —sana muhalefet ederek— emrettiğin bir işi yapmayıp, nehyettiğin bir hareketi yaptıkları bir zamanda, kölen, ço­cuğun ve ücretle tuttuğun amelenden kabul eder misin? Eğer bunu mantıklı bularak kabul edersen, o zaman sana isyan edeni, malını çalanı, sonra iftira atanı ve haklarını vermeyeni, hiç kötülememen gerekir. Şayet böyle bir şeyi kabul etmezsen, o halde üzerinde Allah hakkı olarak gerekli şeyleri yapma-manı nasıl mantıklı bulabiliyorsun?

İsrâilî bir rivayete göre, Hz. İbrahim (a.s.) şöyle sordu: "Ya Rab! Has­talık kimdendir?" Cenâb-ı Hak: "Bendendir." dedi. Hz. İbrahim (a.s.): "Peki, şifası kimdendir?" diye sordu. Cenâb-ı Hak: "Bendendir." buyurdu. Hz. İb­rahim: "Öyleyse tabibe ne gerek var?" diye sorunca, Cenâb-ı Hak: "Tabib, şifayı kendi eliyle yeryüzüne gönderdiğim adamdır." dedi.

Ayrıca, "Her hastalığın bir şifası vardır." hadisi hem hastaya, hem ta­bibe moral gücü vermektedir. Hastalıktan kurtulmanın yollarını araştırmaya teşvik etmektedir. Çünkü hasta, hastalığını geçirecek bir ilacın mutlaka var olduğuna inanırsa, kalbi umutlanır, karamsar olmaz, umut kapısı açıhr. Ru­hu bu sebeple kuvvetlendiğinde hastalıktan dolayı meydana gelen harareti or­tadan kalkar. Bu hal hayvanı, nefsânî ve tabiî ruhların güçlenmesine sebep olur/Bu ruhlar kuvvetlendiğinde, bu ruhları taşıyan kuvvetler güçlenir. Böy­lece vücut hastalığı yener ve onu ortadan kaldırır.

Aynı durum tabip için de önemlidir. Zira, bu hastalığın mutlaka bir de­vasının, ilacının olabileceğine kanaat getirirse, onu bulmak için araştırmaya koyulur. Nitekim bedenî hastalıklar kalbî hastalıklarla aynı ölçülere sahip­tir. Cenâb-ı Hak herhangi bir kalbe bir hastalık verirse mutlaka onun tedavi­sini o hastalığına zıd bir şeyle vermiştir. Şayet hasta tedavi olacağı, zıd olan ilacı bilir de onu kullanır ve ilaç da o hastalığına tam uyum sağlarsa, Allah'ın izniyle hasta şifaya kavuşur. [373]


[364] Müslim, 2204.

[365] Buharı, 16/1. Müellif hadisi Müslim'e de isnad etmiştir, fakat hadis Müslim'de değil Îbn Mâce'de (3439)dir.

[366] Ahmed b. Hanbel, 4/278; Îbn Mâce, 3436; Ebu Davud,-3855; Tirmizî, 2038. Tirmizî, hadi­sin hasen-sahih olduğunu ve bu konuda İbn Mes'üd, Ebu Hureyre, Ebu Huzâme (babasın­dan) ve tbn Abbas'tan hadis rivayet edildiğini söylemiştir. İbn Hibbân (1395, 1924) ile Bû-sırî, (Zev&Vf inde) hadise sahihtir demişlerdir.

[367] Ahmed b. Hanbel, 4/278.

[368] Ahmed b. Hanbel,.1/337, 443, 453; tbn Mâce, 343. Senedi sahihtir. BÛsırî, Zevcinde ve Hâkim (4/196-197) hadise sahihtir demiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[369] Ahmed b. Hanbel, 3/431; Tirmizî, 2065; Hâkim, 4/199; İbn Mâce, 3437. Senedinde-meçhul bir râvi hariç— sika râviler vardır. Bu konuda Hâkim (4/199), Hakîm b. Hizâm'dan bir hadis nakletmiş ve: "Sahihtir" demiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[370] Ahkâf, 46/25.

[371] En'âm, 6/148.

[372] Nahl, 16/35.

[373] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/252-256.