๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 27 Mayıs 2011, 13:00:37



Konu Başlığı: Liân her eş arasında yapılabilir
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 27 Mayıs 2011, 13:00:37
2— Liân Her Eş Arasında Yapılabilir:

 

Bu hadislerden birçok hüküm çıkmaktadır:

Lîân her eş arasında yapılabilir: Eşlerden her ikisinin ya da birisinin müslü-man, kâfir, âdil, fasık, iftira cezasına çarptırılmış olup olmamaları arasında fark yoktur. İshak b. Mansur rivayetinde İmam Ahmed şöyle demiştir; "Bütün eşler liân yapabilirler. Hür erkek, zevcesi olan hür kadın ve cariyeye; köle zevcesi olan hür kadın ve cariyeye karşı; müslüman koca yahudi ya da hıris-tiyan zevcesine karşı Iiânda bulunabilir.'* Bu aynı zamanda Mâlik, İshak, Saîd b. Müseyyeb, Hasan, (el-Basrî), Rebîa, Süleyman b. Yesâr'ın da görüşleridir.

Re'y âlimleri, Evzaî, Sevrî ve daha başka bir grup da Iiâmn ancak müslü­man, âdil, hür ve iftira cezasına çarptırılmamış eşler arasında cari olabileceği görüşünü benimsemişlerdir. Bu görüş İmam Ahmed'den de rivayet edilmiştir.

Bu iki görüşün yaklaşımları şu şekildedir: Liân kendisinde iki özelliği bir arada toplamaktadır: Yemin ve şehadet. Nitekim Yüce Allah liâna, "şehadet" tabirini kullanırken Hz. Peygamber de: "Eğer yeminler olmasaydı, onunla benim aramda bir macera olurdu." buyurduğunda "yemin" ifadesini kullan­mıştır. Dolayısıyla yemin tarafını ağır bastıranlar yemin yapması sahih olan herkesin Hânda bulunabileceğini söylemişlerdir. Bunlara göre, "Kadınlara zina isnadında bulunanlar..." ifadesinin genel (âm) oluşu da bunu gerektirmekte­dir. Hz. Peygamber onu yemin diye İsimlendirmiştir; Allah'ın ismine ve tekitli bir yemin sözcüğüne ve onun cevabına ihtiyaç vardır. Yine yemin olduğu içindir ki, Hânda —şehadetin aksine— kadın ve erkek eşittir. Eğer şehadet olsaydı, lâfzı tekrarlanmazdı. Yemin ise öyle değildir. Kasâmede olduğu gibi, yemi­nin tekrarlanması meşrudur. Hem şehadeti makbul olmayan bir insanın liân ve çocuğun reddine olan ihtiyacı, şehadeti makbul insanların ihtiyacı ile aynıdır. Şehadeti makbul olmayanın başına gelen ve Hâna götürecek olan durum, âdil ve hür insanın başına gelen durum gibidir. Şeriat iki türden birinin zararım kaldırıp, onun hakkında bir çıkış ve kurtuluş yolu indirip de, diğer türü sıkıntıve ağır yükler altında eli kolu bağlı bir vaziyette bırakmaz. Mümkün müdür ki şeriatte, bir kişi yardım isteyecek de ona el uzatılmayacak eman isteyecek eman verilmeyecek, konuşmuş olsa konuşamayacak (çünkü ceza var), sussa susamayacak (çünkü içi rahat etmeyecek), Allah'ın rahmeti ona dar gelece! ve sadece şehadeti makbul insanları kapsayacak olsun? Bu, Rahmet Peygarhj beri'nin hoşgörü ve genişlik esasına dayalı şeriatının asla kabul etmeyeceği bir durumdur.

Diğerlerinin delilleri: Yüce Allah (c.c): "Eşlerine zina isnadında bulı nup kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahı  ligi..." buyurmaktadır. Bu âyette üç açıdan delil vardır:

Birincisi:
Yüce Allah lian yapacak kocaları şahitlerden istisna kılmıştıı . Buradaki istisna kesinlikle istisna-ı muttasıldır. Bu yüzdefı de                   kelimesi merfu olarak gelmiştir.

İkincisi: Kocaların Hânda bulunmalarının bir şehadet olduğunu tasrj ı etmiş, sonra Yüce Allah daha ziyade beyanda bulunarak: "Kadının, kocajf nın yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitli etmesi, beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gaz! bınm kendi üzerine olmasını dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır." buyui muştur.

Üçüncüsü: Yüce Allah liân ifadelerini şahitlerin yerine bedel kılmış bulunmamaları durumunda onların yerini aldırmıştır.

Amr b. Şuayb, babası ve dedesi kanalıyla Hz. Peygamber'in: "Ne ı köle, ne de iki kâfir arasında liân yoktur." buyurduğunu rivayet eder. E'|u Ömer b. Abdİlber, bunu et-Temhîd'de zikretmiştir.                               

Dârakutnî yine aynı zattan, aynı senetle merfu olarak: "Dört (grup) vardır ki bunlar arasında liân yoktur: Hür ve cariye arasında liân yoktur. Hür kadın ve köle arasında liân yoktur. Müslüman ve yahudi kadm arasında liân yoktur. Müslüman ve hıristiyan kadm arasında liân yoktur."[1015] hadisini nakleder.

Abdürrezzak, Musannef İnde İbn Şihab'dan, şöyle dediğini nakleder: Hz. Peygamber'in, (Mekke valisi) Attâb b. Esîd'e talimatından birisi de: "Dört (grup) arasında liân yoktur." buyurarak yukardakileri saymasidır.[1016]

Hem sonra liân şahitlikten bede! ve şahitlerin bulunmaması halinde onların yerine kâim kılınmıştır. Dolayısıyla ancak şahitlikleri makbul olan kimseler liân yapabilirler. Liân şahitlik sayıldığı içindir ki, kadın Hândan kaçındığın­da kocanın yaptığı dört liân ifadesi, dört zina şahidi yerinde kabul edilerek zina cezasına çarptırılmaktadır.

" = Bu geçen yeminler olmasay­dı, benimle onun arasında bir macera olurdu." şeklindeki hadise gelince; mahfuz olan ve Buhari'de yer alan ifadesi:  = Eğer Allah'ın   Kitab'ında   geçen   (hüküm)   olmasaydı..."   şeklindedir.

şeklindeki rivayet Abbâd b. Mansur'un rivayetidir.

Pek çok kimse onu tenkit etmiştir. Yahya b. Maîn: "O bir şey değildir." demiş. Ali b. el-Huseyn b. el-Cüneyd er-Râzî: "Metruktür, kadercidir." demiş. Nesâî de zayıf olduğunu söylemiştir.

Şeriatte yerleşik bir kaide vardır: Beyyine, müddeî üzerine, yemin de münkir (inkâr eden davacı) üzerinedir. Koca burada iddia makamındadır. Dolayısıyla onun Hânı şehadet olmaktadır. Eğer yemin olsaydı, müdeî (dava­cı) olduğu için (liân) kendi tarafına düşmezdi.

Birinci görüş sahiplerinin cevaplan:

Liâna şehadet isminin verilmesi, Hânda bulunanın yemininde: "Allah adına şahitlik ederim ki..." demesindendir. Lâfzına itibarla her ne kadar yemmse de, bu şekilde şehadet diye isimlendirilmiştir. Nasıl yemin olmaz ki, Hânda bulunan kasem ve cevabı ile onun yemin olduğu tasrih edilmiştir. Yine, demesi durumunda bununla yemin etmiş olmaktadır. Bu yeminde sarih bir ifade olduğu için yemine niyet edip etmemesi durumu değiş­tirmez. Araplar hem lügatlerinde, hem de kullanışlarında bu ifadeyi yemin saymaktadırlar. Kays şöyle demiştir:

"Allah yanında şehadet ederim ki, ben onu gerçekten sevmekteyim. İşte budur onun bendeki yeri; acep nedir ondaki benim yerim."[1017]

Bu beyitte, bir insanın Allah'ın ismini zikretmese bile sadece demesiyle yemin etmiş olur görüşünde olanlar için delil vardır. İmam Ahmed'-den gelen bir rivayet de öyledir. İkinci rivayete göre, ancak niyetle yemin olur. Bu, aynı zamanda çoğunluğun görüşü olmaktadır. demesi ise, niyetsiz mutlak zikrinde bile yine çoğunluğa göre yemindir.îlâ yapanların şahitlerden istisnası konusuna gelince; şöyle denilebilir: Herşeyden önce                                                âyetindeki mânasında sıfattır. Yani şeklindedir. Çünkü kelimeleri sıfathk ve istisnaiık mânalarında birbiri yerine kullanılabilir. anlamında ile istisna yapılabilir. 1anlamında  ile vasıflandınlmaya gidilebilir. (Bu takdirde mâna, "şahid olarak sadece kendileri" değil de; "kendilerinden gayrı şahitleri..." şeklinde olur.)

İkinci olarak, kelimesi dan müstesnadır. Ancak bu istisnanın Benî Temim lûgatına göre munkatı olması caizdir. Çünkü onlar isîisnay-ı munkatı'da da, müstesnayı bedel olmak üzere okuyorlar. Nitekim hem onlar, hem de Hicazİılar istisnay-ı muttasılda da, müstesnayı bedel oîmak üzere i'raba tâbi tutmaktadırlar.

Üçüncü olarak,elimesi  dan, sadece sözlerinin kabulü konusunda onların yerlerinde tutuldukları için istisnaya gidilmiştir. Bu izah, özellikle de, kadın Hândan kaçındığında, kocanın Hânı durumunda recmedi-lir görüşünde olanlara göre —ki sahih olan da budur— gerçekten güçlüdür. İnşaallah izahı ilerde gelecektir. Doğrusu şudur: Liân iki vasfı bir arada bulun­durmaktadır: Yemin ve şehadet. O hem kasem ve tekrarla tekid edilmiş bir şehadettir; hem de şartlar gereği durumun te'kidini gerektirdiği için şehadet lâfzı ve tekrarlan yapılmış ağır bir yemindir. Bu yüzden Hânda on türlü te'kid bulundurulmuştur:

1—  Şehadet lâfzının zikri.

2— Kasemin Rab Teâlâ'nın yüce isimlerinden ve esmâ-i hüsnânın bütün mânalarını içinde toplayan "Allah" (c.c.) ismi ile zikredilmiş olması.

3— Cevap cümlesinin, üzerine kasem edilen şeyin te'kidini sağlayan edat­lardan olan ile te'kidi.

4—  Bunun dört defa tekrar edilmesi.                                             

5— Beşinci defasında, eğer yalancılardansa kendi üzerine Allah'ın llıe-tini istemesi.                                                                                       

6—  Hz. Peygamber'in, beşinci yemin sırasında, onun Allah'ın aza*im gerektirici olduğunu ve dünya azabının ahiret azabından ehven olduğunu b| irt-mesi.                                                                                                     

7— Kocanın Hânını, kadın üzerine azabın husulünü gerektirici kılması.

Azabdan maksat ya haddir ya da hapistir; kadının Iiânım da, kendisinden azabı uzaklaştırıcı kılması.

8— Bu Hân, ikisinden biri üzerine, ister dünyada ister ahirette olsun mutla­ka azabı gerektirmektedir.

9—  Liânda bulunan eşleri ayırmak, kadının yuvasını ayrılıkla yıkmak, harab etmek-

10—  Ayrılığın ve aralarındaki haramlığın devamlı olması.

Liânın durumu işte böyle olunca, o hem şehadetle iç içe bulunan bir yemin; hem de yeminle birlikte olan bir şehadet kılınmıştır; liânda bulunan erkek sözünün kabulü için şahit gibi sayılmıştır. Eğer kadın Iiâna yanaşmayacak olsa şahitliği yürüyecek ve kadın had esasına çarptırılacaktır. Erkeğin şahitli­ği ve yemini iki şey ifade etmektedir: Kendisinden (iftira) haddini düşürmek­te, kadına (zina) haddini gerektirmektedir. Eğer kadın da liânda bulunur ve böylece erkeğin liânı başka bir Iiânla karşılaşırsa, bu durumda erkeğin Hânı sadece kendi üzerinden haddin düşmesini sağlar, kadın üzerine haddin uygu­lanmasını gerektirmez. Böylece erkeğin liânı, kadına değil de kendisine nisbetle şehadet ve yemin olmaktadır. Çünkü eğer liân sırf bir yemin olsaydı, erkeğin 'nücerred yeminiyle kadın had cezasına çarptırılmazdı. Eğer şehadet olsaydı, sadece kendisinin şahitliğiyle kadına yine had tatbik edilmezdi. Ama buna kadının Hândan kaçınması da eklenince, erkek hakkında, te'kidli ifadeleri ile ısrarı ve kadının da kaçınması sebebiyle şehadet ve yemin tarafı kuvvet kaza­nır, bu durum erkeğin doğruluğuna açık bir delil olur ve ondan (iftira) haddini düşürür; kadına da (zina) cezasını vacip kılar.

Bu olabilecek en güzel hükümdür. Düşünen bir kavim için Allah'tan daha güzel hükmü olan kim vardır! Böylece ortaya çıkmıştır ki, liân hem yemin­dir, içinde şehadet mânası vardır, hem de şehadettir, içinde yemin mânası vardır.

Amr b. Şuayb'ın, babası ve dedesi kanalıyla rivayet ettiği hadise gelin­ce; eğer onun Amr'a ulaşması sahih olsaydı, ne kadar açık bir delâleti olur­du. Ama heyhat! Amr'a ulaşıncaya kadar tarikinde nice badireler, nice uçurumlar var! İbn Abdilber: "Bu hadisin senedinde Amr b. Şuayb'dan beride kendisine güvenilebilecek hiçbir kimse yoktur." demiştir.

Dârakutnî'nin rivayet ettiği diğer hadisine gelince, onun da yolu üzerin­de Osman b. Abdurrahman el-Vakkâsî vardır. Hadisçİlerin icmaı ile o da "metruk"tur. Dolayısıyla onun yüzünden hadisin yolu kesiktir.

Abdürrezzak'ın rivayetine gelince, hadisçilere göre Zührî'nin mürselleri zayıftır ve delil olarak kullanılamaz. Hem Attâb b. Esîd, Hz. Peygamber'in Mekke valisi idi. Mekke'de yahudi ya da hıristiyan yoktu ki Hz. Peygamber ona, onlar arasında liânda bulunmaması talimatını versin.

"Bu geçen yeminler olmasaydı..." hadisini reddediyorsunuz. Oysa ki hadi­si Ebu Davud Sünen'mde rivayet etmiştir. İsnadı da fena değildir. Seneddeki Abbâd b. Mansur'a sarılmanız, reddi için yeterli değildir. Onun en büyük kusuru kaderci olması ve mezhebinin propagandasını yapmasıdır.[1018] Bu ise hadisinin reddini gerektirmez. Sahih'te, doğruluğu bilinen kimselerden olmak kaydıyla Kaderiyye, Mürcie, Şia'ya mensup birçok râviye yer verilmiştir.[1019] "Eğer Allah'ın Kitab'mda geçen (hüküm) olmasaydı..." ifadesi ile "Bu geçen yeminler olmasaydı..." rivayeti arasında bir zıdhk da yoktur ki, iki lâfızdan birinin diğerine tercih ve takdimine ihtiyaç duyulsun. Çünkü, "geçen (söyle­nen) yeminler" bizzat Allah'ın kitabındadir; Allah'ın kitabı da, liânda bulu­nan eşler arasında vaz'ettiği hükmüdür. Hz. Peygamber bu sözüyle, "Eğer Allah'ın, liânda bulunan eşler arasını ayıran hükmü geçmiş olmasaydı..." demek istemiştir.

"Şehadet (beyyine) davacı tarafına, yemin de davalı tarafına düşer." kaidesinin şeriatta yerleşikliğiyle ilgili sözünüze birkaç açıdan cevap verilebilir:

Birincisi: Şeriat bu kaide üzerinde sabit değildir. Aksine kasâmede dava­cıların yemini ile işe başlamaktadır. Bu karinelerle (levs) onların tarafının daha güçlü olmasından dolayıdır. Dolayısıyla şeriattaki bu kaide, yeminin taraf­lardan daha güçlü olanın tarafına ait olması şeklindedir. Berâet-i asliyye (asıl olan suçsuzluktur ükesin)den dolayı davalı tarafı daha güçlü olduğu için, genel­de yemin davacı üzerindedir. Ama kasâmede, karinelerle davacı taraf güç kaza­nınca, güçlü taraf olması hasebiyle yemin, onların tarafına geçmiştir. Sahih olan görüşe göre, yine aynı şekilde davalının nükûlü (yeminden kaçınması) ile, davacı tarafının güç kazanması durumunda da kendisine: "Yemin et, hak kazan." denilir. Bu durum, imkânlara göre, kulların çıkarlarının korunması için konulan ilâhî şeriatın hikmet ve kemalinin bir neticesidir. Eğer yemin her zaman için aynı taraf üzerine meşru kılınmış olsaydı, daha ağır basan tarafın gücü heder olurdu. Bu ise Sâri' Teâlâ'nın hikmeti ile bağdaşmaz. O'nun getir­diği hüküm, bizzat hikmet ve maslahatın doruğu olmaktadır.

Bu anlaşildıysa, şimdi bakıyoruz: Burada koca tarafı kadın tarafından daha güçlüdür; çünkü kadın zina ettiğini inkâr ediyor ve kocasının bühtanda bulunduğunu söylüyor. Kocanın ise kendi mahremiyetini ortaya dökmesin­de, yatağım (nesebini) ifsad etmesinde, ailesini fahişeliğe nisbetinde bir gara­zı yoktur. Aksine, bu onu son derece tedirgin eder ve hayatında en çok nefret edeceği bir durumdur. Dolayısıyla bu açık bir karine (levs) olur. Bir de buna kadının Hândan kaçınması (nükûlü) eklenince, durum fert veya toplum olarak herkesin kalbinde güç kazanır ve bu şer'an kadın üzerine zina hükmünün sabit olmasını gerektiren müstakil bir delil halini alır. Bu durumda kadının da, kendi­sinden Nûr (24/2) süresindeki: "Onların azabları.ıa mü'minlerden bir grup şahitlik etsin (orada hazır bulunsun).'* âyetinde sözü edilen azabı bertaraf edecek karşı liân yeminlerinde bulunma hakkı vardır. Eğer kocanın liânı gerçek bir beyyine olsaydı, ondan sonraki kadının yeminleri kendisinden hiçbir şey uzaklaştıramazdı. Bu, Hz. Peygamber'in hükmünden çıkarılan ikinci fasıl ile vuzuh kazanır: Faslın konusu şudur: Kadın liânda bulunmadığı zaman ne olur? Had mi uygulanır, ikrar edinceye ya da liânda bulununcaya kadar hapis mi edilir?

Fukahaya ait iki görüş vardır: İmam Şafiî ile selef ve haleften bir grup: "Had uygulanır." demişlerdir. Hicaz âlimlerinin görüşü de böyledir. İmam Ahmed: "İkrarda ya da liânda bulununcaya kadar hapsedilir." demiştir. Irak âlimlerinin görüşü de budur. İmam Ahmed'den gelen ikinci b:r rivayet ise: "Hapsedilmez, serbest bırakılır." şeklindedir.

Irak âlimleri ve onlar doğrultusunda düşünenler şöyle derler: Eğer kocanın Hânı haddi gerektiren bir beyyine olsaydı, kadın liânla ve beyyineyi tekzible haddi düşürme hakkına sahip olamazdı. Nitekim aleyhine dört zina şahidi­nin bulunması durumunda böyle bir yetkisi yoktur.

Koca kendisinden başka üç kişi ile birlikte kadın aleyhine şehadette bulun­sa, bu şahitlikle üzerine had uygulanmaz. Dolayısıyla yalnız başına yaptığı şahitlikle, kadın üzerine evleviyetle had gerekmez. Sonra koca liân yapanlar­dan biridir. (Tek taraf) diğeri üzerine haddi gerektirmez. Nitekim kadının liânı da koca üzerine haddi gerektirmemektedir.

Hz. Peygamber: "= Beyyine davacı üzerinedir.[1020] buyurmuştur. Kocanın burada davacı olduğunda şüphe yoktur.

Hem kocanın Hânının gereği, kendisinden haddi düşürmektir; kadın üzeri­ne haddi vacib kılmak değildir. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber (s.a.): "Beyyi­ne yoksa sırtına had!" buyurmuştur. Çünkü kocanın iftirada bulunmasının gereği, yabancının iftirasının gereği gibidir; o da haddir. Yüce Allah, bu hadden kurtulması için liânla ona bir kapı açmıştır. Kadın üzerine had ikamesinin yolunu da şu iki durumdan birisinin bulunması şeklinde belirlemiştir: Ya dört şahit, ya da itiraf. Bazı sahabîlere göre de bir üçüncü durum gebeliktir. Nite­kim Hz. Ömer ve bazıları bu görüştedirler. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in minberi üzerinde şöyle demiştir: "Recim, muhsan (evli) olma şartıyla zina eden her erkek ve kadın üzerine; beyyine bulunması veya gebelik durumu­nun olması, ya da itirafta bulunması durumunda vacibtir."[1021]

Hz. Ali de aynı şekilde söylemiş, had sebeplerini üç şey olarak belirle­miş, Hânı bunlardan saymamıştır.

Sonra bu kadının zina ettiği tahakkuk etmemiştir, dolayısıyla üzerine had gerekmez. Çünkü zinasının tahakkuku sadece kocanın liânı ile olmaz. Şayet sadece kocanın liânı ile tahakkuk edecek olsa, artık kadın Hânda bulunsa bile had düşmez ve bundan sonra kadına iftirada bulunana da had gerekmezdi. Sadece kadınm nükûlü (Handan kaçınması) ile de tahakkuk etmez. Çünkü had nükûl ile sabit olmaz. Zira hadler şüphe ile düşerler, hal böyle olunca nükûl ile nasıl gerekebilir? Çünkü nükûlün, aşırı utangaçlık, dili tutulmak, rezil rüsvay edici o makamın heybetinden dehşete düşmek vb. sebeplerle olması muhtemeldir. Bu durumda, beyyine olarak diğer hadlerde aranan sayının iki katının arandığı (dört erkek şahit) itirafı durumunda sahih ve sarih sünnetle sabit olduğu üzere dört ayrı ikrarda bulunması istenen bir had nükûüe nasıl sabit olabilir? Sonra hem ikrarda hem de şahitlikte zina fiilinin açıkça tavsifi ve tasrihi şartı aranmaktadır. Böylece zorlaştırılmakta, mümkün mertebe vuku bulan zina olaylarının örtülmesi, şüyu edilmemesi amaçlanmakta, en küçük bir şüphe ile haddin bertaraf edilmesi ve düşürülmesi istenmektedir. Bu durum­da, mal davaları dışında hiçbir had ve ceza davasında dikkate alınmayan ve bizzat kendisi şüphe olan nükûlle nasıl olur da hüküm verilebilir?!

Şafiî (r.h.), bir dirhem ve daha az konularda bile, en basit ta'zir için dahi nükûl ile hükümde bulunmanın caiz olmayacağı görüşündedir. Hal böyle olun­ca, nasıl olur da, çok önemli bir konuda, çok zor sabit olan ve en çabuk düşen bir davada onunla hükme gidilebilir?

Kadın diliyle ikrarda bulunsa, sonra dönse üzerine had gerekmemekte­dir. Dolayısıyla suçsuzluğu üzerine yapacağı yeminden sadece imtina etmesi durumunda ise, üzerine had öncelikle gerekmeyecektir.

Kadının zinasının tahakkukunda ikisinden birinin Hânının etkisi olma­dığı anlaşılınca, ikisiyle (kocanın liânı, zevcenin nükûlü) birden tahakkuk edece­ğini söylemek de iki sebepten dolayı mümkün olmayacaktır:

1) Her birinde mevcut olan şüphe, birinin diğerine eklenmesi ile yok olmaz. Yüz fâsıkın şahitliği gibi. Çünkü kadının nükûlünün, aşın utangaçlıktan, duruşma makamının heybet ve kalabalığından, sıkılganlıktan, konuşma aczin­den dilin tutulmasından olma ihtimali, kocanın liânı ile ortadan kalkmaz. Kocanın liânındaki şüphe de kadının nükülü İle yok olmaz.

2)  Diğer haklarda olduğu gibi, sadece yemin ile hükmedilemeyen dava­larda, yeminle birlikte nükûlle de hükmedilemez. "Allah adı ile yapacağı dört şehadet, kendisinden azabı kaldırır." âyetine gelince; bu âyette geçen azap­tan kastedilen kesin değildir. Had olabileceği gibi, hapis veya başka bir ceza da olabilir. Dolayısıyla "azab"dan had kasdedildiği kesin değildir. Çünkü mutlak bir kelime, harici bir delil olmadıkça mukayyede delâlet etmez. En azından ihtimal ifade eder, ihtimalle de had cezası sabit olmaz. Bu tez, daha önce geçen Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye ait: "Had ancak beyyine veya itiraf (ikrar), ya da gebelikle (isbat edilmiş) olur." sözüyle de ağırlık kazanır.

Daha sonra bunlar, kadının Hâna yanaşmaması durumunda kendisine ne yapılacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Ahmed: "Erkeğin Hânın­dan sonra, kadının liânûa bulunmadan kaçınması durumunda onu Hâna icbar ederim. Üzerine (Hândan önce) recm ile hükmetmekten korkarım. Çünkü kadın dili ile ikrarda bulunsa da, sonra dönse onu recmetmem. Bu durumda Hân­dan kaçınıyor diye nasıl recmedebilirim? " demiştir. İmam'dan ikinci bir riva­yet: "Serbest bırakılır." şeklindedir. Ebu Bekir de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü üzerine had vacip değildir, beyyinenin tamam olmaması durumunda­ki gibi tahliye edilmesi gerekir.

Haddi vacip kılanların karşı cevap ve tenkitleri:

Bunlar şöyle diyorlar: Malum olduğu üzere Yüce Allah, kocanın Hânda bulunmasını şahitlerden bedel ve onların yerine kaim kılmıştır. Hatta daha önce de geçtiği gibi Hân yapan kocaları şahitler saymıştır. Onların Hânlarının şehadet olduğunu açıkça belirtmiştir. Daha açığı, "Allah adı ile yapacağı dört şehadet, kendisinden azabı kaldırır." ifadesidir. Bu ifade, dünyevî azabın sebe­binin vücuda gelmiş olduğuna ve bu azabı da kendisinden ancak Hânının kaldı­racağına delâlet eder. Liânı ile kadından kaldırılacak "azab", "Mü'minlerden bir grup onların azabına şahitlik etsin (hazır bulunsun)." âyetinde sözü edilen azaptır. Bu azap da kesinlikle haddir. Bu âyette kelimesi muzaf olarak, liân âyetinde de ahid (bilgi) için olan ile zikredilmiştir. Dolayı­sıyla, bu kelimesinin, Kur'an'da zikri geçmeyen, herhangi bir şekilde delâlet de bulunmayan hapis vb. bir cezaya yorulması caiz değildir. Sonra nasıl olur da kadın serbest bırakılır ve Hânsız kendisinden azab kaldı­rılır? Bu Kur'ân'ın zahirine açıkça muhalefetten başka bir şey değil midir?

Yüce Allah kocanın Hânını, kendisinden iftira cezasını, kadının Hânını da kendisinden zina cezasını düşürücü bir nitelikte kılmıştır. Koca Hânda bulun­madığı zaman nasıl kendisine iftira cezası tatbik ediliyorsa, kadın Hâna yanaş­madığında da kendisine zina cezası tatbik edilir.

"Kocanın liânı kadın üzerine haddi gerektiren bir beyyine olsaydı; kadın, yabancının şahitUğinde olduğu gibi Hân ile onu düşürme yetkisine sahip olamaz­dı." sözünüze gelince, onun cevabı şöyle olacaktır:

Liân hükmü, başlı başına müstakil bir hükümdür ve diğer davalar ve beyyinelerle ilgili ahkâma tâbi değildir. O kendi başına kaim bir asıldır, diğer hükümleri vaz'eden Allah onu da vaz'etmiş, helâl ve haramı açıklayan (Allah) onu da açıklamıştır. Kocanın Hânı şahitlerden bedel olunca, hiç kuşkusuz beyyi­ne mertebesinden aşağı inmiştir. Böylece yalnız başına beyyine hükmü ile müstakil olmamıştır ve kadına benzeri bir Hânla karşı koyma hakkı tanın­mıştır. Onun da liân etmesi durumunda biz kullar için iki taraftan birini tercih imkânı bulunmaz. Ama Allah onlardan birinin yalancı olduğunu bilir. Sade­ce kocanın Hânı ile kadına had tatbikinin bir gerekçesi yoktur. Kadına, ona karşı koyma ve kendisinin masum olduğunu ortaya koyacak Hân imkânı tanınır ve o da bunu yapmaz, kaçınırsa (nükûl), o zaman (iş değişir): Koca zina iddi­asıyla Hânda bulunmuş (zina haddini gereJuirici tasarruf); buna da bir karine eklenmiş ve onu teyid etmiştir ki, bu karine kadının nükûlü ve kendisini azaptan kurtaracak, üzerinden haddi kaldıracak şeyden yüz çevirmesidir.

"Koca, kendisinden başka üç kişi ile birlikte kadın aleyhine şahitlik etse, bu şahitlikle kadına had gerekmez. Bu durumda sadece kendi şahitliği ile nasıl gerekebilir?" sözünüzün cevabı şöyledir: Kadın sadece şahitlikle had cezası­na çarptırılmıyor. Bilâkis hem kocanın beş defa Iiânda bulunması, hem de kadının imkânı varken karşı Hânda bulunmadan kaçınması sebebiyle, hadde maruz kalıyor. Bu iki şeyin birleşmesinden, kocanın doğruluğuna gayet açık ve güçlü bir şekilde delâlet eden bir delil ortaya çıkmaktadır ki, bununla ulaşılan kanaat, şahitlerin şahitliğinden elde edilen kanaattan çok daha güçlüdür.

"O Hânın iki tarafından biridir. Kadının Hânının koca üzerine had gerektirmediği gibi, kocanın liâm da kadın üzerine had gerektirmez.*' sözünüzün cevabına gelince: Kadının liâni sadece haddi (düşürmek) için meşru kılınmış, haddi gerektirici olarak meşru kılınmamıştır. Nitekim Yüce Allah: "Kadının... şehadet etmesi kendisinden azabı kaldırır." buyurmuştur. Nas, kocanın Hânının haddi gerektirici, buna karşılık kadının liânımn ise haddi gerektirici değil, düşü­rücü olduğuna delâlet etmektedir. Bu itibarla, bunlardan birisini diğerine kıyas etmek, Yüce Allah'ın birbirinden ayırdığı şeyleri bir araya toplamak olur ki, o da bâtıldır.

Hz. Peygamber'in (s.a.); Beyyine davacı üzerine­dir." hadisine gelince, o başımızın gözümüzün üstüne! Hiç şüphe yoktur ki, kocanın zikredilen ve tekrarlanan liâm bir beyyinedir ve ona, bazılarınca ikrar, diğer bazılarınca da davacı beyyinesi makamında sayılan kadının nükûlü eklen­miştir. Böylece bu en güçlü beyyinelerden biri olmuştur. Buna şu husus da delâlet eder: Hz. Peygamber, ona: "Beyyine yoksa sırtına had" buyurmuş ve Allah bunu iptal etmemiştir. Bilâkis, onu kendisinden haddi düşürecek ayrı bir beyyine ikamesinden âciz kalması durumunda ikame edebileceği başka bir beyyineye çevirmiştir. Bu çevrilen beyyine rütbe olarak daha aşağıda olunca, bu kez onu güçlendirecek ayrı bir şeye itibar etmiştir ki, o da kadının karşı koymaya ve haddi def etmeye imkânı varken yüz çevirmesi, nükûlde bulun­masıdır.

"Kocanın Hânının gereği, kendisinden haddi düşürmektir; kadın üzeri­ne haddi vacip kılmak değildir." şeklindeki sözünüze gelince; eğer siz bununla, "Onun gereği kendisinden haddi düşürmektir." diyorsanız doğrudur. Yok eğer, "Ondan haddin düşmesi liânın bütün gereğini düşürür, başka bir gere-ği yoktur." demeyi kastediyorsanız, bu kesinlikle bâtıldır. Çünkü ayrılığın gerçekleşmesi veya aralarını ayırmanın vacipliği, ebedî veya geçici haramhk, kocanın tasrihi ile çocuğun açıktan veya Hân ile zımnen reddi ile iktifa, had ya da hapis yoluyla zevce üzerine azabın vacib olması, bütün bunlar Hânın gereklerindendir. Bu durumda, "Kocanın Hânı, sadece kendisinden iftira ceza­sının düşürülmesini gerektirir." demek doğru olmaz.

"Sahabe zina haddini üç şeyden biri ile gerekli görmüşlerdir: Ya beyyi­ne veya ikrar (itiraf) ya da gebelik. Liân bunlardan değildir." sözünüzün cevabı da şöyle: Sizinle tartışmada olanlar şöyle diyorlar: "Eğer Hân ile kadın üzeri­ne haddi gerekli kılmak bu sahabîlerin sözlerine muhalif oluyorsa, gebelikle haddi düşürmek onlara daha açık ve kuvvetli bir muhalefet olur." Onların gebelikle gerekli gördükleri haddi düşürmeyi ve onlara açıkça muhalefette bulunmayı tecviz eden ve fakat, sizin gibi düşünmeyenlere, bu üçün dışında bir sebeple haddi gerekli görme hususunda muhalefette bulunmayı haram kılan şey nedir, söyler misiniz? Oysa ki, onlar üç açıdan sizden daha çok mazu durlar:

Birincisi: Onlar bu sahabîlerin sözlü ifadelerine muhalefet etmemişler­dir. Onlarınki, sözlü beyanda bulunmadıkları mefhuma muhalefettir. Oyia ki siz, açıkça beyan ettikleri hususa muhalefet ettiniz.                             

İkincisi: Onların muhalefeti nihayet mefhumadır ve yine ashaptan bir grubun haddin gerekliliğini ifade ederek buna muhalefetleri sözkonusudur. Onlar ashabın üzerinde icma ettikleri bir hususa muhalefet etmemişlerdir. Siz ise onların sözlü beyanlarına (mantûk) muhalefet ettiniz ve burada onlara bir muhalifin bulunduğu da bilinmemektedir, ki bu gebelikle haddin gerekli ol­ması hususudur. Sahabeden hiçbir kimsenin bu yüzden haddin gerekeceği ko­nusunda Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye muhalefetleri bilinmemektedir.

Üçüncüsü: Onlar sözkonusu mefhuma, bu geçen delillerin sözlü beyan­larına (mantûk) ve "Şehadet etmesi ondan azabı kaldırır." ifadesinin de mef­humuna dayanarak muhalefet etmişlerdir. Şüphesiz ki bu âyetin mefhumu (yani şehadet etmezse azab düşmez şeklindeki mefhum-ı muhalifi), Hz. Ömer'­in ve Hz. Ali'nin sözlerinin mefhumundan daha güçlüdür. Onlar daha güçlü ve evlâ olan bir mefhumdan dolayı, başka bir mefhumu terketmişlerdir. Hem onlar sahabeye nasıl muhalefet etmiş olurlar? Çünkü onların sözleri, sahabe­nin sözlerine uygundur. Zira liân kadının nükûlü ile birleşince, daha önce de geçtiği üzere en güçlü beyyinelerden birisi olmaktadır.

"Kadının zinası tahakkuk etmemiştir..." sözünüze gelince, cevabı şöyle olacaktır: Eğer siz "tahakkuk" sözünden muharremât gibi yakîn ve kesin demeyi kastediyorsanız, haddin uygulanması için bu şart değildir. Eğer bu şart olsaydı dört kişinin şahitliği ile ceza tatbik edilemezdi. Zira onların şahit­likleri zinayı bu mânada muhakkak kılmaz. Eğer "tahakkuk etmemek"ten de, sübut tarafı ağır basmayacak şekilde eşit olarak şüphelidir demeyi kaste­diyorsanız, bu da kesin olarak bâtıldır. Aksi takdirde Hânı ile üzerinden düşü­rülen azab, kadın üzerine vacib olmazdı. Hiç şüphe yok ki, kocanın tekitli ve mükerreren yapılan Hânı ile imkânı varken kadının nükûlde bulunmasın­dan hasıl olan tahakkuk, dört şahitle elde edilecek tahakkuktan daha güçlü­dür. Çünkü olabiHr ki, şahitlerin kadına karşı bir garazları vardır ve bu yüzden ona iftirada bulunmak, şerefini çiğnemek, ko'cası ile aralarını bozmak iste­mişlerdir. Kocada ise böyle bir garazın bulunması sözkonusu değildir.

"Eğer tahakkuk edecek olsa ya kocanın Hânı ile, ya kadının nükûlü ile, ya da her ikisiyle tahakkuk edecektir..." sözünüze gelince; her ikisiyle birden tahakkuk etmektedir. İki şeyden her birinin haddi gerektiricilikte müstakil

olmayışı ve zayıf bulunuşundan, ikisinin birlikte haddi gerektiricilikle müstakil bir delil olamayacağı gerekmez. Zira bu, yalnız başına hükme mesned olama­yan, fakat bir başkasından aldığı kuvvetle birlikte mesned olabilen her tekin Özelliğidir.

"Şafiî'ye şaşmak lâzım! Bir dirhemlik bir davada nükûl ile hükmetmi­yor da, Sâri' Teâlâ'nın örtmeye son derece gayret ettiği,sübutu için en büyük beyyıneyi (dört şahit) istediği bir haddin uygulanmasında onunla hükümde bulunuyor." sözünüze gelince, burası ne Şafiî, ne de bir başka imamın müda­faasının yapıldığı yer değil. Bu kitabımız da bu amaç için yazılmamıştır. Kasdı-mız herhangi bir âlimi desteklemek de değildir. Bizim bu kitaptan maksadı­mız sadece Hz. Peygamber'in (s.a.) yaşantısında, kazalarında, koyduğu hükümlerinde gerçekleştirdiği rehberliğini, O'nun hatt-ı harekâtım ortaya koymaktır. Bunun ötesinde girdiğimiz izahlar vb. hep asıl maksadımıza tâbi­dir, maksadımız olduğu için verilmiş değildir. Farzet ki, nükûl ile hükmet­meyen kimse kendi içerisinde tenakuza düştü. Bunun Hz. Peygamber'in (s.a.) koyduğu şeriata ne zararı olur?[1022]

Kaldı ki İmam Şafiî bir tenakuz içerisinde değildir. Çünkü o, bir desteği bulunmayan sade nükûl ile Hânla beraber olan nükûlü ayırmıştır. Liân deyip de geçmeyiniz, tekitli ve mükerreren yapılmakta, koca hakkında hâl karinesi ile beraber beyyıne yerine geçmektedir. Koca, karısının zina etmesi, onun rezü-rüsvaylığı, yuvasının yıkılması, kendisinin ve sevgilisinin müslümanlarm gözü önünde büyük kalabalık içinde dikilerek, Allah'a dört defa yemin ettikten sonra, eğer yalancılardan ise kendi üzerine Allah'ın lanetini dilemesi gibi durumlar koca için hiç de hoş olmayan şeyler olmasına rağmen liânda bulun­muşsa, iddiasının doğruluğuna bu bir hâl karinesi olur. İmam Şafiî, işte böylesi bir Hânla birleşen nükûl ile hükümde bulunmuştur. Dolayısıyla onun mücer-red nükûlle hükümde bulunduğu da nereden çıkıyor?

"Şayet kadın zina itirafında bulunsa da, sonra rücû etse kendisinden had düşmektedir. Bu durumda sadece yeminden kaçınmış olmakla nasıl had gere­kir?" sözünüzün cevabı az önce geçti.

"Liân ile kaldırılan azab hapis ya da başka bir azaptır." sözünüzün ceva­bına gelelim:

Zikredilen azab, ya dünya azabıdır ya da ahiret azabı. Buradaki "azab'-'ın ahiret azabı olduğunu söylemek kesinlikle yanlıştır. Zira ahiret azabı vacib olduktan sonra, liânda bulunması onu düşüremez. Şu halde azabdan maksat sadece dünya azabıdır ki o da kesinlikle haddir. Çünkü o, hadde uğramış kimsenin "azabf'dır ve o ahiret azabı karşılığında bir fidyedir. Bu yüzden Cenâb-ı Allah haddi, ahiret azabından anndıncı ve kurtarıcı olmak üzere meşru kılmıştır. Hem aynı sûrenin başında "Mü'minlerden bir grup, onların azab-larına şahitlik etsin (orada hazır bulunsun)." buyurarak bunu açıklayan Yüce Allah, burada da aynısıyla tekrar etmiş ve: "Ondan azabı kaldırır." buyur­muştur. Buradaki azab, bizzat (yukardaki âyette sözkonusu olan) "şahid olunulan azab1'dır ve liânda bulunmak suretiyle onu def etmeye Yüce Allah imkân tanımıştır. Burada başka azab nerededir ki, âyet onunla tefsir edilme­ye çalışılıyor? Bu anlaşıldıysa biliniz ki, sahih olan görüş işte budur; başka türlü olabileceğine inanmıyor, bundan başka yapılacak bir izahı da kabul etmi-yoru-. Tevfil; Allah'tandır.

Soru: Koca zina isnadında bulunduktan sonra Hâna yanaşmasa, nükûl etse; hükmü ne olur?

Cevap: Selef ve halef ulemasının büyük çoğunluğuna göre iftira cezası­na çarptırılır. Bu İmam Şafiî, Mâlik, Ahmed ve tabiilerinin görüşleridir. Ebu Hanife buna muhalefetle: "Liânda bulununcaya ya da zevce ikrarda bulu­nuncaya kadar hapsolunur." demiştir. Bu görüş ayrılığı, "Kocanın zevcesi­ne zina isnadının gereği, acaba yabancı kadına iftirada olduğu gibi had midir ki liân yaparak düşürme hakkına sahip olsun? Yoksa bu isnadın gereği bizzat liân mıdır?" prensibindeki ihtilâftan kaynaklanmaktadır. Birinci şık cumhu­run, ikinci şık da Ebu Hanife'nin görüşleri olmaktadır.

Cumhur, Ebu Hanife'ye karşı: "İffetli kadınlara iftira edip de, sonra dört şahit getirmeyenler var ya, onlara seksen değnek vurun,"1-1 âyetinin genel oluşunun, dolayısıyla kocayı da kapsayacağını ifade ederek görüşlerini delillendirmeye çalışmışlardır. Aynca, Hz. Peygamber'in (s.a.), Hilâl b. Ümey-ye'ye: "Beyyine yoksa sırtına had."[1023]buyurması, yine: "Dünya azabı, ahiret azabından kolaydır."[1024] demesi de —ki bunu Hilâl b. Ümeyye Hâna başla­madan önce kendisine söylemişti— delilleri arasındadır. Eğer kocasının zina isnadında bulunması sebebiyle üzerine iftira cezası gerekmeyecek olsaydı, bu sözlerin bir mânası kalmazdı. Sonra koca; iffetli, hür ve aralarında kısas cari olan bir kadına iftira etmiştir, dolayısıyla yabancı gibi, iftirada bulunması sebebiyle hadde maruz kalır. Yine koca liânda bulunsa da, liân sonrasında kendisinin yalancı olduğunu söylese üzerine had gerekmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki, kocanın zina isnadı, üzerine haddin gerekmesinin sebebi olmakta ve onu Hânla düşürebilme yetkisine sahip olmaktadır. Zira haddin gereklili­ğinin sebebi olmasaydı, liân sonrasında kendisini yalanlaması durumunda had vacib olmazdı.

Ebu Hanife ise şöyle diyor: Kocanın zevcesine zina isnadı iki durumu gerektiren bir davadır: Ya liân, ya da zevcenin ikrarı. Eğer Hâna yanaşmaz­sa, Hânda bulununcaya kadar hapsedilir. Ancak kadın bu arada ikrarda bulu­nursa davanın gereği ortadan kalkar. Yabancının zina isnadı ise böyle değil­dir. Çünkü onun iftiraya maruz kalan kadın yanında (Hân gibi) bir hakkı yoktur. Dolayısıyla o tam bir müfteri olur.

Cumhur şöyle cevap veriyor: Hayır! Aksine onun zina isnadı namusu üzerine kendi tarafından İşlenmiş bir cinayettir. Bunun da gereği, yabancının iftira etmesi durumunda olduğu gibi haddir. Şu kadar var ki, bu cinayette kadın aleyhine kocanın hakkını itlaf etmesi ve ona hiyanette bulunması gibi bir şaibe bulunduğundan, liân yoluyla, üzerine gerekecek olan iftira cezasını düşürebilme hakkı bulunmaktadır. Lian yapmaya hakkı ve imkânı olmasına rağmen buna yanaşmazsa, o takdirde iftiranın gereği amelini icra eder ve muarı­zı olmadığı için haddin gerekliliğini sağlayan bir delil olur. Tevfik Allah'tandır. [1025]


[1015] Dârakutnî, 3/163. Senedinde metruk olan Osman b. Abdurrahman el-Vakkâsî vardır. Yine Dârakutnî ve İbn Mace başka bir tarikten de rivayet etmişlerdir. Onun senedinde gerçek­ten çok zayıf olan Osman b. Atâ el-Horasânî vardır. Evzaî ile İbn Cüreyc —ki ikisi de büyük imamdırlar—, Amr b. Şuayb—babası—dedesi tarikiyle bu sözü rivayet ermişler, fakat Hz. Peygamber'e ref etmemişlerdir. Bk. Musannef, 12508 ve Dârakutnî1 nin Sürei

[1016] Musannef, 12498.

[1017] Beyit Divan'ının 300. sayfasındaki kasidesindedir.

[1018] Hayır, aksine hafızası bozuk, tedlisçi birisidir. Ömrünün sonunda değişmiştir.

[1019] İbn Hibbân Sahih'inde (1/120) şöyle der: "Râvilerden, Mürcie, Rafızîlik vb. gibi çeşitli mezheplere mensup olanlara gelince, eğer bunlar ortaya koyduğumuz bu şartlara sahipse­ler onların rivayetlerini delil olarak kullanır; mezheplerini, inançlarını da Allah (c.c.) ile kendileri   arasına bırakırız. Ancak mezhebin dâiliğini yapıyorsa o hariç. Çünkü mezhe­bin dâiliğini yapmış, onun müdafii olmuş ve sonunda da imamlığa yükselmiş birisinin, sika bile olsa, rivayetlerini alırsak, tebaa İçin onun mezhebine doğru bir yol açmış olur, yani öğrencilere ona itimad edilebileceğini, sözüne güvenilebileceğini telkin etmiş oluruz. Dolayısıyla ihtiyat tedbiri olarak mezhebine dâilik yapan imamların rivayetlerini kabul etme­mek, ama bu mezhep tâbilerinden olan ve aradığımız şartlan haiz râvilerden rivayet etmek gerekir."

[1020] Tarikleri ve şahitleri ile hasen bir hadistir. Bk. tbn Receb el-Hanbelî, Câmiu'!-Ulûm ve'/-Hikem, s.294-295.

[1021] Buharı, 86/30; Müslim, 1691.

[1022] Bu bir beytin sonudur. Başı şöyle:

"Dedikoducular onu, benim kendisini sevdiğimi söyleyerek ayıpladılar. Bu nasıl ayıpla­ma, kendi ayıbı ortada"

Bu beyit Divanu'l'Hüzetiyytn'de Ebu Züeyb'e ait bir kasidedendir, (s.21) Abdullah b. Zübeyr, bir adamın kendisini annesi "Zâtu'n-Nitâkayn" Esma bt. Ebî Bekr'den dolayı ayıpladığında bu beyti darbı mesel şeklinde ona okumuştu. Bununla şunu kasdetmişti: Anne­sinin lâkabı ile ayıplaması kendisi için utanç duyacağı bir ar değildir, aksine bir övünç kaynağıdır. Çünkü o bizzat Hz. Peygamber tarafından, hicret sırasında duyulan bir ihti­yaç üzerine kuşağını iki parçaya ayırıp birisiyle torbayı, diğeriyle de kırbanın ağzım bağla­dığı için verilmiş bir şeref iâkabıdır.

[1023] Sahihtir, kaynaklan geçti. Bk. dipnot: 12.

[1024] Sahihtir, kaynakları geçti. Bk dipnot: 4.

[1025] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/448-462.