๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 23 Mayıs 2011, 10:15:13



Konu Başlığı: Kardan maksat hayızdır görüşünün delilleri
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 23 Mayıs 2011, 10:15:13
1. Kardan Maksat Hayızdir Görüşünün Delilleri:

 

"Kar'"m hayız anlamına geldiğini söyleyenler, bu görüşlerine çeşitli açılardan delil getirmişlerdir: Birinci Delil:

Yüce ALLAH'ın: "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç kar' {selâsete kürü') beklerler.m[251]' buyruğundan maksadı ya sadece "tuhr" yani temizlik süresidir, ya sadece "hayız" dır; ya da her ikisi de birdendir. Üçüncüsü icmâ ile mümkün değildir; müşterek lâfzı iki mânaya hamledenler dahi bu konuda hemfikirdirler. Şu halde, âyetin ilk iki ihtimale hamli gerekmektedir: Bu iki ihtimalden hayız üzerine hamlediîmesi çeşitli açılardan daha uygun olmaktadır:

1— Eğer kar'dan maksat tuhr olacak olsaydı, o takdirde iddet bekleyen kadın için iki kar' ve üçüncüsünden de bir an beklemesi yeterli olurdu. Âyette kullanılan "üç" sayısının bu mânada kullanılması ise uzak bir mecazdır. Çünkü sayılar belli bir aded konusunda "nas's"dırlar; ne aza ne de çoğa delâlet etmezler.

Burada siz: "İçerisinde boşanılan tuhrun geri kalan kısmı bize göre bir kar'dır." diyebilirsiniz. Bu itirazınıza üç açıdan cevap vermek mümkündür:

a)  Daha önce de geçtiği gibi, bu üzerinde ittifak edilemeyen bir konudur; bütün ümmet, kar'm bir kısmının tam bir kar' sayılacağına dair asla icmâ' etmiş değillerdir. Böyle bir iddia delile muhtaçtır.

b)  Bu bir mezhebçilik iddiasıdır ve âyetin bu iddia üzerine hamli, kur'un tuhur olduğunu kabullendirme  gayreti gerektirmektedir. Kur'an bu şekilde mezhebçilik iddialarıyla tefsir edilemez ve lügate bu gibi mânalar yüklenemez.   Lügatte, asla  tuhrdan bir anlık zaman için "tam bir kar'" ismi verilmez ve böyle bir mâna akla gelmez.  Bu mâna üzerinde ümmet.görüş birliği de etmemiştir. Dolayısıyla bu iddia ne naklen, ne de icmâ' yolu ile sabit değildir. Bu sadece mücerred (dayanağı olmayan) bir hamiden ibarettir. Hiç şüphesiz   "hami" başka, "vaz'" ise daha başka şeylerdir. Vaz', ancak lügat bakımından, şer'an ya da örfen    sübut bulduğu zaman bir mâna ifade der.

c)  "Kar"' kelimesi ya "tuhr"un   yani temizlik süresinin tamamının adıdır, nitekim (öbürlerine göre) hayz müddetinin de tamamının adı olmaktadır. Ya da bir kısmının adıdır; veyahut da her ikisi arasmda lâfzı ya da manevî iştirakle "müşterek" bir kelime olur. Üç İsısını da bâtıldır dolayısıyla birinci kısım taayyün eder. Şöyle ki: "Kar"1 kelimesinin temizlik süresinin bir kısmı için vaz'edilmiş olmasının batıllığı  ortadadır; çünkü böyle olması durumunda tek bir temizlik süresinin pek çok "kar"' olması gerekir ve bu durumda "kar"1 kelimesi. mecazî anlamda kullanılmış olur. Manevî iştirak ile müşterekliğin batıllığı da iki açıdan olmaktadır: Birincisi: Tek bir temizlik süresine hakikat anlamında pek çok "kar"1 tabir etmenin   doğru   olması   gerekir.   İkincisi:   Nazîrlnln  — ki   "hayız" olmaktadır— bir cüzüne ittifakla "kar"' ismi verilmemektedir. "Kar"' kelimesinin her ikisi için lügat bakımından vaz'edilmiş elması fark etmez ve bunda bir kapalılık yoktur.

Eğer: "Biz bu kısımlar içerisinden, tamamıyla cü2;ü arasında lâfzı iştirakle müşterek olması şeklini tercih ediyoruz. Müşterek, her iki mânası üzerine de hamledilebilir; çünkü bu daha ihtiyatlı olmaktadır. Berâet (sorumluluktan kurtulma) ancak bununla husule: gelir." denilecek olursa buna cevap iki açıdan verilecektir: Birincisi: Daha önce de geçtiği gibi, iştiraki sahih değildir. İkincisi: Şayet iştiraki sahih olsa bile, bu takdirde de bütün mânalarına hamlediîmesi caiz değildir. Müşterek lafızın, her iki mânası üzerine de hamlini caiz görmeyenlere göre bu zaten açıktır. Müşterek lâfzın her iki mânası üzerine de hamlini caiz görenler ise, bunu ancak her ikisinin de murad edildiğine dair delil bulunduğu zaman caiz görmektedirler Böyle bir delilin bulunmaması durumunda ise, içlerinden birisinin ya da her ikisinin murad edildiğine dair bir delil bulununcaya kadar tevakkuf ediyorlar. Müteahhir âlimler, İmam Şafiî ve Kadı Ebu Bekir'den şunu naklederler: "Lafız karinelerden soyutlandığı zaman, aynen âmin (genel) lafızlarda olduğu gibi, her iki mânaya da hamli vacib olur; çünkü bu daha ihtiyatlı olmaktadır. Zira iki mânasından biri diğerinden daha öncelikli değildir. Üçüncü bir mânaya ihtimali imkanı da yoktur; tümden terki (ta'tîli) mümkün değildir, beyanın ihtiyaç anından geriye kalması ise mümkün değildir. Amel vakti geldiğinde, iki mânasından birisinin bizzat maksut olduğu tebeyyün etmemişse, o vakitte lâfzın hakikatinin murad olmadığı anlaşılmış olur. Eğer murad edilmiş olsaydı, mutlaka beyan edilirdi. Dolayısıyla mecaz mâna taayyün etmiş olmaktadır ki, o da her iki mânanın birden murad edilmesidir. Her iki mânaya da hamlin hakikât olduğunu söyleyenler, muradın ikisinden biri olduğu tebeyyün etmeyince, her ikisinin de murad olduğu anlaşılmış olur, demektedirler."

Şeyhülislâm İbn Teymiye şöyle demiştir: İmam Şafiî ve Kadı'den nakledilen rivayet üzerinde düşünmek gerekir. Kadı'ya gelince, âmm lafızlar hakkmda tevakkuf etmek ve bir delil olmaksızın âmm lafızları "istiğrak" (bütün fertlerini kapsaması) mânası üzerine hamletmenin caiz olmadığı onun prensiplerinden (asıl) olmaktadır. Âmm lâfızlarda bile tevakkuf eden bir kimse, delil olmaksızın müşterek lâfızları istiğrak mânasına nasıl hamledebilir? Onun kitaplarında zikrettiği şey, sadece re'sen (yani kelimenin ilk konumunda) iştirakin muhalliği olmaktadır. İştirak iddiasında bulunulan lâfızlar ona göre mut£vâtıı[252] isimler kabilindendir. İmam Şafiî'ye gelince, onun ilimde sahip olduğu yüce makam, böyle bir şey söylemiş olmasına mânidir. Bu görüş onun şu sözünden çıkarılmıştır: "Bir kimse "mevâlî"sine vasiyette bulunsa, bu lâfız hem yukarıdan hem de aşağıdan olan "mevlâ"yı içine alır." İmam belki de bu sözü, "mevlâ" kelimesinin mütevâtı' isimlerden olduğu ve onlar (yani aşağıdan ve yukarıdan olan mevlâ) arasında bir müşterek nokta bulunduğu inancıyla söylemiş olabilir. Çünkü o (mevlâ lâfzı), izafî isimlerdendir.   Aynen   "Ben   kimin   mevlâsı   isem,   Ali   de   onun mevlâsıdır."[253] hadisinde olduğu gibi. Bu sözden, aralarında bir müşterek nokta bulunmayan isimler hakkında, "mutlak zikredilmesi halinde lâfzın, bütün mânalarına hamledilme sinin gerekliliği" şeklinde genel bir kaide çıkarılması ve bunun da îmam'a nisbet edilmesi gerekmez. Sonra bu sözün yanlışlığına çeşitli hususlar delâlet etmektedir:

a)   Lâfzın her iki mânasında birden kullanılması ancak mecaz olmaktadır. Çünkü, lâfzın tek başına   ayrı ayrı   her bir mânası için konulmuş olması hakikat olmaktadır. Mutlak lâfzın mecaz üzerine hamli caiz değildir, aksine hakikat mânası üzerine hamledilmesi vacibtir.

b) Şayet, her ikisi için münferid olarak ve her biri için de toplu olarak konulmuş olduğu farzedilse, bu takdirde müşterek lâfzın üç mânası (mefhûmu)  olmuş olur.  Bu üç mânasından bir gerekçe olmaksızın herhangi birisi üzerine hamide bulunmak mümkün değildir.

c)  O takdirde, bütün mânalarına hamli imkansız olur. Çünkü onun sadece bir manasıyla her iki mânası üzerine beraberce hamli, iki zıttın bir arada toplanmasını iktiza eder. Dolayısıyla müşterek lâfzın bütün mânalarına hamledilmesi mümkün değildir. Her iki mânasına beraberce hamledilmesi, mefhumlarından bir kısmı üzerine hamletmek olur; bütün mefhumları üzerine hamli, bir anda bütünü üzerine hamlini ortadan kaldırır.

d)  Burada bazı durumlar vardır: 1) Sadece bu hakikat. 2) Yalnızca diğeri hakikat. 3)  Her ikisi birden. 4)  Sadece birinin mecazı. 5) Sadece diğerinin mecazı. 6) Her iki mecaz birden. 7) Bunun mecazı ile birlikte yalnız hakikati. 8) Diğerinin mecazı ile birlikte hakikati. 9) Her ikisinin mecazı ile birlikte tek bir hakikat. 10) Mecazı ile birlikte diğer hakikat. 11) Diğerinin mecazı ile beraber. 12) Her ikisinin mecazı ile birlikte. İşte bu on iki hamil ihtimali bulunmaktadır; bunların bir kısmı hakikat şeklinde diğer bir kısmı da mecaz şeklindedir.  Bütün bu hamil ihtimalleri içerisinde, diğer mecaz ve hakikat mânalan bir tarafa itilerek bir mecazî mânanın belirlenmesi, gerekçesiz bir tercih olur ki, bu da mümkün değildir.

e)  Eğer müşterek lâfız her iki mânasına da birden hamledilecek olsa, o takdirde âmm lâfızlardan olur. Çünkü, âmm ismin hükmü, tahsis durumunun bulunmadığı zamanda, bütün fertlerine hamlinin vacib olmasıdır. Eğer böyle olacak olursa, bu durumda iki mânasından birisinin istisnası caiz olacaktı ve mutlak zikredilmesi durumunda hatıra ilk olarak umûm mânası gelecekti ve onu iki mânasında:! birisi hakkında kullanan kimse, âırnn lâfzı bazı fertleri hakkında kullanan kimse gibi olacaktı. Dolayısıyla konuşmasında mecaz yapmış olacak ve hakikat mânasında kullanmamış olacaktı, onu iki mânasından biri hakkında kullanan kimse bir delile muhtaç olmayacaktı; aksine sadece diğer mânayı nefyeden kimse delile ihtiyaç duyacaktı ve âmm. lâfızların umûm ifade edeceğini ve ondan mücmelliği nefyetmeyenlere göre tahsisin bulunduğunu araştırmadan önce, ondan şümul mânasını anlamak gerekecekti. Çünkü bu durumda müşterek lâfız, diğer âmm lâfızlar mevkiinde olacaktı. Bu ise kesinlikle bâtıldır. Yine bu durumda, müşterek isimlerin hükümleri, âmm lâfızların hükümlerinden ayrı olmayacaktı ki, bu durum lügatte zarurî olarak bilinen bir husus -olmaktadır. Yine bu takdirde, bu âyet hakkında, zahiri ve mutlakmm hilâfma hamide bulunma hususunda icmâ' edilmiş olacaktı. Zira onlardan hiçbirisi çıkıp da, "kar"' kelimesinin hem tuhr hem de hayıza aynı anda hamledildiğini söylememiştir. Böylece onların "lâfzın her ikisine de birden hamledilmesi ihtiyata daha uygundur." şeklindeki sözlerinin sakatlığı da ortaya çıkmış oldu. Çünkü âyetin üç hayız ve tuhra hamli takdir edilmiş olsaydı, bunda ihtiyattan çıkma mânası olurdu.

Eğer biz onlardan her birisinden ayrı ayrı üçe hamlederiz; denilirse, bu kez de Kur'an'ın zahirine muhalefet edilmiş olur. Zira bu takdirde kar' sayısı altı olurdu.

"Ya bizzat ikisinden birisine ya da ikisi üzerine hamledilmesi..." şeklindeki sözlerine gelince, buna karşı diyoruzTü: Böyle bir şeyin, mücmel isimlerde olduğu gibi ondan muradın ne olduğuna delâletten soyutlanmış olması caiz değildir. Bu delâlet yönünün bazı müctehidlerden gizli kalması, bütün ümmetten de gizli kalmasını gerektirmez. Üçüncü vecihe verilecek cevap bu olmaktadır. Sözün, mutlakı eğer murad olan mânaya delâlet etmiyorsa, bu takdirde mutlaka muradın beyan edilmesi gerekir. Âyetteki "kar"' dan maksadın her ikisi birden değil, sadece birisi olduğu taayyün edince, onunla hayzm murad edilmiş olması btr çok açıdan daha uygun olmaktadır: Birisini arzetmiş bulunuyoruz.

2— "Kar1" kelimesinin hayız anlamında kullanılması, tuhr anlamında kullanılmasından daha açık gözükmektedir. Çünkü tefsir ve lügat âlimleri, bu kelimeyi hayız ile tefsir ediyorlar, ondan sonra da "denildi ki", "denilir ki", "falan der ki" şeklindeki ifadelerle, "Tuhr mânasına da kullanılır." ya da "O aynı zamanda tuhur anlamındadır." şeklindeki sözlerim ilâve ediyorlar. Dolayısıyla onlar, bu kelimenin "hayız" ile tefsirinin herkesçe malum, müsellem ve yaygın olduğunu; "tuhr" ile tefsirinin ise şâz tefsir olduğunu, sadece ileri sürülmüş bir görüş olduğunu belirtmiş olmaktadırlar. îşte onların ifadelerini burada naklediyoruz:

Cevheri şöyle der: Fetha ile "el-kar"1 kelimesi hayız demektir. Çoğulu "akrâ"' ve "kuru"' gelir. Hadiste: Hayız günlerinde namaz yoktur." buyrulmuştur. "el-Kar"' aynı zamanda "tuhr" mânasına gelir. Kelime ezdâddandır. (İki zıt anlam içeren kelimelerdendir.)

Ebu Ubeyd: "el-Akrâ' hayızdır." demiş, sonra şöyle devam etmiştir, "el-f Akrâ' tuhrlar demektir."   el-Kisâî ve el- Ferrâ, kadın hayız gördüğü zaman denilir; demişlerdir.

îbn Fâris ise şöyle der: "el-Kurû"' vakitlerdir. Bazan tuhr için, bazan ; da hayız için olur.  Müfredi "kar'"dır.  "el-Kar"' denilir ve bu "tuhr" demektir. Bazı insanlar, el-kar'ın hayız olduğu görüşüne gitmişlerdir. Sonra İbn Fâris, bu kelimeyi, tuhr ve hayız vakitleri arasında müşterek kılanların sözlerini,  onu tuhr    vakitleri anlamında kullananların sözlerini, hayız vakitlerine tahsis edenlerin sözlerim,  sanki bunlar \ içerisinden birisini tercih etmezmiş ve her ikisinin valtitleri için kabul edermiş gibi nakleder ve "Bir kadın hayızdan tuhra, tuhrdan hayıza

çıktığında denilir."der.

Buradan şu da anlaşılıyor ki, "kar"' kelimesinin hakikatinde mutlaka hayz kelimesinin müsemmâsı bulunmaktadır. Bunu, "Tuhr vakitleri kar' olarak isimlendirilir." diyenlerin, bununla sadece iki tarafında kan (hayız) bulunan tuhr [temizlik) vakitlerini kasdetmiş olmaları da teyid etmektedir. Yoksa, henüz ay hali görmeyen ve ay halinden kesilen [âyise) kadınların temizlik sürelerine "kar"' tabiri kullanılmaz ve bu kadınlar, bütün lügatçilerin ittifakıyla "zevât-ı kuru'" tabiri kapsamına girmezler.

b — "Kar"' kelimesi, Şeriat lisanında sadece hayız anlamında kullanılmıştır. Bu kelime hiçbir yerde, "tuhr" anlamında kullanılmamıştır. Dolayısıyla, âyette geçen "kar"' kelimesinin şeriat lisanında önceden kullanılan ve bilinen mânasına hamledilmesi daha uygun, hatta gereklidir, başka türlüsü olamaz.  Hz. Peygamber (s.a.) müstahâza (özür sahibi) bir kadın için: yani "Hayız günlerinde namazını terket! "[254] buyurmuşlardır. Hz.'Peygamber (s.a.) ALLAH'tan bildiren kimsedir. Kur'an onun kavminin diliyle inmiştir. Müşterek bir kelime, onun kelâmında iki mânasından biri üzerine varid olduğunda, eğer bütün sözleri arasında diğer mânasında da asla kullanıldığı sabit olmamışsa, diğer yerlerde de geçen aynı lâfzın kullanılan mâna üzerine hamledilmesi vacib ve bu ALLAH'ın bize hitapta bulunduğu Kur'an'ın dili olmuş olur. Bu lâfzın başkalarının sözlerinde başka mânaları olsa bile bu onun Kur'an dili olmasını engellemez ve bu mâna müşterek lâfzın iki mânasından birisiyle tahsisi konusunda şer'î hakikat olmuş olur. Nitekim "mutevâtı"' isimler de fertlerinden birisiyle tahsis edilmektedir ve hatta bu daha da evleviyet arzeder. Çünkü çoğu kez lâfızlardaki iştirakin sebebi, kabilelerden birisinin bir şeyi bir isimle isimlendiimeleri, başka bir kabilenin de aynı lâfzı başka bir şeye isim koymalarıdır. Hatta Müberred ve daha başkaları: "Dilde müştereklik ancak bu yolla sözkonusu olur; başka türlü olmaz. Sözcüğü vaz' eden kimse, onu asla birden fazla mâna için koymaz. Başlangıçta müşterek lâfız sözkonusu olmaz." demişlerdir. Şeriat lisanında "kar"' kelimesinin "hayız" mânasında kullanıldığı sabit olunca, buradan şeriat dilinde bu kelimenin mânasının böyle olduğu anlaşılmış olur. Dolayısıyla da, başka yerde geçen bu lâfzın aynı mânaya hamledilmesi vacib olur. Bunu âyetin: "Onlara, ALLAH'ın rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri helâl olmaz."'[255]' şeklindeki siyakı (sonrası) da açıklamaktadır. Bu rahimlerde yaratılan şey, müfessirlerin tamamına göre hayız ve çocuktur. Rahimde yaratılan şey, ancak hariçte vücûdu olan hayızdır. Bu yüzdendir ki, selef ve halef uleması: "O çocuk ve hayızdır." demişlerdir. Bir kısmı ise: "O çocuktur." demiştir. Diğer bir kısmı da:"O hayızdır." demişlerdir. Ancak hiçbir kimse ondan maksat tuhrdur; dememiştir.Bu yüzdendir ki, İbnü'l-Cevzî vb. gibi tefsir ehlinin sözlerini toplamaya büyük bir çaba gösteren kimseler böyle bir tefsir nakletmemişlerdir. Yüce ALLAH: "Kadınlarınız içinde ay hali görmekten kesilenler ile henüz ay hali görmemiş olanların iddetleri hususunda şüpheye düşerseniz, bilin ki, onların iddet beklemesi üç aydır."[256] buyurmuş ve her bir ayı bir hayıza karşı tutmuştur. Hükmü de hayızdan temizlik (tuhr) halinin bulunmamasına değil, hayzın bulunmamasına bağlamıştır. Aynı şekilde Hz. Âişe hadisinde Hz. Peygamber (s.a.): "Cariyenin talâkı iki boşamadır, iddeti de iki hayızdır."[257]' buyurmuştur. Hadisi Ebu Davud, İbn Mâce ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. Tirmizî: "Garîbdir ve onu sadece Müzahir b. Eslem'in hadisleri meyanmdan öğreniyoruz. Müzahir ilim aleminde bu hadisten başka bir yolla bilinmez." demiştir. Dârakutnî'nin lâfzı da: "Kölenin talâkı ikidir." şeklindedir. İbn Mâce, Atiyyetü'1-Avfî hadisinde, İbn Ömer'den (r.a.) naklen Hz. Peygamber'in (s.a.): " Cariyenin talâkı ikidir, iddeti de iki hayızdır." buyurduğunu nakleder.[258]' Yine İbn Mâce Sunen'inde. Ali b. Muhammed — Vekî' — Süfyân — Mansûr — İbrâhîm — Esved senediyle Hz. Âişe'nin: "Berîre, üç hayız süresince iddet beklemekle emrolundu." dediği rivayet edilir.[259]'

Müsned'de, İbn Abbâs'tan (ra.) rivayet edilir: "Hz. Peygamber (s.a.) Berîre'yi muhayyer bıraktı; o da kendi nefsini tercihte bulundu. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine hür kadının iddeti gibi iddet beklemesini emretti."'[260]' Hz. Âişe hadisinde hür kadının iddeti üç hayız şeklinde tefsir edilmiştir. Burada itiraz serdedilerek Hz. Âişe'nin bu konudaki görüşü "kar"' dan maksadın tuhr olduğu şeklinde idi; denilecek olursa buna şöyle cevap verilebilir: Bu râvisi tarafından muhalefet edilen ilk hadis değildir. Dolayısıyla onun rivayeti alınır, görüşüne bakılmaz. Yine Rubeyyi' bt. Muavviz hadisinde, Hz. Peygamber'in (s.a.) Sabit b. Kays b. Şemmâs'n hanımına, kocasından hulû yolu ile ayrıldığında tek bir hayız iddet beklemesini ve akabinde ailesine katılmasını emrettiği ifade edilmiştir. Hadisi Nesâî rivayet etmiştir.[261]'

Ebu Davud'un Sunen'inde İbn Abbâs'tan rivayet edilmiştir: Sabit b. Kays'm hanımı kendisinden hulû yolu ile ayrılmıştır. Hz. Peygamber kadına bir hayız iddet beklemesini emretmiştir.'[262]'

Tirmizî'de rivayet edilir: Rubeyyi' bt. Muavviz, Hz. Peygamber (s.a.) devrinde kocasından hulû yolu ile ayrılmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine bir hayız iddet beklemesini emretti ya da ona öyle emredildi."[263] Tirmizî şöyle der: Sahih Rubeyyi' hadisi, onun bir hayız süre ile iddet beklemesi emredildiğini ortaya koymaktadır. Yine istibrâ cariyenin iddeti olmaktadır. Ebu Saîd'den sabit olduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.) Evtâs esirleri hakkında: "Hâmile kadınlar doğurmadıkça; yine hamile olmayan kadınlar da bir hayız görmedikçe kendileryle cima edilemez." buyurmuştur. Hadisi Ahmed ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir.[264]

Burada şöyle bir itiraz serde dilebilir: Cariyenin istibrâsının bir hayız görünceye kadar beklemek olduğu konusunu kabul etmiyoruz, aksine cariyenin istibrâsının hayızdan önceki tuhr (temizlik süresi) ile olduğu kanaatindeyiz. Nitekim İbn Abdilberr böyle demiş ve ilâve ederek: "Cariyenin istibrâsı icmâ' ile bir hayızdır." şeklindeki sözleri sandıkları gibi değildir; aksine bize göre cariye için, hayzma girmesi ve gördüğü kanın hayız kanı olduğuna kesin inanması durumunda nikâhlanması caizdir. îsmail b. İshâk, kendisiyle münazara etmek için huzuruna alınan Yahya b. Eksem'e bu şekilde söylemiştir, demiştir.

Buna şöyle cevap veriyoruz: Bu itirazı Hz. Peygarnber'in (s.a.): "Hâmile kadınlar doğurmadıkça; yine hamile olmayan kadınlar da bir hayız görmedikçe kendileriyle cima edilemez." sözleri reddetmektedir.

Şunu da belirtmek gerekir ki, iddetten beklenen asıl maksat, her ne kadar başka faydaları var ise de, rahmin temiz olduğunun ortaya çıkmasını istemektir (istibrâ). Nikâhlı olan hür kadının şeref ve ehemmiyetine binaen, onun rahminin temiz olduğuna dair bilgiye alâmet olmak üzere üç kar' beklemesi hüküm olarak konulmuştur. Eğer "kar"', tuhr yani temizlik süresi olsaydı, bu durumda, birinci kar' yanî temizlik süresinde bir delâlet bulunmazdı. Çünkü, eğer temizlik süresi içerisinde cimada bulunmuş ve sonra boşamışsa ve kadın daha sonra hayız görmüşse, bu durumda, "kar"' dan maksadın tuhr (temizlik süresi) olduğu görüşünde olanlara göre, sözkonusu temizlik süresinin de sayılması gerekir. Bu temizlik süresinin rahmin temizliğine delâlet etmeyeceği ise malumdur. Rahmin temizliğine delâlet edecek tek şey, talâktan sonra meydana gelen hayızdır. Eğer temizlik süresi içerisinde boşamış ve o süre içerisinde de temasta bulunmamış ise, bu durumda rahmin temizliği talâktan önce vuku bulan hayızla bilinmiş olur. İddet ise, talâktan önce olamaz. Çünkü iddet talâkın hükmü olmaktadır; hüküm ise asla sebebinden önce bulunamaz. Talâktan sonra mevcut olan temizlik süresinin, rahmin temizliğine asla delâleti bulunmadığına göre, onun rahmin temizliğine delâlet etmesi için konulmuş olan iddetin içerisine sokulması caiz olmaz. Bu tıpkı, şehâdeti makbul olmayan kimsenin şehâdeti gibidir; şehâdeti makbul olmayan bir kimsenin şehâdetine dayanılarak hükümde bulunulamaz. Nikâhlı kadınlar hakkında iddetin, cariyeler hakkındaki istibrâ gibi olması da bunun böyle olduğunu açıklamaktadır.

Sarih sünnetle, istibrânın, tuhr yani temizlik süresiyle değil, hayızla olduğu sabit olmuştur. Dolayısıyla iddet de aynı şekildedir. Çünkü aralannda bir fark yoktur. Sadece iddetin teaddüdü sözkonusudur ve istibrâda tek bir hayız görmekle yetinilmektedir. Bu ise, bu ikisinin "kar"' m mahiyetinde farklı olmalarını değil, sadece muteber olan miktarında ayrı olmalarını gerektirir. Bu yüzdendir ki, İmam Şafiî, kendisinden nakledilen iki kavilden daha sahih olanında: "Cariyenin istibrâsı, hayız ile olur." demiş ve onun tabileri iki konuyu birbirinden ayırarak: "İddet, kocanın hakkının yerine getirilmesi için vacib olmuştur; dolayısıyla da kendi hakkının bulunduğu zamanlara tahsis edilmiştir ki, bu zamanlar da tuhr yani temizlik zamanlandır. Yine iddet, tekerrür eder ve ortasmda hayzın da bulunmasıyla rahmin temizliği bilinmiş olur. İstibrâ ise böyle değildir. Çünkü o tekerrür etmez. Ondan maksat mücerred temizliktir Dolayısıyla istibrâda tek bir hayız ile yetinilinir." İmam Şafiî, diğer kavlinde, iddet konusundaki , asıl prensibinin bir gereği olmak üzere "Cariye bir temizlik süresi (tuhr) ile istibrâda bulunur." demiştir.

Bu görüşe göre, acaba temizlik süresinin geri kalan kısmı hesaba katılır mı? Bu konuda İmam Şafiî'nin tâbilerinin iki vechi bulunmaktadır: Eğer, temizlik süresinin geri kalan kısmı, hesaba katılacak olursa, bu takdirde mutlaka bunun üzerine tam bir hayız müddetinin eklenmesi gerekir. İkinci temizlik süresine girer girmez artık helâl olur. Eğer temizlik süresinin geri kalan kısmı hesaba katılmayacak olursa, bu takdirde de, mutlaka tam bir temizlik süresinin üzerine eklenmesi gerekecektir. İmam Şafiî'ye göre, (yalnız başına) temizlik süresinin geri kalan kısmı, ihtilafsız bir "kar"' sayılmamaktadır.

Çoğunluk ulema (cumhur) ise, istibrâ iddetinin temizlik süresi (tuhr) değil, hayız olduğu görüşündedirler. Câriye hakkında sözkonusu olan bu istibrâ, hür kadın hakkında sözkonusu olan iddet gibidir. Hür kadının hayızla iddet beklemesi, cariyenin hayızla istibrâda bulunmasmdan iki açıdan dolayı daha evladır:

Birincisi: Hür kadının iddeti hakkında "kar"'m üç defa tekrarlanmasının yani üç kez istibrâda bulunmasının şart koşulması suretiyle ihtiyatlı davranıldığı sabit bulunmaktadır. Buna göre, hür kadının iddetinin, temizlik süresine nisbetle daha ihtiyatlı olan hayızla olmasının daha uygun olacağı anlaşılır. Çünkü, (hayız içerisinde boşanması durumunda) hayızdan geri kalan kısım bir "kar"' sayılmaz İken, temizlik süresinden geri kalan kısım "kar"' sayılabilir.

İkincisi: Cariyenin istibrâsı, hür kadının iddeti hükmünün bir alt hükmüdür. Kur'an ile sabit olan odur; istibrâ ise sadece sünnetle sabit olmuştur. Sâri*, istibrâ konusunda, onun hayızla olmasına hükmederek ihtiyatlı davrandığına göre, hür kadının istibrâsının öncelikli olarak hayızla olması gerekir. Hür kadmm iddeti, onun istibrâsıdır; cariyenin istibrâsı ise onun iddeti olmaktadır.

Yine, deliller, alâmetler, sınır ve gayeler, ancak diğerlerinden temayüz eden açık şeylerle husule gelir. Kadının temizliği, aslî konumudur. [265]

yüzdendir ki, temizlik süresi devam ettiği sürece, Şeriatta ona has olmak üzere diğerlerinden ayrı bir hüküm getirilmesine gidilmemiştir. Kadın için temayüz eden ve farklı bir özellik arzeden durum hayız halidir. Çünkü kadın hayız görmeye başladığı zaman, normal hükmü değişir ve bâliğa olur, kendisine namaz, oruç, tavaf gibi ibadetlerin, mescidde kalmanın haramlığı vb. hükümler terettüp eder.

Daha sonra kan kesilip de yıkandığı zaman, hükümlerdeki değişiklik temizlik süresinin yenilenmesi sebebiyle değil, değişikliği gerektiren hayzın ortadan kalkmasıyla olur.[266]' Böylece hükümler, temizlik sonrasında, hayız öncesinde bulundukları eski halleri üzerine tekrar dönmüş olurlar ve temizlik süresi hükümlerde bir yenilik getirmiş olmaz, "kar"' kadının hükümlerini değiştiren bir durumdur. Bu değişiklik ise, temizlik (tuhr) ile değil ; sadece hayız ile olur. Bu izah, hayız görmeden önce boşanıp sonra hayız gören bir kadının, bu hayızdan önceki temizlik süresini bir "kar"' olarak hesap edenlerin görüşlerinin fasid olduğuna delâlet eder. Çünkü bu temizlik süresini "kar"' sayan kimse, şeriatte herhangi bir hükmü bulunmayan bir şeyi bir "kar"' kılmaktadır ki, bu da fâsiddir. [267]


[251] Bakara, 2/ 228 .

[252] " Muteuâtı'" mânâsının husulü ve doğruluğu hârici ya da zihnî sütün fertlerine eşit olarak taalluk eden küllidir. Mesela insan ve güneş kelimeleri gibi. İnsan kelimesinin hâriçteki, güneş kelimesinin de zihindeki bütün

fertlerine ıtlakı eşit derecede sahih olmaktadır.

[253] Sahih bir hadistir. Bk. Ahmed, 1/84, 118, 119, 152, 331, 4/368, "372, 5/347 ; 4/419 ; îbn Mâce, 1!6, 121; Tirmizi, 3714 .

[254] Ebu Davud, 297 ; Tİrmizî, 126 ; tbn Mâce, 625 . Hadis sahihtir.

[255] Bakara, 2/228 .

[256] Talâk, 65/4.

[257] Ebu Davud, 2189; îbnMâce, 2080; Tirmizî, 1182.

[258] İbn Mâce, 2079. Senedi zayıftır. Ancak İbn Ömer'in kavli oimak üzere   sahihtir. Bk. Muvatta, 2/574 .

[259] İbn Mâce, 2088 . İsnadı sahihtir.

[260] Ahmed, 2542, 3405 .

[261] 6/186.

[262] Ebu Davud, 2229 ; Tirmizî, 1185 . Ravilcri sikadır.

[263] Tirmizî, 1185. İsnadı sahihtir.

[264] Hadis sahihtir. Bk. Ahmed, 3/62,87; Ebu Davud, 2157 ; Hâkim,2/195. şahidleri için Bk. Ahmed,4/108 ,128; Ebu Davud, 2158 ; Tirmizİ,! 131; 1564.

[265] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 6/192-201.

[266] "Mâni' ortadan kalktığında, memnu geri döner."

[267] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 6/202.

[268] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 6/202.