Konu Başlığı: Kaçınılması gereken sözler Gönderen: Safiye Gül üzerinde 22 Temmuz 2011, 10:37:19 3- Kaçınılması Gereken Sözler:
Hz. Peygamber (s.a.), kişinin "Habuset nefsî= İğrendim" demesini yasaklamış ve "Lekıset nefsî = Midem bulandı" demesini tavsiye etmiştir/[805] Her ikisinin anlamı da birdir. Yani, midem karıştı ve tabiatı bozuldu, demektir. Rasûlullah (s.a.) "iğrenç, pis" sözü çirkinlik ve kötülük taşıdığı için sahabenin bu kelimeyi söylemesinden hoşlanmadı ve güzel olanı kullanmayı, çirkin olandan uzaklaşmayı, hoş olmayan sözün ondan daha iyi-siyle değiştirilmesini tavsiye etti. Birşeyi kaçırdıktan sonra, "Keşke şöyle şöyle yapsaydım" diyen kişinin böyle söylemesini yasaklamış; "Keşke sözü, şeytanın ameline yol açar" buyurmuş ve bu sözü söyleyene ondan daha faydalısını götermiştir. Bu da şöyle demesidir: "Allah takdir etti, O dilediğini yapar."[806] Çünkü kişinin "Şöyle şöyle yapmış olsaydım fırsatı kaçırmazdım" veya "bu duruma düşmezdim" sözü, elbette söyleyene yarar sağlamayacak bir sözdür. Zira kaçırdığını geri getiremez ve "keşke" demekle, tökezlemesini karşılayamaz. "Keşke" sözünde iş, kendisinin takdir ettiği gibi olsaydı, Allah'ın hükmettiği, takdir buyurduğu ve dilediği gibi olmazdı, iddiası vardır. Zira vuku bulup (gerçekleşip) da aksini temenni ettiği şey, ancak Allah'ın hükmü, takdiri ve dilemesi ile vuku bulmuştur. "Keşke şöyle yapsaydım, gerçekleşenlerin aksi olurdu" dediği ise muhaldir. Çünkü takdir edilmiş, hükmü verilmiş şeylerin aksinin olması muhaldir. O halde bu kişinin sözü; yalan, cehalet ve imkânsızlık ihtiva eder. Kaderi yalanlamaktan kurtulsa, "Keski şöyle yapsaydım, Allah'ın benim için takdir ettiğini savuştururdum" sözüyle kadere karşı çıkmaktan kurtulamaz. Denilirse ki: Bu sözde kaderi reddetmek veya inkâr etme yoktur. Çün- i kü temenni ettiği sebepler de aynı şekilde kaderdendir. Yani o kişi: "Bu j kaderden haberim olsaydı bu takdirde bu kaderden ötürü o kader benden j savuşturulmamış olurdu." demiş oluyor. Zira, kaderlerin bazısı bazısıyla \ savuşturulur. Nitekim, hastalığın kaderi ilaçla, günahların kaderi tevbeyle, (saldıran) düşmanın kaderi cihadla savuşturulmaktadır. Her ikisi de kaderdendir. Buna şöyle cevap verilir: Bu doğrudur. Fakat bu, hoşlanılmayan kaderin gerçekleşmesinden önce fayda verir. Gerçekleştiğinde ise savuşturmanın yolu yoktur. Bunu bir başka kaderle savuşturmaya ya da hafifletmeye yol olsa, o yol "keşke şöyle yapsaydım" demesinden daha iyidir. Bu durumda görevi, fiilini vuku bulanın etkisini savuşturacağı veya hafifleteceği bir yolla karşılaması, vuku bulması ümit edilmeyen şeyi temenni etmemesidir. Çünkü bu temenni tam bir acizliktir. Allah Teâlâ acizliği kınar ve keys'i sever ve emreder. Keys, Allah Teâlâ'mn dünya ve ahirette kula yararlı müsebbebleri (sebebin neticesi olan şeyleri) bağladığı sebeplere sarılmaktır. İşte bu, hayırlı amellere yol açar. Acizlik ise şeytanın amellerine yol açar. Kul, kendisine faydalı şeylerden âciz olduğunda ve "şöyle şöyle olsaydı" ve "keşke şöyle yapsaydım" sözüyle asılsız emellere, hülyalara daldığında kendisini şeytanın ameline götüren bir yol açılır. Bunun kapısı da acizlik ve tembelliktir. Bundan ötürü Hz. Peygamber (s.a.) her ikisinden de Allah'a sığınmıştır. İşte bu ikisi bütün serlerin anahtarıdır. Endişe, hüzün, korkaklık, cimrilik, borca aldırış etmemek ve adamların (kendisine) baskın gelmesi, onları gözünde büyütmesi gibi kötü huyların tamamının kaynağı acizlik ve tembelliktir. Adresleri de "keşke"dir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.): "Keşke sözü şeytanın ameline yol açar." buyurmuştur. Temenni eden, insanların en âcizlerinden ve iflas etmişlerdendir. Çünkü temenni müflislerin sermayesi, acizlik de her kötülüğün anahtarıdır. Bütün isyanların, günahların temeli acizliktir. Çünkü kul, hayırlı amellere ve ibadetlere götüren sebeblerden ve kendisini günahlardan uzaklaştıran, günahlarla kendisi arasına giren sebeplerden âciz olur; bu yüzden günaha düşer. Bu hadis-i şerif Hz. Peyamber'in (s.a.) istiâzesinde (Allah'a sığınmasında) şerrin köklerini ve dallarını, başlangıç ve neticelerini, yollarını ve kaynaklarını toplamış, bir araya getirmiştir. O, sekiz hasleti kapsamaktadır. Herbir haslet de birbirinin benzeri ve yakınıdır. Hz. Peygamber (s.a.): "Ya Rabbi, endişe ve hüzünden Sana sığınırım."[807] buyurmuştur. Endişe ve hüzün kardeştirler. Kalbe hoş gelmeyen şey, sebebi itibariyle iki kısma ayrılır: Sebebi ya geçmişte meydana gelmiş bir iştir -ki hüznü doğuran budur-, ya da gerçekleşmesi beklenen bir iştir -ki bu da endişe doğurur-; her ikisi de acizliktendir. Çünkü geçmiş olan bir şey hüzünle savuşturula-maz; aksine rıza, hamd, sabır, kadere iman ve kulun "Allah'ın takdiri! O dilediğini yapar." sözüyle savuşturulabilir. Gelecekte olan şey de aynı şekilde endişeyle savuşturulamaz. Aksine, ya onun savuşturulmasına bir çare vardır ve ondan âciz değildir; ya da savuşturulmasına bir çare yoktur, sabırsızlık göstermez; gereklerini kuşanır, tedbirlerini alır, lâyık olan hazırlıkları yapar; tevhid, tevekkül, Allah Teâlâ önüne kendini bırakmak, her-şeyde O'na teslim olup Rab olarak O'ndan razı olmak gibi sağlam bir kalkanla savunma durumu alır; sevmedikleri dışında kalan sadece sevdiği konularda Rabbinden razı olursa -böyle yaptığında- Rabbinden mutlak surette razı olmamıştır, Rabbi de ondan kul olarak mutlak surette razı olmaz. Endişe ve hüzün kula elbette fayda vermez. Bilâkis zararları faydalarından daha çoktur. Her ikisi de azmi zayıflatır, kalbe çöküntü verir, kendisine faydalı olan hususta kulun çalışmasının önüne geçer, ilerlemesini engeller veya geri döndürür veya ahkor ve durdurur; ya da her gördüğünde kendisine ulaşmak için çabaladığı ve yürümesini hızlandırdığı hedefi kulun gözlerinden perdeler, kapatırlar. Endişe ve hüzün, hayat yolcusunun sırtında ağır birer yüktür. Fakat endişe ve hüzün, kişiyi dünya ve ahirette kendisine zarar verecek şehvet ve arzularından ahkorsa bu bakımdan da ondan yarar görür. İşte Aziz ve Hakim olan Allah'ın hikmetlerin d endir ki; bu iki askeri, O'ndan yüz çeviren; O'nun muhabbetinden, korkusundan, ümidinden, O'na tevbe ve tevekkül etmekten, O'nunla yakınlık ve dostluk kurmaktan, O'na sığınmaktan ve O'nunla hemdem olmaktan uzak gönüllere musallat kılmıştır ki, böylece endişeler, gamlar, hüzünler ve kalbî elemlerle mübtela kılmak suretiyle kalbleri, onlara ait günahlardan ve alçaltıcı şehvetlerden uzaklaştırsın. Böyle gönüller, bu dünyada cehennem gibi bir hapistedirler. Bunlarla hayır murad olunsa bile bu gönüllerin nasipleri yine anketlerinde cehennem hapishanesidir. Tevhid fezasına çıkmasına, Allah'a yönelmesine, O'nunla hemdem olmasına ve.kalbindeki düşünce ve vesveselerin emeklemesi yerine O'nun sevgisini koymasma kadar bu hapishanede kalır. Bu hapishaneden kurtulabilmesi için Allah'ın zikri, sevgisi, korkusu, ümidi, O'nunla sevinme ve O'nunla neşelenme, gönlünü öyle kaplamış ve orada öyle hâkim olmuş olmalı ki, bunları ne zaman kaybederse, kendi bulunmadan son kıvamı ve onsuz devamı mümkün olmayan kuvvetini, gücünü kaybetmiş olur. Kalb hastalıklarının en büyüğü ve en zararlısı olan bu elemlerden gönlün kurtuluşuna bundan başka bir yol yoktur ve buna da sadece Allah'ın yardımıyla ulaşabilir, ancak Allah Teâlâ sayesinde varabilir. İyilikleri yalnız O verir, kötülükleri de ancak O geri çevirebilir ve bu yola ancak Allah Teâlâ kılavuzluk edebilir. Allah Teâîâ kulu için birşey dilediğinde, onu kuluna kolaylaştırır. Yaratmak O'ndan, hazırlamak O'ndan, imdat O'ndan. Hangi makam olursa olsun, kulu bir makama oturttuğunda onu oraya hamdiyle ve hikmetiyle oturtmuştur. Kula o makamdan başkası lâyık değildir ve onun için ondan gayrisi uygun olmaz. Allah'ın verdiğini engelleyecek, engellediğini verecek yoktur. O (c.c), kulunun hakkı olanı kulundan engellemez. Çünkü engellemesi kuluna zulüm olur. O, kulunu, ancak kendisine kulluk yapması için sevdiği şeyler ile kendisine tevessül etmesi, tazarru ve niyazda bulunması, önünde baş eğmesi ve sevgi gösterisinde bulunması için engeller. Fakirliği kuluna hak ettiği için verir. Böylece gizli açık her bir zerresinin O'na tam bir ihtiyacı bulunduğuna kul her nefesde tanık olsun. Gerçekte de görülen budur. Kul buna tanık olmasa, Rabbi, kulun muhtaç olduğu şeyi ne cimriliğinden ötürü, ne hazinelerinden bir şey eksilir diye ve ne de kulun hakkı olanı kendisine seçip almaktan ötürü kulundan meneder. Aksine Allah'ın kulunu engellemesi, onu kendisine yöneltmek, kendisine baş eğmesiyle onu şereflendirmek, kendisine muhtaç olmasıyla onu zenginleştirmek, önünde kırılmakla onu gö-nüllemek ve engellemenin aeıhğıyla kuluna hıışûun tadım ve O'na ihtiyaç duymanın lezzetini tattırmak, ona kulluk elbisesini giydirmek ve görevden uzaklaştırmakla makamların en şereflisine eriştirmek ve kuluna kudretindeki hikmetini, izzetindeki rahmetini, kahrmdaki iyiliğini ve lütfunu göstermek içindir. Engellemesi vermedir, azletmesi tayin etmedir, cezası eğitim ve terbiyedir, imtihanı sevgi ve bağıştır, düşmanlarını kuluna musallat etmesi kulu kendisine sevkeden bir sâiktir. Özetle; kul, Allah Teâlâ tarafından oturtulduğu makamdan başkasına lâyık değildir. O'nun hikmeti ve hamdi, kulu öyle yerine oturtmuştur ki, ondan başkası o makama layık olmaz ve onun da o makamı aşması iyi olmaz. Allah Teâlâ, ihsanını ve fazlını vereceği yerleri en iyi bilendir. Yine Allah Teâlâ, elçilik görevini kime vereceğini en iyi bilendir. "Böylece, 'Aramızdan Allah bunlara mı iyilikte bulundu?' demeleri için onları birbirleriyle denedik. Allah şükredenleri en iyi bilen değil midir?"[808] Allah Teâlâ ihsanda bulunacağı yerleri, ayrıcalık vereceği yerleri, mahrum kılacağı yerleri en iyi bilendir. O, hamdi ve hikmetiyle verir, hamdi ve hikmetiyle mahrum eder. Engellemenin Allah'a muhtaç olmaya, O'na baş eğmeye ve sevgi gösterisinde bulunmaya yönelttiği kişi hakkında, engelleme ihsana dönüşmüştür. Allah'ın ihsanı kendisini Allah'tan alıkoyan ve uzaklaştıran kimse hakkında ihsan engellemeye dönüşmüştür. Kulu Allah ile meşgul olmaktan alıkoyan herşey, kul için uğursuzluk ve onu Allah'a yönelten herşey onun için bir rahmettir. Allah Teâlâ kulundan bir şey yapmasını ister ve fiil gerçekleşmezse neticede Allah kendisi ona yardım etmek ister. Kaldı ki Allah Teâlâ bizden daima istikamet üzere olmamızı, kendisine yönelmemizi istemekte ve bu isteğin, kendisi bize bu konuda yardım etmeyi ve bizim için onu dilemeyi irade buyuruncaya kadar gerçekleşmeyeceğini de haber vermektedir. İşte bu durumda iki irade sözkonusudur: Kulun yapmayı istemesi ve Allah'ın ona kendisinin yardım etmeyi istemesi. Kulun, fiili gerçekleştirmesi ancak Allah'ın bu iradesiyle mümkün olur ve kul bu iradeden hiç bir şeye malik değildir. Nitekim Allah Teâlâ: "Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz."[809] buyurmaktadır. Kulun, ruhunun bedenine nisbeti gibi ruhuna nisbeti olan bir başka ruhu bulunsa ki, bu ruhla Allah'ın kendiliğinden ona, kendisiyle kulun fail olacağı şeyi irade etmesini icabettirsin. Aksi takdirde onun mahalli ihsana kabil değildir. Ve ihsan doldurulacak bir kabı da yoktur. Kapsız gelen mahrum döner. O zaman kendisinden başkasını kınamasın. Sözün özü: Hz. Peygamber (s.a.) endişe ve hüzünden^ki bunlar birbirine yakındır- acizlik ve tembellikten -ki bunlar da birbirine yakındır- Allah'a sığınmıştır. Kulun kemâle ermemesi ve salih bir zat olmaması ya gücü yetmediğindendir ki bu acizliktir, ya da gücü yeter ama yapmak istememesinden ileri gelir ki bu da tembelliktir. Bütün iyiliklerin elden çıkması ve bütün kötülüklerin meydana gelişi işte bu iki özellikten doğar. Bu tür kötülüklerden biri kendi bedeninden yararlanmayı terketmektir ki bu korkaklıktır. Bir başkası da malından yararlanmayı terketmektir ki bu cimriliktir. Böylece o kişi hakkında iki tür üstünlük ortaya çıkar: (Birincisi:) Hak bir sebepten dolayı kendisine üstün gelinmesidir ki bu borcun galebe çalmasıdır. (İkincisi:) Kendisine haksız bir[810]sebepten ötürü üstün gelinmesidir ki, bu insanların baskın gelmesidir.[811] Bütün bu kötülükler acizliğin ve tembelliğin meyvesidir. Nitekim sahih bir hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.) aleyhine hüküm verdiği sahabî "Allah bana kâfidir ve O ne güzel vekildir." deyince şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah Teâlâ acizliği kınar. Senin üzerine düşen tedbirli davranmandır. Seni bir iş âciz bırakırsa Allah bana kâfidir ve O ne güzel vekildir, de." Halbuki bu sahabî tedbirli davransaydı kendi lehine ve hasmının aleyhine hüküm verilecekken, tedbirli davranmaktan acizlik gösterdikten sonra "Allah bana kâfidir ve O ne güzel vekildir." demiştir. Kendileriyle tedbirini almış sayılacağı sebeplere sarılsa ve o zaman başarısız olsa da "Allah bana kâfidir ve O ne güzel vekildir." dese idi söz yerini bulurdu. Nitekim İbrahim (a.s.) emrolunduğu sebeplere sarılmış, terkederek acizlik göstermemiş, hiçbirini ihmal etmemiş ama düşmanları ona galip gelerek kendisini ateşe atmışlardı ve işte o durumda "Allah bana kâfidir ve O ne güzel vekildir." demişti.[812] Böylece söz yerini bulmuş, yerli yerinde kullanılmış ve bu yüzden etkisini göstermiş ve bu sözün gereği yerine gelmiştir. İşte, Rasûlullah (s.a.) ve ashabı da böyle yapmışlardır. Uhud savaşında, Uhud'dan ayrıldıklarında kendilerine: "İnsanlar sizinle savaşmak üzere toplandılar, onlardan korkunuz." denilince, silahlanıp teçhizatlarını kuşandılar ve düşmanlarıyla çarpışmak için yola çıktılar ve onlara karşı tedbirli bir davranış göstermiş oldular. Sonra da "Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir." dediler[813] Bunun üzerine söz etkisini gösterdi ve gereği yerine gelmiş oldu. îşte. bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir kurtuluş yolu sağlar ve ona ummadığı yerden rızık verir. Kim Allah'a tevekkül ederse Allah ona kâfidir."[814] Allah Teâlâ burada tevekkülü, kendilerine sarımlması emredilen sebepleri yerine getirmek demek olan takvadan sonra getirmiştir. İşte o zaman kul Allah'a tevekkül ettiğinde Allah ona kâfidir. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan sakının! İnananlar Allah'a tevekkül etsinler."[815] Emrolu-nan sebeplere sanlmaksızm tevekkül etmek ve Allah bana kâfidir demek sırf bir acizliktir. Buna biraz tevekkül karıştırılmış olsa bile bu acizlik tevekkülüdür. Kul tevekkülü acizliğe, acizliği de tevekküle dönüştürmemeli-dir. Aksine tevekkülünü, sarılmakla emrolunduğu şeyler arasına dahil etmesi gerekir ki maksat ancak bütün bu sebeplerle tamamlanır. Bu konuda insanlardan iki grup yanılgıya düşmüştür: Bir grup, isteklerin elde edilmesinde tevekkülün tek başına yeterli bir sebep olacağını zannettiler ve bu yüzden Allah'ın hikmeti gereği müsebbeplere {-neticelere) ulaştıran sebepleri terkettiler. Böylece bu sebepleri terketmeleri yüzünden bir tür aşırılığa ve acizliğe düştüler. Tevekkülün gücünün, bu sebepleri ter-ketmekte olduğunu zannettiklerinden bütün düşüncelerini bir noktaya tek-B sif edip onu bir tek düşünce haline getirdikleri için tevekkülleri zayıfladıJ Bu bakımdan bunda bir kuvvet olsa bile diğer bir yönden zayıflık vardır.) Her ne zaman tevekkül tarafı tek başına alınmak suretiyle kuvvetlense, tevekkül mahalli olan sebepteki aşırılık tevekkülü zayıflatır. Zira tevekkülün yeri bu sebeplerdir, en mükemmeli de bu sebeplerde Allah'a tevekkül etmektir. Meselâ çiftçi toprağı sürer, tohumu eker, sonra da bitmesinde ve filizlenmesinde Allah'a tevekkül ederse böyle bir tevekkül etmiş olur. İşte bu kimse tevekkülün hakkını vermiş ve toprağı boş bırakıp ekmemek suretiyle onun tevekkülü zayıflamamıştır. Yolcunun, hızlı yürükmekle beraber yol almadaki tevekkülü ile aklı başında tedbirli insanların Allah'a itaat hususundaki gayretleri yanında O'nun azabından kurtulmak ve sevabım elde etmek hususundaki tevekkülleri de böyledir. İşte bu etkisini gösteren gerçek tevekküldür ve Allah Teâlâ bunu gerçekleştirene kâfidir. Acizlik ve kayıtsızlık tevekkülünün ise etkisi görülmediği gibi Allah Teâlâ da böyle tevekkül edene de kefil değildir. Allah Teâlâ, kendisine tevekkül eden kimseye ancak takva gösterdiği zaman kâfi gelir. Takvası ise emrolunduğu sebeplere sarılmaktır, onları terketmek değil. İkinci grup insanlar da, sebepleri ikame ettiler, sebeplerin müsebbep-lerle bağlantısını (sebep-sonuç ilişkisini) kanun ve kader olarak kabul ettiler ve tevekkül yönünden yüz çevirdiler. Bu grup, elde ettiklerini sarıldıkları sebeplerle elde etmiş olsalar da tevekkül edenlerin gücü kendilerinde yoktur. Allah Teâlâ'nm yardımı, onlara kâfr gelmesi ve onları savunması söz konusu değildir. Aksine tevekkülden eksilttikleri ölçüde yardımsız bırakılmışlardır, âcizdirler. Kuvvet, bütün kuvvet Allah Teâlâ'ya tevekküldedir. Nitekim, seleften bir zat şöyle der: İnsanların en güçlüsü olmak isteyen Allah'a tevekkül etsin. Tevekkül eden kimse için güç, kifayet, imdadına yetişme ve savunulma garantisi vardır. Bunlardan ancak, takva ve tevekkülden eksik tuttuğu kadarı kendisinden eksilir. Yoksa takva ve tevekkülü gerçekleştirdiğinde Allah o kimse için, insanlara dar gelen herşeyden bir çıkış yolu açmalıdır. Allah, o kimseye kâfi ve yeterli olur. Sözün özü: Hz. Peygamber (s.a.) insana, içinde kendi olgunluğunun zirvesi ve isteğine kavuşması bulunan bir şeyi, kendisine yararlı olanı şiddetle arzulaması ve bu uğurda gayret sarfetmesi yolunu göstermiştir. İşte o zaman, menfaati kayboluncaya kadar acizlik edip kayıtsız kalan, sonra da "Allah bana kâfidir ve O ne güzel vekildir." diyen ve Allah Teâlâ'nın kınadığı ve bu durumda kendisine kâfi olmadığı kişinin aksine, o kimseye Allah'ı kâfi görme (tahassüb) ve "Allah bana kâfidir ve O ne güzel vekildir" sözünü söylemek fayda verir. Allah Teâlâ, ancak takva sahibi olup kendisine tevekkül eden kimsenin vekilidir ve ona yeter. [816] [805] Buharı, 78/100; Müslim, 2251; Ebu Davud, 4989; Ahmed, Müsned, 6/51, 66, 209, 231, 281. Hepsi de Hz. Âİşe'den rivayet edilmiştir. Aynı konuda, Sehl b. Huneyf'ten de hadis rivayet olunmuştur. [806] Müslim, 2664; İbn Mâce, 79; Ahmed, Müsned, 2/366, 370. Ebu Hureyre anlatıyor: Rasûiullah (s.a.) şöyle buyurdu: Güçlü mü'min zayıf mü'minden daha hayırlı ve Allah katında daha sevimlidir. Bütün hayırlarda, sana yararı dokunan şeye karşı hırslı ol, Allah'tan yardım dile, acizlik gösterme. Başına bir felâket geldiğinde "keşke şöyle yapsaydım, böyle böyle olurdu" deme. Fakat "Allah'ın takdiri, O, ne dilerse yapar" de! Zira "Keşke" sözü şeytanın ameline yol açar. [807] Buharı, 80/36; Tirmizî, 3480; Nesâî, 8/257, 258; Ahmed, Müsned, 3/122, 259, 220, 226, 240; Ebu Davud, 1555. Dua metnini tamamı şöyledir: "Allah'ım! Endişe ve hüzünden, acizlik ve tembellikten, cimrilik ve korkaklıktan, borç yükünden ve insanların galebesinden Sana sığınırım." [808] En'âm, 6/53. [809] Tekvîr, 81/29. [810] Ebu Davud, 3627; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/24, 25. [811] Haklı bir sebeple bir üstünlüğün kendisine ulaşmasından maksat, kişinin cimriliği sebebiyle borçlanmasıdır. Haksız bir sebeple kendisine üstünlük sağlanmasından kasıt ise, korkaklığından dolayı insanların saldırılarına uğramasıdır. [812] Buharı (Fethu'1-Bârî, 8/172). [813] İbn Kesîr, es-Siretü'n-Nebeviyye, 3/100-101; Tefsiru'!-Kur'ani'İ\Azim, 1/430. [814] Talâk, 65/2. [815] Mâide, 5/11. , [816] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 2/364-372. Konu Başlığı: Ynt: Kaçınılması gereken sözler Gönderen: Bahrişan 8 üzerinde 22 Ocak 2015, 17:55:19 kurlerden ve kotusozlerden kacinmaliyiz
allah razi olsun paylasimdan Konu Başlığı: Ynt: Kaçınılması gereken sözler Gönderen: Pelinay üzerinde 22 Ocak 2015, 19:33:39 En cok gaflete düştugumuz de 'keşke' sozu olsa gerek.'keşke bnu yapmasaydim,keske şunu şöyle yapsaydim' vs.
Rabbim her turlu cirkin ve kotu sozden muhafaza eylesin insallah cumlemizi Konu Başlığı: Ynt: Kaçınılması gereken sözler Gönderen: Ceren üzerinde 22 Ocak 2015, 20:17:40 Aleykümselam.Rabbim razı olsun paylaşımdan kardeşim.Rabbim yasak ve bizleri küfüre götüren çirkin sözlerden korusun inşallah....
|