๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 17 Haziran 2011, 13:05:54



Konu Başlığı: Hz Peygamber in Necran a gönderdiği görevliler
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 17 Haziran 2011, 13:05:54
g) Hz. Peygamber'in (s.a.) Necran'a Gönderdiği Görevliler:

 

Beyhakî, İbn Mes'ûd'a varan sahih bir isnadla şu rivayeti yapmaktadır: Seyyid ve Âkıb, Rasûlullah'a (s.a.) geldiler. Rasûİullah (s.a.) onlarla lanet-leşmek istedi. Bunun üzerine biri diğerine: "O'nunla lânetleşme. Vallahi eğer o peygamberse, sen de O'nunla lânetleşirsen biz de kurtulamayız, bizden sonra gelenler de kurtulamazlar." dedi. Heyettekiler, Rasûlullah'a (s.a.) dediler ki: "Ne istersen vereceğiz. Yalnız bizimle beraber emîn bir adam gönder; gön­dereceğin adam mutlaka emîn olmalı." Rasûİullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizin­le hakikaten çok emîn birini göndereceğim." Bu söz üzerine ashabın hepsi bu şerefli mevkie nail olmak için kendisinin de orada bulunduğunu hissettin-yordular. Rasûİullah (s.a.): "Kalk ey Ebu Ubeyde b. Cerrah!" buyurdu. Kal­kınca da: "Bu (adam), bu ümmetin eminidir." buyurdu.

Buharı de Sahîh'mdc, Huzeyfe'den bunun bir benzerini rivayet et-miştir.[281]

Sahîh-i Müslim'deki rivayette Muğîre b. Şu'be'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûİullah (s.a.), beni Necran'a gönderdi. Onların bana söyle­dikleri sözler arasında şu da vardı: "Sizin 'Ey Harun'un kızkardeşi' diye oku­manız hakkında ne dersin? Bildiğiniz gibi Musa ile îsa arasında şu kadar za­man vardı." Rasûlullah'a (s.a.) geldim ve bu sözü haber verdim. Dedi ki: "Onlara söylemedin mi ki onlar peygamberlerinin ve kendilerinden önceki salih kimselerin adlarını koyarlardı."[282]

Yunus b. Bekîr yoluyla İbn İshak'tan şu rivayet gelmiştir: "Rasûİullah (s.a.) Ali b. Ebî Tâlib'i zekâtlarım toplamak ve cizyelerini getirmek için Nec­ran'a göndermiştir." [283]

 
h) Bu Olaydan Çıkarılan Fıkhı Hükümler:

 

1—  Ehl-i kitabın, müslümanların mescidlerine girmesi caizdir.

2— Geçici hallerde ehl-i kitabın müslümanların mescidlerinde ve müslü-manlann önünde ibadet etmelerine imkân verilebilir. Ancak devamlı surette olursa bu imkân verilmez.

3— Ehl-i kitaptan bir kâhinin Rasûluüah'ın (s.a.) peygamberliğini ikrar etmesi, onun müslüman olması için yeterli değildir. Müslüman olabilmesi için Hz. Peygamber'e (s.a.) itaat etmesi ve O'na uyması şarttır. Bu ikrarından sonra kendi dininin İcaplarını yerine getirmesi irtidat etmesi anlamına gelmez. Bu meselenin misali; iki yahudi âliminin, Rasûlulîah'a (s.a.) üç soru sorup cevabını alınca: "Şehadet ederiz ki sen peygambersin." demeleri, bunun üzerine Rasûlullah'm (s.a.) "O halde bana tâbi olmanıza mâni olan nedir?" diye sor­ması, buna karşılık ise: "Yahudilerin bizi öldürmesinden korkarız." demele­ridir. Sadece şehadet etmeleri İslâm'ın emirlerini yerine getirmelerini gerek­tirmez.-Meselâ, Rasûlullah'm (s.a.) amcası Ebu Tâlib, O'nun davasında sa­dık olduğuna, dininin yeryüzü dinlerinin en hayırhsı olduğuna şehadet etmiştir, fakat bu şehadet onun İslâm ile müşerref olmasına yetmemiştir.

Rasûlullah'm (s.a.) hayatında (siyerde) ve sahih haberlerde ehl-i kitabın ve müşriklerin çoğunun Rasûlullah'm (s.a.) peygamber olduğuna ve bu da­vasında sadık olduğuna şehadet ettikleri, buna rağmen İslâm'a giremedikleri hususundaki haberler üzerinde düşünenler, İslâm'ın bu durumun ötesinde bir şey olduğunu; onun sadece bilgi olmadığını, yalnızca bilgi ve ikrar (yani peygamber olduğunu bilip anlamak ve peygamberliğini kabul etmek) da ol­madığını, bilakis İslâm denen müessesenin bilgi, ikrar, emir ve yasaklara in-kıyad, zahirî, ve bâtını her konuda itaat demek olduğunu göreceklerdir.

Müctehid imamlar, "Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ede­rim." deyip başka bir şey söylemeyen bir kâfirin müslüman olduğuna hük­medilir mi konusunda üç ayrı görüş belirtmişlerdir. Şu görüşlerin üçü de İmam Ahmed'e nisbet edilmiş ve ona ait görüşler olarak rivayet edilmiştir: 1) Bu kadarıyla bile bu kâfirin müslüman olduğuna hükmedilir. 2) Allah'ın birliği­ne şehadet edinceye kadar müslüman olduğuna hükmedilemez. 3) Tevhid inan­cını kabul ederse müslüman olduğuna, kabui etmezse, edinceye kadar müs­lüman olmadığına hükmedilir. Aslında bu meselenin tam olarak ele alınaca­ğı yer burası değildir. Biz ancak hafif bir işarette bulunduk. Bu işaretle şu noktayı açığa çıkarmak istedik: Tevrat ve İncil'e inananlar son zamanda bir peygamberin geleceği hususunda görüş birliği içindeydiler ve O'nu bekliyor­lardı. Âlimleri, o peygamberin Muhammed b. Abdillah b. Abdülmuttalib ol­duğunda hiç şüphe etmiyorlardı. Buna rağmen İslâm'a girmiyorlardı. Çün­kü kavimleri üzerindeki reislikleri, o kavimlerin kendilerine boyun eğmeleri ve bulundukları makam sayesinde elde ettikleri servet ve menfaatlan, müslü­man oldukları takdirde bunları kaybetme korkusu, İslâm ile aralarında bir engel oluşturmuştu.

4— Ehl-i kitapla münazara ve mücadele etmek caiz, hatta müstehaptır. Bazılarının müslüman olma ihtimali belirir, onları ikna edecek deliller de mev­cutsa, o durumda münazara etmek vaciptir. Delilleri serdetmekten aciz kal­mayanlar böyle bir mücadeleden kaçamazlar, aciz olanların da bu işi ehline havale etmesi gerekir. At binicisine, ok atıcısına verilsin. Şayet uzatma endi­şemiz olmasaydı, kendi kitaplarına dayanarak yahudî ve hıristiyanları, Mu­hammed'in (s.a.) Allah'ın Rasûlü olduğunu ikrara mecbur bırakacak delille­ri, yüzün üzerinde olmak üzere ayrı yoldan zikrederdik. Bu konuyu müstakil bir eser haline getirmeyi Allah'tan umuyorum.

Ehl-i kitabın âlimlerinden biriyle aramda bir münazara oldu. Konuşma sırasında onlara dedim ki: "Sizin, bizim Peygamberimiz'in (s.a.) peygamber­liğine itiraz etmeniz ancak Allah Teâlâ'yı ayıplamanız, O'na itiraz etmeniz, O'nu zulmün, aptallığın ve fesadın en büyüğüne nisbet etmenizle mümkün­dür. Allah Teâlâ bütün bunlardan münezzeh ve yücedir." Dedi ki: "Bu nasıl olur?" Şöyle dedim: "Hatta ve hatta Allah'ın varlığını tümüyle inkâr etme­diğiniz müddetçe bizim peygamberimize itiraz edemezsiniz."

Bu konunun açıklaması şöyledir: Muhammed size göre sâdık bir pey­gamber değildir. İddianıza göre O, zalim bir kraldır; Allah'a iftira etmekte, söylemediği şeyleri, söyledi diye O'na nisbet etmektedir. Buna rağmen iddia­sını sonuna kadar götürecek helâlleri, haramları koyacak, farzları emrede­cek, kanunları vaz' edecek, dinleri nesh edecek, savaşıp diğer peygamberle­rin hak üzere olan ümmetlerini öldürecek, kadınlarını ve çocuklarını esir ede­cek, ülkelerini ve mallarım ellerinden alacak, bütün bir yeryüzünü fethedin-ceye kadar bu halde devam edecek, bütün bu olanları Allah'a ve Allah'ın ken­disine olan sevgisine bağlayacak; Allah Teâlâ da O'nu ve hak üzere olan di­ğer peygamberlerin kavimlerine neler yaptığını görecek. Sonra O, yirmi üç sene bu şekilde Allah'a iftira etmeye devam edecek, bütün bunlara rağmen Allah kendisini destekleyecek ve yardım edecek, makamım yüceltecek, beşer gücünün üstünde zaferler kazanmasına imkân verecek; hepsinden daha gari­bi de dua ettiği zaman duasına icabet edecek, elini kolunu kıpırdatmadan düş­manlarını helak edecek, hatta bazan dua bile etmeden Allah Teâlâ onların kökünü kazıyacak,.daha sonra da her arzusunu yerine getirecek, O'na her güzel vaadle söz verecek ve bütün vaadlerini en mükemmel şekliyle yerine ge­tirecek!.. İşte bütün bu olanlar size göre zulmün, iftiranın ve yalanın en son noktasıdır. Çünkü Allah'a yalan nisbet eden ve bu yalanında ısrarla devam eden kimseden daha büyük yalancı yoktur. Peygamberlerin ve Rasûllerin din­lerini bâtıl sayan» bu dinleri yeryüzünden silmek ve dilediği başka bir dinle değiştirmek isteyen, Allah dostlarını, bağlılarını ve "peygamberlerini öldüren, bu hususta da zaferler elde eden, bütün yaptıkları Allah tarafından kabul edi­len, Allah'ın kendisine vahiy gönderdiğini ve: "Allah'a karşı yaian uyduran­dan, yahut kendine hiçbir şey vahyedilmemişken 'Bana da vahyolundu.' di­yenden, ve 'Ben de Allah'ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim.' diye söyleyenden daha zalim kim vardır?"[284]' diye haber verdiğini söyleyen kim­seyi Allah kahretmiyorsa, bütün bunlar olup biterken o hâlâ yoluna devam ediyorsa, siz ey O'nu yalanlayanlar; şu iki şıktan birini kabul etmek zorun­dasınız:

Birincisi: Bu âlemin bir yaratıcısı ve idarecisi yoktur. Şayet âlemin kud­ret ve hikmet sahibi, herşeyi idare eden bir yaratıcısı olsaydı O'nun bu yap­tıklarına izin vermez, karşılıksız bırakmaz ve O'nu diğer zalimlere ibret ola­cak şekilde cezalandırırdı. Çünkü dünyada sultanlara bundan başkası yakış­mazsa, yerin ve göklerin sultam, sahibi ve mâliki olan hâkimlerin hâkimine başka türlüsü yakışmaz.

İkincisi: Allah Teâlâ'yı, kendisine lâyık olmayan bir şekilde zulme, ah­maklığa, zalimliğe, mahlûkatı daima sapıklığa düşürmeye nisbet edecek, hatta bir yalancıya yardım ettiğini, O'nu yeryüzünde güçlü kıldığını, dualarını ka­bul ettiğini, kendisinden sonra da davasını devam ettirdiğini ve devamlı ola­rak yücelttiğini, asırlar boyunca her yerde O'nun peygamberliğine şehadeti ve O'nun davetini açığa çıkardığını söyleyeceklerdir. Hiç hâkimlerin hâkimi v.1 merhametlilerin en merhametlisi böyle yapar mı? Âlemlerin Rabbı olan Allah'a en büyük ayıbı ve en muazzam kusuru isnad ettiniz. O'nu külliyen inkâr ettiniz. Biz birçok yalancının ortaya çıktığını ve belli bir dereceye ka­dar güçlendiğini inkâr etmeyiz. Fakat hiçbirinin işi sonuna kadar sürmemiş, ömürleri uzun olmamış; Allah Teâîâ, öylelerinin üzerine peygamberlerini ve peygamberlerinin yolundan gidenleri musallat etmiş, köklerini kazımış, var­lıklarından eser bırakmamıştır. Dünya yaratıldığından beri ilâhî sünnet böy­ledir, kıyamete kadar da böyle olacaktır.

Benden bu sözleri işitince dedi ki: "O'na (Rasûlullah'a) zalim ve yalancı demekten Allah'a sığınırız. Ehl-i kitaptan insaflı olan herkes O'na tâbi ola­nın, yolundan gidenin ahirette saadete ve kurtuluşa nail olacağını itiraf eder." Bunun üzerine dedim ki: "Bir yalancının yolundan giden, izini takib eden kimse, iddianıza göre nasıl saadet ve kurtuluşa erebilir?" Artık O'nun pey­gamberliğini itiraftan başka bir yol bulamadı; "Ancak kendilerine gönderilmediğini" söyledi. Dedim ki: "O'nu tasdik etmen gerekir. Âlemle­rin Rabbi'nin, ümmî olsun, münevver olsun bütün insanlara göndermiş bu­lunduğu elçisi olduğu hususundaki haberler tevatür derecesindedir. Ehl-i ki­tabı da dinine davet etmiş, girmeyenlerle zilleti kabul edip cizye verinceye ka­dar savaşmıştır." Kâfirin dili tutuldu, hemen kalkıp gitti.

Bundan maksat şudur: Rasûlullah (s.a.) vefat edinceye kadar, her çeşit din ve inanca sahip kâfirlerle mücadeleye devam etmiştir. Kendinden sonra ashabı da böyle yapmıştır. Allah Teâlâ, Peygamberine; hem Mekkî hem de Medenî sûrede kâfirlerle en güzel bir şekilde mücadele etmesini emretmiştir. Bütün deliller ortaya çıktıktan sonra da inkârda ısrar edenleri lanetleşmeye davet etmesini emretmiştir. Bu din böylece kâim olmuş, kılıç ancak delile bir yardımcı kılınmıştır. Kılıçların en âdili Allah'ın delillerine ve burhanlarına yardımcı olan kılıçtır; o da Rasûlü'nün ve O'nun ümmetinin kılıcıdır.

5— Kim bir mahlûka lâyık olduğundan daha fazla tazim göstererek onu kulluk makamının üstüne çıkarırsa Allah'a şirk koşmuş ve Allah ile beraber başkasına da kulluk etmiş olur. Bu ise bütün peygamberlerin davetine aykırıdır.

Rasûlullah'm (s.a.) Necran'a yazdığı mektupta "İbrahim, İsmail ve Ya-kub'un ilâhı'nın adıyla" başladığı şeklindeki rivayetin sıhhatli olduğunu san­mıyorum. Herakl'e mektup yazdığında "Bismilîahirrahmanirrahîm" ile baş­lamıştı. Krallara gönderdiği mektuplarda, âdeti bu idi. Bu konu ilerde gele­cektir inşaallah. Bu rivayette yukarıda zikredildiği gibi nakledilmiş ve bu olayın; "Tâ sîn. Bunlar, Kur'an'ın ve belagatlı kitabın âyetleridir."[285] âyetinin in­mesinden önce olduğu söylenmiştir. Bu ise yanlış üstüne yanlıştır. Zira bu sûre ittifakla Mekkîdir. Peygamberimizin Necran'a mektup yazması ise Te-bük seferinden sonradır.

6— Kâfirlerin elçilerinde bir tekebbür ve gurur alâmeti görülürse onlan hor görerek, konuşmamak caizdir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) elçilerle, üzerle­rindeki ipekli elbiseleri ve altınları çıkanncaya kadar konuşmadı, selâmlarını almadı.

7— feâtıl üzere bulunanlarla mücadelede sünnet olan şey, onlara her türlü delilleri zikrettikten sona yine hakka dönmezler, küfürlerinde inat ederlerse onları lânetleşmeye davet etmektir. Allah Teâlâ, Rasûlü'ne bunu emretmiş ve "Senden sonra ümmetin için bu caiz değildir." dememiştir. Rasûlullah'ın (s.a.) amca oğlu Abdullah b. Abbas, bazı fıkhî konuları inkâr eden kimseyi lânetleşmeye davet etmiş, ashabın hiçbiri bu duruma karşı çıkmamıştır. Süf-yân es-Sevrî de, namaz içerisinde rükua giderken ellerin kaldırılması konu­sunda muhalifini lânetleşmeye davet etmiş ve zamanındaki âlimlerin hiçbiri bu davete karşı çıkmamıştır. Bu davet, münkirlerin önüne serilen delillerin kemâlindendir.

8— Devlet başkanının istemiş olduğu elbise ve mal karşılığında ehl-i ki-tab ile sulh yapmak caizdir. Bu eşyalar onlar için cizye yerine geçer. Her bir ferdi tek tek cizyeye mecbur etmeye gerek yoktur. Aksine onlardan istenen malın tamamı, hepsi adına cizye sayılır ve kendileri, ödeyecekleri malı arala­rında istedikleri gibi bölüşebilirler. Rasûlullah (s.a.), Muaz'ı Yemen'e gön-derince ona, buluğa eren herkesten bir dinar ve mukabilini almasını emretti. Bu iki mesele arasındaki fark şudur: Necran halkı arasında müslüman yok­tu. Hepsi sulh ehliydi. Yemen ise dârülislâm'dı ve içlerinde yahudiler vardı. Rasûlullah (s.a.), o yahudilerin her birini cizye ödemeye tâbi tuttu. Fıkıhçı-Iar, cizyeyi böyle bir duruma has olarak görürler, birinci mesele için görmezler.

9— Elbise, diyet olarak alındığı gibi zimmet sabit olması da caizdir. Bu duruma göre selem ve kefalet akdiyle ve telef halinde de zimmet sabit ölür. Mehir ve hul' (kadının ödediği ücret mukabili boşanma çeşidi) ile de zimmet sabit olur.

10— Ödemeleri üzere anlaşma yapılan malların cinslerim daha sonra he­saplayarak başka cins mallarla değiştirmek caizdir.

11— Devlet başkanı, kâfirlere; elçilerini barındırmalarını, onlara ikramda bulunup sayılı günler içinde onları misafir etmelerini şart koşabilir.

12— Kâfirlere, müslümanların ihtiyaç duydukları silah, binek, eşya vs. ödünç olarak vermelerini şart koşabilir. Bu ödünç eşya teminat altındadır. Ancak, bu durum şart koşulması ile sabit mi olmuştur, yoksa ta baştan itiba­ren şeriatın koymuş olduğu hüküm gereği midir? Bu konu ihtimallidir. Bu mevzudaki açıklama Huneyn gazası bahsinde geçmişti. Orada, geri vermeyi garanti ettiği açıklanmış, telef olması haline hiç dokunulmamıştı.

13— İslâm devlet başkanı ehl-i kitabın faizle muamelede bulunmasına izin vermez.  Çünkü onların dininde de haramdır.  Aynı şekilde içki,  livata ve zinaya da izin vermez. Bu suçlan işleyenleri İslâm'ın emrettiği cezalarla cezalandırır.

14— Müslümanlar arasında bir kişinin diğerinin yerine cezalandırılması caiz olmadığı gibi kâfirler arasında da caiz değildir. Her iki durumda da bu zulümdür.

15— Kâfirlerle yapılan zimmüik anlaşması onların huzur ve emniyeti ih­lâl etmedikleri sürece geçerlidir. Müslümanlara tuzak kurdukları ve dinlerini ifsada kalkıştıkları zaman ne emân kalır, ne de zimmet. Biz ve başka âlimler, zimmîler, Şam'da büyük bir yangın çıkardıkları zaman —bu yangın merkez camiye kadar ilerlemişti—, emânlarının kalmadığı konusunda fetva vermiş­tik. Aynı zamanda herhangi bir şekilde onlara yardım eden, hatta yardımcı olmadığı halde bu durumu bilip de gizleyen, valiye bildirmeyen herkesin emân ve zimmetinin kaldırıldığına fetva vermiştik. Çünkü bu hadise İslâm ve müs-lümanlar için en büyük hile ve zararlardan sayılmıştı.

16— Devlet başkanı, sulh yaptığı millete İslâm'ın maslahatı için âlim bir müslüman gönderir. Bu zat gerçekten emîn olmalı, Allah ve Rasûlü'nün rı­zasından başka hiçbir gayesi ve arzusu bulunmamalıdır. İşte hakiki emîn kimse budur. Ebu Ubeyde b. Cerrâh'ın hali en güzel misaldir.

17— Ehl-i kitapla münazara etmek, sordukları şeylere cevap vermek, ce-vapiayamadığı sorulan âlimlere arzetmek gerekmektedir.

18— Bir sözün, —aksine delil olmadıkça— zahirî mânası kastedilir. Böyle olmasaydı Muğîre, âyet-i kerimedeki, "Ey Harun'un kızkardeşi" ifadesini kapalı bulmazdı. Diğer taraftan da bu âyette zikredilen Harun'un Harun b. İmrân olduğuna dair bir delil yoktu ki anlamayı güçleştirecek bir kapalılık bulunsun. Aksine, soruyu soran kimse bile ilâveyi getirmiş ve onun Harun b. İmrân olduğunu söylemiştir. Bununla da yetinmeyip Musa b. İmrân'ın kar­deşi olduğunu da eklemiştir. Âyetteki lafzın bu ilâvelerden hiçbirine delâlet etmediği malumdur. Sorunun bu şekilde sorulması ya cehaletten veya kötü niyetten kaynaklanmaktadır. [286]   


[281] Buhari, 62/22; Müslim. 2420.

[282] Müslim, 2135.

[283] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/185.

[284] En'âm, 6/93.

[285] Nemi, 27/1.

[286] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/186-191.