๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 03 Temmuz 2011, 09:49:59



Konu Başlığı: Huneyn gazasındaki hikmetler
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 03 Temmuz 2011, 09:49:59
B) HUNEYN GAZASINDAKİ HİKMETLER VE FIKHÎ HÜKÜMLER

 
1— Huneyn Gazasindaki Hikmetler:

 

1— Allah Teâlâ Rasûlü'ne, Mekke'yi fethettiği zaman insanların grup­lar halinde dinine gireceğini ve Arapların tamamının boyun eğeceğini vaa-detmişti. —O, vaadini tutan, vaadinden dönmeyendir.— Mekke'nin fethi ta­mamlanınca Allah Teâlâ'nın hikmeti Hevâzin kabilesi ile o kabileye tâbi olan­ların kalbini İslâm'a yönelmekten alıkoydu. Allah Rasûlü'ne ve rnüslüman-lara karşı harbetmeye azmettiler ki, Allah'ın Peygamberine ihsan ettiği ni­meti tamamlansın, Peygamberinin izzet ve şerefi ve dinine olan yardımı, iyi­ce açığa çıksın, elde ettikleri ganimetler Mekke fethine katılanlar için bir te­şekkür mahiyetinde olsun. Bütün bunları Allah (c.c). Rasûlü'ne ve kulları­na göstermek için, daha önce hiç karşılaşmadıkları ölçüde muazzam bir güç­le karşılaşıp onları perişan ettikten sonra Araplar arasında daha hiç mukave­met yüzü görmemesi için bunlar ve bunların dışında, düşünüp akıl yoranla­rın bilebileceği ve görebileceği engin hikmetler gereğince bu hâdiseler böyle gelişmiştir.

Allah Teâlâ'nın hikmeti, müslümanların sayılarının ve mühimmatları­nın çokluğuna ve morallerinin yüksekliğine rağmen önce mağlubiyetin acısı­nı tatmalarını gerektirmiştir. Tâ ki Mekke'yi fethetmekle yükselen başlar al-çalsın ve Allah'ın haram beldesine o şekilde girmesinler. Rasûlullah (s.a.) Mek­ke'ye girerken tevazudan ve Rabbma karşı duyduğu tevazu hissinden ötürü atının üzerine o kadar eğilmişti ki, neredeyse çenesi eğerine değiyordu. Ha­ram olan o beldeyi ilk ve son olarak, yalnızca kendisine helâl kılan Rabbının azamet ve izzeti karşısında bu hale gelmişti. Aynı zamanda Allah Teâlâ, "Bu­gün az değiliz, mağlup olmayız.'* diyenlere, yardımın ancak Allah katından olabileceğini, O'nun yardım ettiğini hiç kimsenin mağlup edemeyeceğini, O'-nun perişanlığa mahkûm ettiğine de hiç kimsenin yardım edemeyeceğini açık­lamak istemiştir. Onlara: "Peygamberi'nin ve dininin muzafferiyetini üstle­nen, bizzat Allah Teâlâ'dır, sizin hoşunuza giden kalabalığınız değil. Kala­balık oluşunuz hiç işinize yaramamış, gerisin geri dönüp kaçmıştınız." nük­tesini iyice hazmettirmek istemiştir. Artık kalpleri kırık olarak bu mânayı hak­kıyla anlayınca da zafer müjdesini gönderdi: "Bozgundan sonra Allah, Pey­gamberine ve mü'minlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi."[22] Allah'ın hikmeti gereği zafer müjdeleri ve mükâfatlar kalbi kırılmış, yıkıl­mış, perişan olmuş zümrelerin üzerine boşanır. "Biz memlekette güçsüz sa­yılanlara iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları varis yapmak, mem­lekete yerleştirmek, Firavun, Hâmân ve her ikisinin askerlerine çekinmekte ol­dukları şeyi göstermek istiyorduk."[23]

2— Allah Teâlâ, Mekke'yi fetheden askeri, Mekke'nin ganimetini almak­tan menetmişti. Ebu Davud'un Vehb b. Münebbih'ten rivayet ettiği gibi al­tın, gümüş, mal, esir veya arazi olarak hiçbir ganimet almamışlardı.[24] Hal­buki on bin kişilik bir ordu, atlı ve yaya Mekke'yi fethetmişler di. Onlar da bir ordunun ihtiyaç duyduğu herşeye muhtaç İdiler. Allah (c.c.) müşriklerin kalbine, mallarım, develerini, koyunlarını, aile ve çocuklarını beraberlerinde savaş alanına getirmek ve müslümanlarla savaşmak fikrini attı. Böylece O, Allah askerlerine bir ikram ve bir ziyafet takdim etmiş ve Allah'ın hükmü­nün tamamlanması için onları zafer kazanmaya arzulu kılmak, galibiyetin pren­siplerini göstermek suretiyle onlara verdiği değeri tamamlamış olsun. Peygam­berine ve sevdiği kullarına zafer ihsan edince, ganimetler de sahiplerini bu­lup Allah ve Rasûlü'nün payları ayrılınca: "Sizin ne kanınıza, ne malınıza, ne de kanlarınıza ihtiyacımız var." denildi. Allah (c.c), Hevâzinliler'in kal­bine tevbeyi ilham etti ve hepsi İslâm'ı kabullendiler. Onlara: "İslâm'ı kabul etmeniz ve buraya kadar gelmeniz adına, bir teşekkür olarak karılarınızı, ço­cuklarınızı ye esirlerinizi geri veriyoruz." dediler. "Allah kalplerinizde bir iyilik bulursa, size, sizden almanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar. Allah bağışlayandır, merhamet edendir." [25]

3— Allah Teâlâ, Araplarla yapılan savaşları Bedir harbiyle başîatmiş v Huneyn savaşıyla bitirmiştir. Bu sebepten bu iki savaşın adı beraber zikredi­lir; aralarında yedi sene gibi bir zaman bulunsa da "Bedir ve Huneyn" diyj; yanyana anılırlar. Bu savaşların her ikisinde de melekler harbe iştirak etmiş­ler, Rasûlullah (s.a.) müşriklerin suratlarına toprak serpmiş ve her iki harri-ten sonra da Arapların Rasûlullah'a ve müslümanlara saldırma ateşleri söri-müş, birincisi onları korkutmuş, kuwe-i maneviyelerini sarsmış, ikincisi mevcut bütün kuvvetlerini dışarı dökmüş, herşeylerini tüketmiş, onları zillete düşür­müş ve artık Allah'ın dinine girmekten başka çare bulamamışlardır.

4— Allah Teâlâ bu savaş sebebiyle Mekke halkının gönlünü almış, elde ettikleri ganimet ve zaferle de onları sevindirmiştir. Bu zafer ve ganimetler onların kınlan haysiyetleri için bir ilâç yerini tutmuştur. Hevâzinliler'in şer­rinin bertaraf edildiğini bilmeleri bu nimetin tamamlanması demekti. Çünkü onlara karşı koyacak güçleri yoktu. Müslümanlar sayesinde onlara galip gel­diler. Şayet onlarla tek başlarına harbe kalkışsalardı, düşmanları onları yer, bitirirdi. Bu savaş için, bu ve benzeri —tamamını ancak Allah'ın bileceğî-r-sayısız hikmetler sıralamak mümkündür. [26]                                             

 
2— Bu Olaydan Çıkan Fıkhî Hükümler:

 

Bu savaştaki fıkhî meselelere gelince:

1— Devlet başkanının savaş sırasında casuslarım düşman saflarının ara­sına sokup olup biteni haber alması gerekir. Düşmanının maksadını ve hazır­lığını öğrenirse, karşı koyacak gücü de varsa-oturup beklemez, bilakis Rasû-lullah'ın (s.a.) Huneyn'de Hevâzinlilerle karşılaşıncaya kadar yürüdüğü gibi düşman üzerine yürür.

2—  Devlet başkanı, düşmanlarıyla savaşmak için-müşriklerden ödünç silah ve diğer teçhizatı alabilir. Rasûlullah (s.a.) o gün müşrik olan Safvan'-dan çok sayıda zırhı ödünç almıştı.

3— Allah'a tevekkülün tam anlamıyla gerçekleşebilmesi için, o konuda yapılması gereken her işi yapmak ve bütün sebeplere sarılmak lâzımdır. Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı, tevekkül bakımından da insanların en mükem­meli oldukları halde, bütün silahlarla donatılmış olarak düşmanlarının karşısına çıkıyorlardı. Rasûlullah (s.a.), "Allah, seni insanlardan koruyacaktır." şeklinde Allah Teâlâ'jnn teminatına rağmen Mekke fethinde oraya girerken başına miğferini koymayı ihmal etmemiştir.

İslâmî ilimlerin künhüne vâkıf olamayan bazı sathî âlimler bu konuyu çeşitli yorumlara boğmuşlar; bazan Rasûlullah'ın bu davranışının yalnızca ümmetini eğitmeye yönelik olduğunu, bazan da yukarıda zikri geçen âyet-i kerimenin o zaman henüz nâzjil olmadığını söylemişlerdir. Halbuki bir ülke­de emirlerden birinin sormuş olduğu bir meseleye cevap verilirken, Ebu Ka­sım b. Asâkir'in et-Tarihu'l-Kebîr adlı eserinde şu hadis zikredilmiştir: "Ra­sûlullah (s.a.) bir yahudi kadının kendisine zehirli koyun ikram etmesinden sonra, ev sahibi yemeğe başlamadan o yemekten yemezdi."

Bazı âlimler, bu hadiste, sultanlar için güzel bir örnek bulunduğunu söy­lemişlerdir.

Bu konuya şöyle bir itirazda bulunulmuştur: Allah Teâlâ'nın: "Allah, seni insanlardan koruyacaktır." âyetiyle sizin söylediklerinizi bir arada nasıl düşünebiliriz? Allah Teâlâ, O'nu korumayı garanti etmişse, O da kesinlikle bilir ki hiç kimse kılına bile dokunamaz.

Bu itiraza cevaplar aranırken bazıları yukarıdaki hadisin zayıf olduğu­nu, bazıları da bu âyet ininceye kadar Rasûlullah'ın (s.a,) öyle davrandığını, bu âyet-i kerimenin inmesinden sonra o âdetini terkettiğini söylemişlerdir. Hal­buki onlar, Allah Teâlâ'nın teminat vermesi ile Rasûlullah'ın (s.a.) sebeplere sarılmasının birbirine zıt şeyler olmadığını düşünselerdi, zorlama sonucu yap­tıkları açıklamalara hiç gerek kalmayacaktı. Allah Teâlâ, İslâm dinini bütün dinlere üstün kılacağını haber verdiği halde; Rasûlû'ne de savaşmayı, düş­manına karşı kuvvet ve mühimmat hazırlamayı, onlara karşı uyanık olmayı, harp sanatının gerektirdiği bütün tedbir, dikkat, ciddiyet ve gizlilik prensip­lerine uygun hareket etmeyi emretmekten de geri durmamıştır. Çünkü bütün bunlar, Allah Teâlâ' mn hangi sebeplere yapışıhrsa hangi sonuçlara varılaca­ğı hususunda haber vermesi demektir. Rasûlullah (s.a.) Rabbım en iyi bilen, O'nun emirlerine en sıkı sarılan bir kimse olarak, Allah Teâlâ'nın hikmeti icabı, zafer kazanmayı, dinini diğer dinlerin üzerine çıkarmayı ve düşmanına galip gelmeyi kendisine dayandırdığı sebeplere yapışmayı- ihmal etmemiştir. Aynen bu konuda olduğu gibi Allah Teâlâ tebliğini tamamlayabilmesi ve di­nini açığa çıkarmak için Rasûlü'nün hayatını garanti etmiştir. Ama Rasûlul­lah (s.a.) normal bir insanın hayatını sürdürebilmesi için muhtaç olduğu ye­mek, içmek, giyinmek ve barınmak gibi tedbirlerin hepsini almıştır.

Bu husus birçok kimseyi yanıltmaktadır. Hatta bazı kimseler duayı bile terketme noktasına gelmiştir. Çünkü onlara göre şayet istenen şey ezelde takdir edilmişse, zaten kendiliğinden olacaktır; yoksa dua etmek sonucu değiştir­meyecektir. "Öyleyse dua ile uğraşmanın faydası nedir?" diye bir soru yö­neltmişler, sonra da âkılâne bir cevapla: "Dua etmek ibadettir." demişler­dir. O zaman yanlışı doğruya karıştıran bu adama denir ki: Bir kısım daha kaldı. O da şudur: Bir kimseye, belli bir sebebe yapışması sonucu isteğine ulaş­ması takdir edilmişse, bu demektir ki, sözkonusu sebebe yapışırsa arzusuna nail olacak, yoksa olmayacaktır. Yanılgı içindeki bu adam aynen: "Karnı­mın doyması takdirde varsa, yemek yesem de yemesem de doyarım. Şayet doymam takdir edilmediyse, yemek yesem de yemesem de doyamam. O hal­de yemek yemenin ne faydası var?" diyen kimseye benzer. Bütün bunlar ve bunun gibi düşünceler, Allah'ın hikmetini ve şeriatının ruhunu yok etmektir. Başarı Allah'tandır.

4— Rasûlullah (s.a.), Safvân'dan ödünç mal alırken teminat vermiş ve: "Bilâkis garanti edilmiş bir ödünçtür." buyurmuştur. Acaba bu söz şeriatın, âriye (ödünç) hakkındaki hükmünü haber vermek, Allah'ın bu konudaki hükj münü belirtmek, gasbediien eşyanın bedelinin ödenmesi gibi, âriyenin de be-j delinin ödenmesinin mümkün olduğunu bildirmek için midir? Yoksa âriyedtj bedelin geçersiz olduğunu, ödünç alınan eşyanın bizzat kendisinin verilmesi­nin lüzumunu haber vermek için midir? Bu sözün mânası: "Ben bunu geri vermeyi garanti ediyorum. Bu malın aynını sana getireceğim." mi demektir? Fakihler bu konuda ihtilâf etmişlerdir:

İmam Şafiî ve Ahmed, birinci görüşü benimsemişler ve: "Ödünç olarak alınan mal'telef olursa tazmin edilir." demişlerdir. İmam Ebu Hanife ile Mâlik de ikinci görüşü benimsemişler ve: "Ödünç olarak alınan malın bizzat kendi­sini geri vermek gerekir." demişlerdir. Bu-konuda Mâliki mezhebinde şöyle bir tafsilat vardır: Ödünç alınan mal, hayvan veya akar gibi gizlenmesi müm­kün olmayan cinsten ise, ödünç alan kimsenin yalan söylediği ortaya çıkma­dıkça, telef olması sebebiyle tazmin edilmez. Altın, gümüş v.s. gibi saklan­ması mümkün olan cinsten ise, telef olduğu isbat edilmediği müddetçe ta;-min edilmesi (bedelinin ödenmesi) mecburidir. Mâlikî mezhebinin konuya bz-kışı şöyledir: Âriye'nin —Ebu Hanife'nin dediği gibi— tazmini gerekmez. Ar -cak gerçeğe aykırı beyan da geçersizdir. Bu yüzden İmam Mâlik âriye'yi, sak­lanabilir ve saklanamaz olarak iki kısma ayırmıştır.

Bu meselenin esası Hz. Peygamber'in (s.a.) Safvân'a: "Bilâkis teminât altına alınmış, garanti edilmiş bir âriyedir," sözüdür. Acaba Rasûlullah (s.a.) bu sözüyle, yalnızca âriyenin aynısının geri verilmesinin mi, yoksa telef olursa bedelinin de geri verilmesininin mi lüzumunu anlatmak istemiştir? Yani bu hadisin mânası: "Telef olursa bedelini öderim mi demektir, yoksa, aldı­ğım bu ödüncü geri getirip iade etmeyi garanti ediyorum" mu demektir? Her iki şekilde de anlaşılması mümkün olan bu hadisin, şu üç sebepten dolayı alı­nan malı geri iade etme şeklinde anlaşılması daha doğrudur:

a)  Sözkonusu hadisin bir başka rivayetinde: "Bilâkis geri verilen — verilecek olan— bir ödünçtür." denilmekte ve bu rivayetten de geri verilme­sinin teminat altına alındığı anlaşılmaktadır.

b) Safvân, malının telef olması halinde ne olacağını sormamış, ancak bu malın kendisinden zorla mı gasbedileceğini, yani o vermek istemese de zorla mı elinden alınacağını sormuş ve Rasûlullah (s.a.) bu sorunun cevabı olarak: "Bilâkis geri vermek üzere aldığım bir ödünçtür." buyurmuştur. Şayet: "Telef olduğu zaman ne olacak, korkarım ki bu mal elimden çıkar?" diye sorsaydı, cevap olarak: "Telef olursa bedelini ödemeyi garanti ediyorum." demesi da­ha münasip olurdu.

c) Ödeme sıfatı, bizzat âriye (Ödünç mal) için kullanılmıştır. Şayet tele­fin teminatı kastedilseydi; o durumda ödeme, âriye için değil, âriyenin bedeli için olurdu. Bu hadiste ödeme (teminat, garanti, tazmin etmek) âriyenin sı­fatı olunca, mana da: "Âriyenin bizzat geri verilmesi " şeklinde olmuştur.

Soru: Bu hadisin devamında anlatıldığına göre bazı zırhlar kaybolmuş, Hz. Peygamber (s.a.) de bedelini ödemeyi teklif etmiş, fakat Safvân: "Ben bugün İslâm'ı daha çok istiyorum." diyerek bu teklifi geri çevirmiştir. Aca­ba Rasûlullah'm (s.a.) bu teklifte bulunması vacip mi idi, yoksa yapılması daha evla olan müstehab bir iş, bir üstün ahlâk örneği ve İslâm şeriatının gü­zelliklerinden bir lütuf rnu idi?

Cevap: Allah Rasûlü'nün (s.a.) tazminat ödemeyi teklif etmesi, yani ikinci şıkkı tercih etmek mümkün olabilir. Çünkü ödemesi vacip olsaydı, teklifte bulunmadan hemen gerekli meblağı öder ve: "Bu, senin hakkındır." derdi. Tıpkı ödünç aldığı mal telef olmasaydı, geri verip vermemeyi teklif etmeden doğrudan doğruya âriyeyi götürüp iade edeceği gibi. Bu noktayı iyi düşün.

5— Savaş halinde şayet lüzum görülürse, düşman askerinin bindiği at veya devenin ayaklarının kesilmesi caizdir. Hz. Ali'nin (r.a.) kâfirlerin bay­rağını taşıyan askerin bindiği devenin ayaklarım kesmesi bu kabildendir. Za­ruret hali sözkonusu olduğu için hayvana işkence etmek kabilinden —ki Al­lah Teâlâ bunu nehyetmiştir— sayılmaz.

6—  Hz. Peygamber (s.a.), kendisini öldürmeye yeltenen kimseyi affet­miş, onu hemen cezalandırmamış, bilâkis ona dua edip göğsünü sıvazlamış ve cok yakın ve samimi bir dost gibi davranmıştır.

7— Bu gazada Hz. Peygamber'in (s.a.) Nebî ve Rasûl olduğuna dair bir­çok mucizeler ve alâmetler ortaya çıkmıştır. Şeybe'ye, kalbinden geçirdikle­rini haber vermiş, bütün ordu bozguna uğrayıp kaçışırken Rasûlullah (s.a.) sebat gösterip hiç kımıldamamış, müşrik askerleri karşısında hücuma kalkarken şöyle demiştir:

"Ben Peygamberim, yalan yok, Ben Abdülmuttalib'in oğluyum."

8— Attığı bir avuç toprak kâfirlerin gözlerine kadar ulaşmış ve bütün küffârın gözlerini dolduracak kadar da bereketlenmiştir. Bunların dışında miı'-minlere yardımda bulunmak için melekler inmiş, kâfirler ve bazı müslüman-lar bunu açıkça görmüşlerdir.

9— Devlet başkanı, kâfirlerin İslâm'a girerek itaatta bulunmasını bek­lemek maksadıyla ganimetlerin paylaştırılmasını geciktirebilir. Daha sonra da esirlerini ve ganimetlerini iade edebilir. Huneyn gazasında cereyan eden bu olay, "Ganimete, paylaştırıldıktan sonra mâlik olunur, yalnızca istilâ edip ele geçirmekle değil." diyenlere delil teşkil etmiştir. Çünkü şayet yalnızca ele-geçırmekle ganimete sahip olunsaydı Rasûlullah (s.a.), —İslâm'a girerlerse^ onlara geri vermek için beklemezdi. Buna göre payına ganimet düşecek bjir asker, ganimetin paylaştırılmasından önce vefat ederse, onun payı diğer as­kerlere verilir, ölenin mirasçılarına kalmaz. Ebu Hanife'nin mezhebi bu gö­rüşü kabul etmiştir. Ganimet ele geçirilir, ama taksim edilmeden ölürse mi­rasçısı bir şey alamaz, taksimden sonra ölürse ona düşen pay mirasçısına ka­lır.

Hz. Peygamber'in (s.a.) Kureyşlilere ve müellefe-i kulûba (kalpleri İs­lâm'a ısındırılmak istenenlere) vermiş olduğu mallar asıl ganimet malından mıydı, yoksa ganimetten çıkarılan beşte birlik paydan mı idi, yoksa sözko­nusu beşte birin beşte biri miydi? İmam Şafiî ve Mâlik (r.h.) demişlerdir ki: Beşte birlik kısmın beşte birindendir. Bu oran, Allah tarafından Rasûlü (s.a.) için ayrılan bir pay ve O'na tanınan bir haktır. Safiy (ganimet mallarından devlet başkanına verilen hususî pay) ve ganimetten alacağı pay bunun dışın­dadır. Çünkü Rasûlullah (s.a.) bu mallan verirken, savaşa katılan ve gani­metten pay almaya hak kazananlardan izin istememiştir. Şayet verdiği mal­lar ganimetin aslından olsaydı, onlardan izin istemesi gerekirdi. Çünkü, ar­tık bu malların mâliki durumundadırlar. Beşte birlik kısımdan olduğu da soylenemeî;ji; çünkü daha sonra ganimet beş hisseye taksim edilmiştir. O halde beşte bil lik kısmın beşte birindendir. İmam Ahmed ganimetin, beşte dörtlük paydan /eriteceğini söylemiş, Kureyşlilere ve müellefe-i kulûb'a verilen mal­ların bu paydan olduğunu belirtmiştir. Rasûlullah (s.a.) kabile reislerini ve mensup oldukları kavimleri İslâm'a kazanmak için ihsanda bulunmuştur. Bu­nun böyle olması, ganimetin beşte biri çıkarıldıktan sonra onun üçte birinin veya dörtte birinin verilmesinden evlâdır. Çünkü bu ihsanda, İslâm'ın ve müs-lümanların kuvvetlenmesi ve düşmanlarının kendi saflarına çekilmesi gibi mu­azzam faydalar vardır. Nitekim bazılarının: "Rasûlullah (s.a.) yeryüzündeki insanlar içinde en çok nefret ettiğim bir insan iken, bana ihsanda bulundu ve bu ihsanı devam etti, sonunda benim için bütün insanların en sevimlisi ol­du." şeklindeki sözleri bu hakikata işaret etmektedir. İslâm'a ve müslüman-lara kuvvet ve ihsan kazandıran, küfrü ve kâfirleri zillete dûçâr eden, kızdık­ları zaman bütün tebaalarının kızdığı, hoşnut oldukları zaman da tebaaları­nın hoşnut kaldığı, müslüman olduğu zaman kendisine tâbi olanların tama­mının müslüman olduğu aşiret ve kabile reislerini İslâm safına çeken bir ih­sanın makamı ve mevkii ne muazzamdır ve bu ihsan, İslâm ve ehl-i İslâm için ne kadar faydalı ve yararlıdır!

Şu husus herkesçe bilinmektedir: Ganimetler, Allah'a ve Rasûlü'ne ait­tir. Allah Rasûlü (s.a.) bu ganimetleri, Allah'ın emrettiği şekilde taksim eder, bu emrin dışına çıkmaz. Ganimetlerin tamamını söz konusu şahıslara versey­di bile adaletten, hikmete ve maslahata uygun hareket etmiş olmaktan uzak­laşmış sayılmazdı. Zül'I-Huveysıra et-Temîmî ve benzerlerinin gözleri körle-şip bu maslahatı göremez hale gelince Rasûlullah'a (s.a.): "Adaletle hareket etmedin, âdil ol!", bir başkası: "Bu taksimde Allah'ın nzası gözetilmiş de­ğil!" gibi sözler söyleyebilmişlerdir. Allah'a yemin olsun ki bu şahıslar, Ra-sûlullah'ı tanıma, O'nun Rabbını tanıması, Rabbına itaat etmesi, Allah için vermesi ya da vermemesi gibi konularda bütün yaratıkların en cahilleridirler. Ganimetleri dilediği gibi taksim etmek Allah'ın hakkıdır. Dilerse Mekke'nin fethinde olduğu gibi bütün mücahidleri ganimetten meneder, halbuki onlar süvari ve piyade olarak Mekke'ye girmiş ve orayı fethetmişlerdi. Dilerse gök­ten ateş yağdırarak bütün ganimetleri yok eder. O, bütün bu tasarruflarında adaletlilerin en âdili ve hikmet sahiplerinin en hakimidir. Yaptığı bu işlerin hiçbiri boş ve abes değildir. Bilâkis bütün bu tasarruflar maslahat, hikmet, ada^t ve rahmetin bizzat kendisidir. Kaynağı da ilminin, izzetinin, hikmet ve rahmetinin kemâlidir. O, kendilerini Rasûlullah'ın (s.a.) beraberliğinde ve önderliğinde yuvalarına döndürdüğü kavim (Ensâr) üzerine nimetini tamam­lamıştır. Bu nimetin kıymetini takdir edemeyenleri de koyun ve deve ile hoş­nut etmiştir. Bu tıpkı küçük bir çocuğa akimin ve bilgisinin erdiği kadarını

vermek, aklı başında jâlgun bir insana da durumuna göre ihsanda bulunmak gibidir. Bu durum Allah'ın fazlından ve keremindendir. Allah (c.c.) mahlu-kâtından hiç kimsenin kontrolü ve baskısı altında değildir ki onlar akıllarına göre bazı şeyleri Allah'a vacip, bazı şeyleri de haram kılsınlar. Peygamber'i (s.a.) ise O'nun emirlerinin uygulayıcısıdır.

Soru: Bir vakit gelse ve devlet başkam düşmanlarına karşı da böyle dkv-ranmak (ihsanda bulunmak) zorunda kalsa, bu onun için caiz olur mu?

Cevap: Devlet başkanı bütün müslümanlann vekilidir, onların maslaha­tı ve dinin ayakta durması için çalışır. Şayet o, İslâm'ı ve İslâm beldelerini müdâfaa etmenin İslâm düşmanlarının başkanlarının gönlünü kazanarak müs-lümanlan şerlerinden korumanın bu yolla mümkün olacağına kanaat getirir­se böyle davranması caiz olur, hatta başka türlü davranamaz. Şeriat da bun­dan başkasına cevaz vermez. Çünkü onlara ihsanda bulunmamak bir fesada sebep olacaksa, başka türlü hareket etmek düşünülemez. İslâm şeriatında muh­temel bir fesat, düşmanın kalbinin ısındırılması fırsatının kaçırılmasından daha büyük bir şer olarak kabul edilir. Şeriat, küçük fesada tahammül göstererek daha büyüğünü defetmek ve küçük maslahatların eiden çıkmasını göze ala­rak daha büyük maslahatlar temin etmek esaslarına dayanır. Hatta din ve dünya maslahatları bile bu iki temel üzerinedir. Başarı Allah'tandır.

10— Peygamberimiz (s.a.): "Kim gönüi hoşluğu ile vermezse, bundan sonra Allah'ın bize ihsan edeceği ganimet malından altı hisse vaadediyorum." buyurmuştu. Rasûlullah'in (s.a.) bu sözünde, köle ve hayvanların kendi cinsleri karşılığı satışlarında vâde ve fark uygulanmasının caiz olduğuna delil vardır.

Sünen'dt Abdullah b. Amr hadisinde şöyle denilmektedir: Rasûlullah (s.a.) ona (Abdullah b. Amr'a) orduyu techizatlandırmasını emretti. Bu ara­da yeterli sayıda deve bulamadılar. Rasûlulfah (s.a.) zekât develerinden öden­mek üzere deve temin etmesini emretti. (Bu emir üzerine) zekât mevsimi ze­kât olarak gelecek develerden iki deve vermek üzere bir deve alıyordu.[27]

Yine Sünen'de İbn Ömer'den, Rasûlullah'ın (s.a.) bir hayvanı diğer hay­van karşılığında vadeli olarak satmaktan menettiği rivayet edilmiştir. Tirmizî bu hadisi, Hasan—Semüre yoluyla rivayet etmiş ve sahih olduğunu söyle-miştir.[28]

Sünen-i Tirtnizî'de Haccâc b. Ertât —Ebu'z-Zübeyr—Câbir yoluyla Ra-sûlullah'ın (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bir hayvanı iki hayvan karşılığında vadeli olarak vermek uygun olmaz, peşin olursa beis yoktur." Tirmizî; "Bu hadis hasendir." demektedir.[29]

Bu hadislerde zikredilen konu hakkında İslâm âlimleri dört ayrı görüş belirtmişlerdir. Bu görüşlerin tamamı İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir:

1) Farklı veya eşit miktarda, vadeli veya peşin, her halükârda bu alışve­riş caizdir. Ebu Hanife ve Şafiî'nin (r.h.) mezhebi budur.               

2)  Farklı miktarda ye vadeli olursa caiz değildir.                     

3) Vâde ve miktar farkı aynı alışverişte yanyana gelirse haram olur. Sa­dece vâde farkı veya sadece miktar farkı bulunursa caizdir. Bu görüş İmam Mâlik'e (r.h.) aittir.

4) Aynı cinsten olduğu takdirde miktar farkı caiz, vâde farkı haramdır. Cinsler değiştiği zaman vâde farkı da miktar farkı da caiz olur.

Yukarıda zikredilen hadisler ve aralarını telif etme hususunda üç yol vardır:

Birinci yol: Hasan—Semüre yoluyla gelen hadis zayıftır. Çünkü ondan yalnızca iki hadis gelmiştir. Bu hadis o iki hadisten biri değildir. Haccâc b. Ertât hadisi de zayıftır.

İkinci yol: Hadislerden hangisinin önce hangisinin sonra vârid olduğu bilinmemekle beraber birinin diğerini neshettiği iddia edilmiştir.

Üçüncü yol: Hadisler muhtelif hallere hamledilmiş, bu da şöyle olmuş­tur: Bir hayvanı diğer bir hayvan karşılığı vadeli olarak satmanın nehyedil-mesi, vadeli satıldığı zaman faize yol açacak mallarda da aynı uygulamaya gidilmesini önlemek içindir. Satıcı, bu çeşit satışta kâr gördüğü zaman sade­ce o cins malların satışıyla yetinmeyecek, kâr etme arzusu onu, vadeli satıldı­ğı zaman faiz kabul edilecek satışlara da yöneltecektir. Bu durumu önlemek için Hz. Peygamber (s.a.), ancak peşin satışa izin vermiş, vadeli satışı menet-mistir. (Haram olduğu için değil de) harama vesîle olduğu için yasaklanan şeyler, tercih edilen bir maslahat sözkonusu olunca mubah olur. Tıpkı arâyâ satışında müzâbenenin'[30] bu gerekçe ile mubah kılınması, bu sebeple ihtiyaç duyulan şeyin de mubah olması gibi. Yukarıda zikredilen kıssadaki bir hay­vanın başka bir hayvan karşılığında vadeli olarak satılmasının mubah kılın­ması da bu sebeptendir. İbn Ömer hadisi, savaş sırasında ve müslümanların asker teçhizatına ihtiyaç duydukları bir zamanda vârid olmuştur. Askerî tec-hizatlandırmakdaki maslahatın, bir hayvanı diğer bir hayvan karşılığı vadeli olarak satmadaki mefsedetten daha üstün olduğu bilinmektedir. İslâm şeria­tı üstün bir menfaati daha düşük derecedeki bir menfaat yüzünden menet-mez. Savaşta iken ipek elbise giymenin ve mütekebbir bir tavır takınmanın caiz olması, hep aynı sebebe dayanmaktadır. Çünkü harbte bunların menfa­ati daha üstündür. Hz. Peygamber'in (s.a.) Eyle krah tarafından hediye edi­len ipek cübbeyi bir müddet giyip, böylece hediye edenin gönlünü hoş edip ondan sonra çıkarması da bu kabildendir. Bu hâdise ipek giymenin müslü-man erkekler için yasaklanmasından sonradır. Biz bu soruyu, et-Tahyîr fima Yahillu ve Yahrumu min Libâsi'l-Harîr adlı kitabımızda bütün tafsilatıyla açık­lamış ve orada bu hâdisenin hicretin 9.yılı olan "elçiler senesi"nde vukûbuî-duğunu belirtmiştik. İpek elbise giymenin yasak edilmesi bu seneden önce idi. Rasûlullah'ın (s.a.) Hz. Ömer'e vermiş olduğu ipek elbiseyi giymesini yasak­laması, Hz. Ömer'in de o elbiseyi müşrik olan kardeşine giydirmesi belirtti­ğimiz hususun delilidir. Bu olay Mekke'nin fethinden önce idi. Rasûlul­lah'ın (s.a.) Eyle kralı tarafından hediye edilen ipek cübbeyi giymesi Mek­ke'nin fethinden sonra idi. Yine Hz. Peyamber'in (s.a.) güneş doğmadan ön­ce (yani sabah namazından sonra) ve ikindi namazından sonra namaz kılma­yı yasaklaması da kâfirlere benzeme yolunu tıkamak gibi bir sebebe dayanır. Ancak farz veya sünnet namazların kaza edilmesi, cenaze namazı ve tahiyyetü'l-mescid namazının kılınması gibi üstün maslahatların bulunduğu hallerde sözkonusu vakitlerde namaz kılmayı mubah kılması da aynı kabil­dendir. Çünkü bu durumlarda namaz kılmayı gerektiren maslahat, namaz kı­lınmasını engelleyen mefsedetten daha üstündür. En iyi bilen Allah'tır.

11— Bu olay akidlerde, (alışverişte) her iki tarafın (satıcı ve müşterinin) karşılıklı ittifakları ve rızaları, olduğu takdirde (malın bedelinin ödenmesi için) herhangi bir vakit belirlememelerinin caiz olduğuna delil teşkil etmektedir. İmam Ahmed b. Hanbel, kendisinden yapılan bir rivayette muhayyerlik müd­detinin, sınırsız olmasının caiz olduğunu söylemiştir. Kesin kararların;, ve­rinceye kadar bu müddetin devam etmesi caizdir. Tercih edilen görüş budur. Çünkü bunda bir mahzur yoktur. Alıcı ve satıcıdan herbiri bilerek ve sözleş­menin gereğini anlayarak karar vermişlerdir. Her iki tarafın bu konudaki bilgisi eşittir. Birinin diğerine üstünlüğü sözkonusu değildir, bu sebeple de ortada herhangi bir haksızlık yoktur.

12—  Bu gazada RasûluIIah (s.a.): "Kim bir kâfiri öldürür, onu öldür­düğüne dair delil de getirirse; ölenin üzerinden çıkan eşyaya (seleb)sa.hip olur."[31] buyurmuştur. Bundan önceki gazada da aynısını söylemişti. Fakih-ler, bu hadisin ifade ettiği hüküm üzerinde ihtilâf etmişlerdir. Acaba bu eşya komutanın şartı ile mi, yoksa şeriatın hükmüyle mi ona ait olur? İmam Ah-med'in her iki şekilde de fetva verdiği rivayet edilmiştir.

Birincisi: Bu eşya şer'an kâfiri öldüren mücahidindir. Devlet başkanı ve komutanın şart koşup koşmaması önemli değildir. İmam Şafiî de bu görüşü benimsemiştir.

İkincisi: O mücahid, komutanın şartı olmadan bu eşyaya sahip olamaz. İmam Ebu Hanîfe bu görüşü benimsemiştir. İmam Mâlik ise şöyle demiştir: Komutanın şart koşması ve bu şartın da savaştan sonra olması kaydıyla bu eşyayı almaya hak kazanır. Savaştan sonra şart koşsa caiz olmaz. İmam Mâ­lik der ki: Benim bildiğim, Rasûlullah'm (s.a.) bu sözü sadece Huneyn gaza­sında söylediğidir. Hz. Peygamber (s.a.) ganimet taksimini savaş bittikten sonra yapmıştı.

Bu ihtilâfın kaynağı şudur: RasûluIIah (s.a.), devlet başkanı, hâkim, müftü ve peygamber idi. Bazan peygamber olarak hüküm veriyor ve bu hükümler, kıyamet gününe kadar yürürlükte kalacak umumî kanunlar oluyordu. Mese­lâ: "Her kim bizim şu dinimizde, ondan olmayan bir şey icad ederse, o (icad) reddohmmuştur."[32] "Kim, başkalarının tarlasına sahihlerinin izni olma­dan ekim yaparsa, o tarlanın mahsûlünden hiç bir şey alamaz. Ancak mas­rafları ödenir."[33] hadisleri bu kabildendir. Bir şahit ve bir yeminle[34] hüküm vermesi ve taksim olunamayan şeylerde şüf'a hakkına[35] hükmetmesi yine bu kabildendir.

Bazan müftü olarak fetva veriyordu. Meselâ: Ebu Süfyan'm karısı Hind bt. Utbe Rasûlullah'a (s.a.) kocasının cimriliğinden şikâyetçi olmuş, kendisi-, ne yetecek miktarı vermediğini söylemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Onun malından mâruf veçhile (zulme ve israfa kaçmadan) sana ve oğulları­na yetecek kadar al!" buyurmuştur[36] Bu bir fetvadır, bir hüküm değildir. Çünkü Allah Rasülü (s.a.) ne Ebu Süfyan'ı çağırmış, ne de hakkındaki iddi­ayı cevaplandırmasını istemiştir. Hind bt. Utbe'den de iddiasını isbatlamâsı-nı talep etmemiştir.

Bazan da devlet başkanı sıfatıyla o vakitte, o yerde ve o durumda İslâm ümmetinin maslahatı istikametinde konuşuyordu. Kendinden sonra gelen dev­let başkanlarının zaman, mekân ve durum olarak Rasûlullah'm (s.a.) masla­hat gördüğü hususları gözetmeleri gerekmektedir. Rasûlullah'tan (s.a.) ha­ber vârid olan bu tür konuların çoğunda imamların ihtilâfa düştüğünü gör­mekteyiz. Meselâ: "Kim bir kâfiri öldürürse, üzerindeki eşyası onundur." hadisini devlet başkanı sıfatıyla mı söylemiştir ki bu sözün hükmü devlet baş­kanları ile ilgili olsun? Yoksa Nebî ve Rasûl sıfatıyla mı söylemiştir ki o du­rumda umûmî bir kanun hükmüne geçsin? Aynı şekilde: "Kim, ölü bir ara­ziyi ihya ederse (tarıma elverişli hale getirirse); orası onundur."[37] buyurması, devlet başkanının izni olsun olmasın herkes için bu hakkı isbat eden umumî bir kanun mu sayılmaktadır? Yoksa konu, devlet başkanına bırakılmış, onun izni olmadan kimse o araziye sahip olamaz mı? İmam Şafiî ve Ahmed'in mez­heplerinde birinci görüş daha çok kuvvet kazanmıştır.

İkinci görüşü Ebu Hanife (r.h.) benimsemiştir. İmam Mâlik ise ihya edilen araziyi, 1) Konumu itibariyle kimsenin ilgilenmediği ve yerleşme yerlerine çok uzak bölgeler, 2) Herkesin sahip olmak istediği yerler, olarak ikiye ayırmış­tır. Bu bölgelerin ilki için devlet başkanının izninin gerekmediğini, ama ikin­cisi için bu iznin şart olduğunu söylemiştir.

13— Rasûlullah'ın (s.a.): "Onu öldürdüğüne dair delil getirirse..." sö­zü, iki meseleye işaret etmektedir:

Birincisi: Kâfiri öldüren kimsenin, yalnızca böyle bir iddiada bulunma­sı onu maktulün eşyası üzerinde hak sahibi kılmaz.

İkincisi: Bu iddianın isbatı için bir şahit ve bir yemin yeterlidir. Buharî ve Müslim'in Sc/iz/îlerinde, Ebu Katâde'den şöyle bir rivayet yer almakta­dır: Huneyn (harbi) yılında Rasûllah (s.a.) ile birlikte (gazaya) çıktık. İki or­du karşılaşınca müslümanlarda bir bozulma oldu. Derken müşriklerden bir adam gördüm ki müslümanlardan birini alt etmişti. Hemen ona dönerek ar­kasından yanma geldim ve boynunu vurdum, ama bana dönerek beni öyle bir sıktı ki ölümün kokusunu duydum. Sonra can vererek beni bıraktı. Aka­binde Ömer b. Hattâb'a yetiştim. O: "Bu insanlara ne oldu?" dedi. Ben de: "Allah'ın emri!" dedim. Sonra cemaat döndü. Rasûluliah (s.a.) da oturdu ve: "Bir kimse birini öldürür de onu öldürdüğüne dair delili de bulunursa, ölenin üzerindeki eşyası onun olur." dedi. Bunun üzerine ayağa kalktım ve: "Bana kim şahitlik eder?" dedim ve oturdum. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) aynı sözleri tekrarladı. Ben de tekrar ayağa kalktım ve: "Bana kim şahitlik edecek?" dedim. Rasûluliah (s.a.) üçüncü defa aynı sözleri söyledi, ben yine ayağa kalktım, fakat Rasûluliah (s.a.): "Sana ne oldu ey Ebu Katâde?" diye sordu. Ben de olanları kendisine anlattım. Bunun üzerine cemaattan bir adam: "Doğru söyledi yâ Rasûlallah! Onun öldürdüğü şahsın üzerindeki eşyası ben­dedir. Hakkından dolayı Ebu Katâde'yi razı ediver (de bende kalsın)." Ebu Bekir Sıddîk ise: "Hayır, vallahi bu olmaz. Hz. Peygamber (s.a.), Allah ve Rasuiü'nün yolunda cenk eden Allah arslanlanndan bir arslanın hakkını çiğneyerek onun eşyasını sana vermez.'* dedi. Bunun üzerine Rasûluliah (s.a.): "Doğru söyledi. Bunu ona ver." buyurdu ve bana verdi. Sonra zırhı sattım da onunla Selemeoğullan toprağında bir bahçe satın aldım. İşte İslâm'da ilk edindiğim mal budur.[38]

Bu meselede üç görüş vardır: Yukarıda zikredilen husus birincisidir ve İmam Ahmed'in mezhebinin bir açıklamasıdır. İkincisi: Mutlaka bir şahit ve yemin gerekir. İmam Ahmed'in bu görüşü de benimsediği rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: —İmam Ahmed'e nisbeti en sağlam olan görüş budur— mutlaka iki şahit gerekir. Çünkü bu, bir öldürme iddiasıdır, iki şahit olmadıkça bu iddia kabul edilmez.

14— Bu olayda bir başka meseleye de delil bulunmaktadır. O da şahit­likte, "şahitlik ederim ki" sözünün söylenmesinin şart olmadığıdır. Her ne kadar Hanbelî mezhebindeki âlimler nezdinde meşhur olan görüş bu sözün söylenmesinin şart koşulması İse de, İmam Ahmed'den gelen rivayetlerin en sahihine göre şart değildir. Mâliki mezhebinde de böyledir. Üstadımız (İbn-Teymiye) demiştir ki: "Sahabî veya tabiinden şehadet sözünü şart koşan bir kimse bilinmemektedir." İbn Abbas (r.a.) dedi ki: "Yanımda sözüne güve­nilir bazı kimseler şahitlik yaptılar. Hz. Ömer (r.a.) de onlara muvafakat etti ki Rasûluliah (s.a.) ikindi ve sabah namazlarından sonra nafile namaz kılmayı yasakladı." Bu şahısların "şahitlik ederim" sözünü, yalnızca haber vermek manasında kullandıkları bilinmektedir. Mâiz hadisinde de: "Dört defa ken­di aleyhinde şahitlik yapınca, onu recmetti." denilmiş ve buradaki şahitlik­ten, sadece haber verme mânası kastedilmiştir. Aynı şekilde Allah Teâlâ'nın: "Allah'la beraber başka tanrılar bulunduğuna gerçekten siz mi şahitlik edi­yorsunuz? de. Ben şahitlik etmem! de."[39] "Kendi aleyhimize şahitlik ede­riz, derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına yine kendileri şahitlik ettiler. "[40], "Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder, onu kendi ilmi ile indirmiştir. Melekler de şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah kâfidir."[41]"İkrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı? demişti. Kabul ettik! demişlerdi de: 'O halde şa­hit oiun, ben de sizinle beraber şahitlerdenim.' demişti."[42] "Allah, kendi­sinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. Melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri de O'ndan başka tanrı olmadığına şahitlik ettiler. "[43] âyetleri ile bunlardan başka birçok âyet ve hadis "şahitlik" sözünün haber vermek mânasında kullanıldığını göstermektedir.

İmam Ahmed ve Ali b. el-Medînî cennetle müjdelenen on kişi hakkında konuşuyorlardı. AH b. el-Medînî: "Ben; 'Onlar cennettedir' derim. 'Şahitlik ederim ki onlar cennettedir' demem." dedi. Bunun üzerine İmam Ahmed: "Ne zaman onlar cennettedir, dersen —bu sözüne— şahitlik etmiş olursun." dedi. İmam Ahmed'in bu sözü, şahitlik sırasında "şahitlik ederim" lafzının kullanılmasının şart olmadığını açıklamaktadır. Ebu Katâde hadisi bu konu­daki delillerin en açığıdır.

Şayet, "Eşyanın yanında olduğunu haber veren kimsenin bu sözü ikrar —ve itiraf— sayılır, şehadet sayılmaz" denirse, şöylece cevap verilir: "Doğ­ru söyledi.'' demesiyle bu söz, ikrar ve şahitlik manalarının her ikisine de şa­mil olmuştur. O kâfiri öldürdüğüne şehadet ederken: "Eşyası yanımda" sö­züyle de itirafta bulunmuş olmaktadır. Rasûluliah (s.a.) eşya hakkındaki hük­münü şahid (delil)den sonra vermiştir. O adamın Ebu Katâde'yi tasdik etme­si şahit (delil)tir.

15_ Hz. Peygamber'in (s.a.): "Üzerinden çıkan eşya ona aittir." bu­yurması, bu eşyanın tamamının ona ait olduğuna delildir. Seleme b. Ekvâ'-birini öldürünce, onun için: "Üzerinden çıkan eşyanın hepsi ona aittir." bu­yurmak suretiyle bu hususa tamamen açıklık getirmiştir.

Bu meselede üç görüş vardır ve yukarıda zikri geçen husus bu görüşler­den birincisidir.

İkincisi: Bu eşya da ganimet malı gibi beşte birinin çıkarılmasına tâbi tutulur. Evzaî ve Şamlı âlimler bu görüşü benimsemişlerdir, tbn Abbas da sözkonusu eşyanın, ganimet âyetinde beirtilen sınırlar içine girdiği gerekçe­siyle bu görüştedir.

Üçüncüsü: Devlet başkanı eşyanın miktarını çok bulursa beşte birinin çıkarılmasına tâbi tutar, az bulursa tutmaz, tshak bu görüşü benimsemiş, Hz. Ömer de böyle yapmıştır. Saîd b. Mansûr, Sünen'indç İbn Sîrîn'den şu riva­yeti zikretmektedir: Berâ b. Mâlik, Bahreyn'de, düşman ordusunun başko-mutanıyla düelloya çıktı ve hasmını yaralayıp belini kırdı. Üzerindeki iki bi­leziği aldı. Hz. Ömer (r.â.), öğle namazını kılınca Berâ'nın evine geldi ve: "Biz selebi —ölenin üzerinden çıkan eşyayı— tahmis etmiyorduk (beşte biri­ni çıkarmıyorduk); fakat Berâ'nm seiebi çok büyük bir meblağa ulaştı, ben onu tahmis edeceğim." dedi. İslâm'da tahmis edilen ilk seleb, Berâ'nınki ol­du ve miktarı otuz bine ulaştı. (Bu üç görüş içerisinde) en sahihi birincisidir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) selebi tahmise tâbi tutmayıp "tamamı ona aittir." buyurmuştur. Rasûlullah'in (s.a.) ve daha sonra Hz. Ebu Bekir Sıddîk'ın sün­neti bu minval üzere devam etmiştir. Hz. Ömer'in (r.a.) uygulaması ise onun kendi içtihadıdır.

Bu hadis, selebin ganimetin aslından sayıldığına delâlet etmektedir. Ra­sûlullah (s.a.) selebin, öldürene ait olduğuna hükmetmiş; miktarına, kıyme­tine ve beşte birlik kısmın beşte birinden çıkarıldığına itibar etmemiştir. İmam Mâlik ise selebi beşte birin beşte birinden saymıştır. Yine aynı hadis ganimet taksiminden pay almaya hak kazanan ya da kadın, çocuk, köle ve müşrik gibi ganimette pay hakkı olmayan herkesin, selebi almaya hakkı olduğunu göstermektedir. İmam Şafiî, iki görüşünün birinde, ganimetten pay alama­yanın seiebi de alamayacağını söylemiştir. Çünkü ona göre köle, çocuk, ka­dın ve müşrik, üzerinde icmâ edilen ganimet payında hak sahibi olamazlarsa selebde de olmamaları daha evlâdır. Fakat hadisin lafzı, genel ifade olduğu için birinci görüş daha sahihtir. Çünkü seleb, devlet başkanının: "Kim şöyle şöyle yaparsa veya bir kaleye giden yolu gösterirse ya da bir kelle getirirse, ona şu mükâfat vardır." sözünün hükmüne göre geçerlilik kazanır ve bu sözde cihada teşvik vardır. Halbuki ganimet payı, hiçbir şey yapmasa bile sadece savaşa katılmakla da hak edilir. Seleb ise yapılan bir iş mukabili hakkedilir. Böyle olunca da ceâle (ödül)[44]' gibi değerlendirilir.                       

Yine bu hadis, bir mücahidin, sayıları ne kadar olursa olsun öldürdüğü bütün kâfirlerin selebini üstündeki (eşyalarını) almaya hak sahibi olduğuna delâlet etmektedir. Ebu Davud, Huneyn savaşında Ebu Taiha'nın yirmi kişi* yi Öldürdüğünü ve hepsinin eşyasını aldığını zikretmektedir[45]


[22] Tevbe, 9/26.

[23] Kasas, 28/5-6.

[24] Ebu Davud, 3023.

[25] Enial, 8/70.

[26] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/29-31.

[27] Ahmed, Müsned, 7025; Ebu Davud, 3357; Hâkim, 2/56, 57. Senedinde cehalet ve ıztırab vardır. Fakat Dârakutnî (s.318), İbn Vehb-İbn Cüreyc-Amr b. Şuayb-babası-dedesi yo­luyla rivayet etmiştir. Beyhakî, (5/287, 288) Dârakutnî'nin rivayet ettiği yoldan rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir. İbn Hacer de Fethu't-Bari'ât (4/347) buna işatet et­miştir.

[28] Sünen sahiplerinden hiçbiri İbn Ömer hadisini rivayet etmemiştir. Ancak Tirmizî: "Bu babda İbn Ömer'den de bir rivayet vardır" demektedir. Bu hadisi Tahâvî, Şerhu Maâni'l-Âsâr'dz (2/229) rivayet etmektedir. Şahidterdeki senedi hasendir. Hasan'ın Semüre yoluyla rivayet ettiği hadîsi Ebu Davud (3356), Nesâî (7/292), İbn Mâce (2270) nakletmişler-dır. Bu babda îbn Abbas'tan gelen bir rivayeti Abdürrezzak (14133), Dârakutnî (2/319) ve Tahâvî, (2/229) rivayet etmişlerdir. İbn Hibbân (1113) bunun sahih olduğunu söyle­miştir.

[29] Tirmizî, 1238; İbn Mâce, 2271; Tirmizî der ki: Haccâc b. Ertât ve Ebu'z-Zübeyr'in tedlîsi-ne rağmen şahitler yoluyla telâfi olunan bu hadis, hasen-sahih bir hadistir.

[30] Müzâbene: Ağaç üzerindeki henüz olgunlaşmamış hurma veya bağdaki üzümü bir önceki sene toplanmış hurma veya kuru üzüm karşılığı ve tahmin üzere satmak demektir. Hanbe-lîler'e ve Zâhirîler'e göre Araya yalnızca ağaç üzerindeki hurma karşılığında bir önceki seneye ait hurmanın satışı demektir.

[31] Buhari ve Müslim ittifakla rivayet etmişlerdir.

[32] Buharı, 53/5; Müslim, 1718.

[33] Ahi.,jd, Müsned, 3/415, 4/141; Ebu Davud, 3403; îbnMâce, 2466; Rafı' b. Hadîc hadi­sinden. Senedinde Şüreyk vardır, hıfzı zayıftır.

[34] Müslim, 1712.

[35] Buharı, 48/8; Ebu Davud, 3514. Câbir b. Abdiliah hadisinden.

[36] Buharı, 34/95; Müslim, 1714.

[37] Buhari, 41/15.

[38] Buharı, 57/18; Müslim, 1751.

[39] En'âm, 6/19.

[40] En'âm, 6/130.

[41] Nisa, 4/166.

[42] ÂI-İ İmrân, 3/81.

[43] ÂI-İ İmrân, 3/18.

[44] Ceâle: Elde edilmesi tahmin olunan bir maslahat mukabili ödenen ücrettir. Hayvanı kay­bolan bir adamın onu bulana belli bir ücret ödemesi gibi.

[45] Ebu Davud, 2718; Dârimî, 2/299. Senedi sahihtir. Ebu Davud: "Bu hadis hasendir." demiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/31-45.