๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 06 Temmuz 2011, 16:34:14



Konu Başlığı: Hudeybiye anlaşmasının içerdiği hikmetler
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 06 Temmuz 2011, 16:34:14
3— Hudeybiye Anlaşmasının İçerdiği Bir Kısım Hikmetler: [724]

 

Hudeybiye anlaşması, sebeplerini sağlamlaştıran Allah'tan başkasının tam? olarak anlayamayacağı kadar büyük ve yüce bir anlaşmadır. Ve neticesi de[ böyle olmuş, hikmeti ve rızasının gerektirdiği şekilde gerçekleşmiştir.       

1— Hudeybiye anlaşması, Allah Telâlâ'mn, Rasulü'nü ve ordusunu azız kıldığı, insanların grup grup Allah'ın dinine girdiği yüce fethin öncesinde bir başlangıç olmuştur. Bu anlaşma, yüce fethin kapısı, anahtarı ve önündeki ha­bercisidir. Bu, bir kader, ve bir kanun olarak hükmeylediği böyle muazzam, yüce işler öncesinde onları haber veren, onlara işaret eden birtakım mukad­dimeler ve hazırlıklar ortaya koyma kanunudur.

2— Bu anlaşma, en büyük ve en yüce fetihlerden biri oldu. Çünkü in­sanlar birbirlerinden emin olmuşlar, müslümanlar kâfirlerle bir araya gelmiş, onları İslâm'a davet etmeye başlamış, onlara Kur'an'ı dinletmiş ve onlarla İslâm hakkında güven içerisinde açıktan açığa tartışmışlardır. Müslümanlık­larını gizleyen kimseler kendilerini bu anlaşmayla açığa vurmuş ve Allah'ın girmesini dilediği kimseler mütareke müddeti içerisinde İslâm'a girmişlerdir.

Bu yüzden Allah Teâlâ, Hudeybiye anlaşmasını "apaçık bir fetih" olarak isim­lendirmiştir, îbn Kuteybe der ki: (Apaçık bir fetih'ten maksat) Senin için yü­ce bir hükmü ifa ettik, demektir. Mücâhid ise şöyle der: Bu, Allah'ın Hudeybiye ile Rasûlü için hükmettiği şeydir.

Meselenin aslı şudur: Fetih, -sözlükte- kapalı bir şeyi açmak demektir. Hudeybiye'de müşriklerle yapılan sulh, Allah açıncaya kadar kapalı ve sed çekilmiş bir vaziyette idi. Allah Rasûlü (s.a.) ile ashabının Kabe'yi ziyaretten engellenmeleri, anlaşmanın açılmasının sebeplerindendir. Dış görünüşte müs­lümanlar için zulüm ve haksızlık, işin aslında ise izzet, fetih ve zafer vardı. Alîah Rasûlü (s.a.) ince bir perde gerisinden önündeki yüce fethi, kuvveti ve zaferi görüyor ve müşriklerin kendisinden istedikleri, ashabtan çoğunun ve ileri gelenlerin bile tahammül edemediği her şartı kabul ediyordu. O (s,a.), hoşa gitmeyen bu durumun altında gizli olan, iyi olan şeyi biliyordu: ^...Ba­zen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi olabilir..,"[725]

"Kişinin sevdiği şeyler bazen sevmediği şeye sebep olduğu gibi Bazan da sevmediği şeyler sevdiği şeye sebep olur."

Allah Rasûlü (s.a.) bu şartlar altına, Allah'ın kendisine olan yardımına, desteğine ve akıbetin kendi lehine olacağına güveninden ötürü giriyordu. İna­nıyordu ki bu şartlar ve taşıdığı hükümler zaten zaferin kendisiydi. Şartlan ileri sürenlerin farkına varmadan ayaklandırdıkları ve kendileri ile savaşa gö­revlendirdikleri en büyük bir orduydu, bu anlaşma. Akabinde, kuvvet um­dukları yerden hor ve hakirliğe; kudret, şeref ve zafer gösterdikleri yerden de mağlubiyete uğratıldılar. Allah Rasûlü (s.a.) ve İslâm askerleri ise, Allah için ve O'nun yolunda haksızlığa katlandıkları, hezimete uğradıkları yerden galip ve üstün gelmişlerdir. Devir değişmiş, iş aksine dönmüştür. Bâtılla elde edilen azizlik hakla zillete; Allah yolundaki hezimet ise Allah'ın yardımıyla galibiyet ve üstünlüğe dönüşmüş; Allah'ın hikmet ve alâmetleri, vadini tas­dik ettiği ve akılların iç durumunu kavrayamayacağı Rasûlü'ne olan yardımı en mükemmel ve kâmil şekliyle ortaya çıkmıştır.

3— Bu anlaşmayı Allah Teâlâ, müminlerin iman ve bağlılıklarının, hoş­larına giden ve gitmeyen konularda Allah'ın hükmüne boyun eğmeye rızala­rının artmasına sebep kıldı. Bu anlaşma sayesinde Allah'ın hükmüne razı oldular, iVadini tasdik ettiler ve kendilerine verilen vadi beklediler. Dağların bile sarsıldığı bir zamanda en muhtaç oldukları bir vakitte Allah'ın, kalbleri-ne indirdiği sekinetle kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğunu gördüler. Allah onların üzerine kendisi sayesinde kalbleri mutmain olacak, ruhları kuvvet bu­lacak ve imanları artacak olan sekinetini indirdi.

4— Allah, Rasûlü ve mü'minler için karara bağladığı bu hükmü, bunda birtakım haksızlıklar ve kendisinden istenileni verme hususu bulunmasına rağ­men Rasûlü'nün geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlama, kendisine vereceği nimetini tamamlama, O'nu dosdoğru yola iletmeye; kendisine yüce galibiye­ti nasib etmeye, kendisinden razı olmaya Rasûlünü kendi emrine girdirmeye ve göğsünü genişletmeye sebep kılmıştır. Anlaşma Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabının kendisi sayesinde bütün bunları elde etmelerinin sebebi olmuştur. Bundan dolayı Allah Teâlâ bu hükmü bir mükâfat ve bir gaye olarak zikret­miştir ki bu da Allah'ın hükmü ve fethi yanında Hz. Peygamber (s.a.) ve mü'-minlerle kâim olan bir fiile karşı olur.

Allah Teâlâ'nın, burada Rasûlü'ne yapmış olduğu yardımı, nasıl azîz (üs­tün, şerefli) diye nitelemiş olduğunu ve sonra yine kalplerin en şiddetli şekil­de dalgalandığı bu yerde mü'minlerin kalplerine sekînet indirişini nasıl zikrettiğini bir düşün; ki burası sekînete en muhtaç yerdi. O sekinet sayesin­de imanlarına iman katılmıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, mü'minlerin, Rasûlü ile yaptıkları bîatlarını zikretmiş ve bu bîatı kendisine yapılan bir bîat sayarak teyîd etmiş, Allah Rasûlü'nün eli müslümanların elleri üzerinde iken kendi elinin müslümanlar üzerinde olduğunu te'kid etmiştir. Çünkü o, Rasûlü ve Nebîsidir. Rasûlü'yle yapılan akit kendisiyle yapılan akit ve yine Rasûlü'ne yapılan bîat da kendisine yapılan bîat mesabesindedir. Kim Rasûlüne bîat eder­se Allah'a bîat etmiş gibi olur ve Allah'ın eli Rasûlü'nün eli üzerindedir. Hacerü'l-Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ eli olduğuna [726] ve ona el sürüp onu öpenin sanki Allah ile musafaha edip O'nun sağ elini Öpmüş olduğuna göre, Allah Rasûlü'nün eli bu işe Hacerü'l-Esved'den daha elverişlidir. Son­ra Allah Teâlâ bu bîatı bozan kimsenin, bozmasının kendi aleyhine dönece­ğini ve bîata vefa gösteren kimsenin de büyük mükâfat alacağını bildirmiştir. Şu halde bîata vefa göstereni ve göstermeyeniyle bütün müslümanlar, Rasû­lü'nün lisanıyla İslâm ve İslâm hukuku üzerine Allah'a bîat etmişlerdir.

Sonra Allah Teâlâ, Peygamberine katılmaktan geri duran bedevilerin hal­lerini; Allah, kendi Resûlü'nü, dostlarını ve ordusunu perişan edip düşman­larını onlara galip getirecek ve böylece ailelerinin yanlarına asla dönemeyeceklerdir, şeklinde Allah hakkında besledikleri kötü zanlarıni zik­retti. Bu şekilde zanda bulunmaları Allah'ı, isimlerini, sıfatlarını ve Allah'a yakışan şeyleri bilmemelerinden ve aynı zamanda Allah'ın Rasûlü'nü hak­kıyla tanımamalarından, Rabbi'nin ve Mevlâsı'mn kendisine lâyık olduğu şe­kilde muamele edeceğini bilmemelerinden kaynaklanıyordu.

Sonra Allah Teâlâ, Rasûlü'ne karşı bîat altına girmeleri sebebiyle mü'-minlerden razı olduğunu bildirdi. Allah, müslümanların kalplerinde o vakit bulunan sadakat, vefa, gerçek itaat ve bağlanmalarını, diğer şeylere karşı Al­lah'ı ve Rasûlü'nü tercih edeceklerini bilmiş ve kalplerine sekîneti, tatmin-karlık ve hükme karşı rıza göstermeyi indirmiştir. Allah Teâlâ müslümanlara, hükmüne rıza göstermeleri ve emrine sabretmelerine karşılık yakın bir fethi ve elde edecekleri bol ganimetleri nasib etmiştir. İlk fetih ve ganimetler, Hay-ber'in fethi ve ganimetleri olmuş, sonra da kıyamete kadar fetihler ve gani­metler, sürekli kılınmıştır.

Allah Teâlâ müslümanlara, elde edecekleri bol ganimeti vadetmiş ve müs­lümanlar için bu ganimeti acele olarak gerçekleştirdiğini bildirmiştir. Bu hu­susta iki görüş vardır:

1)  Bu, müslümanlarla düşmanları arasında cereyan eden anlaşmadır.

2)  Hayber'in fethi ve Hayber ganimetleridir.

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "... İnsanların size uzanan elleri­ni önlemiştir."[727] Bunun tefsiri hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür: a) Mekkelilerin ellerini sizinle savaşmaktan önlemiştir, b) Yahudilerin ellerini, Allah Rasûlü'nün ashabıyla birlikte Medine'den çıkmasından sonra Medine'de kalanları yok etmelerini engellemiştir, c) Bunlardan maksat, Hayber halkı ile onlara yardım etmek isteyen Esed ve Gatafan kabilelerinden olan yardımcılarıdır.                                                                                   

Doğrusu ise, âyetin bunların hepsini içermesidir.

"İnsanlara bir delil olması için" âyet-i kerimesi hakkında denilmiştir ki: Bu, Allah'ın sizin için yaptığı bir iştir. Bu da, çok olmalarına rağmen düş­manlarınızın ellerini size kötülük yapmaktan engellemesidir. Çünkü o vakit Mekke ve civarında yaşayan halk, Hayber ve civarında yaşayan insanlar, Esed, Gatafân ve Arap kabilelerinin çoğunluğu onların düşmanlarıydı. Onlar, bu düşmanlar arasında vücuttaki bir benek gibiydiler. Buna rağmen onlara her­hangi bir zarar veremiyorlardı. Düşmanlarının ellerinin müslümanlardan ön­lenmesi; çokluklarına, şiddetli düşmanlıklarına, müslümanları abluk ya alarak her zaman, her yerde onları gözetlemelerine rağmen müslümanlara herhangi bir kötülük yapamamaları Allah Teâlâ'mn âyetlerindendir.

Yine denilmiştir ki: Bundan maksat Hayber fethidir. Allah Teâlâ Hay­ber fethini, inanan kulları için bir delil, ondan sonraki fetihler için de bir alâ­met kılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ müslümanlara, bol bol ganimetler ve yüce fetihler vaadetmiş ve onlar için Hayber fethini çabuklaştırmıştır. Bu fethi, kendisinden sonraki fetihler için bir delîl, müslümanlann Hudeybiye günün­deki sabırlarına ve hükme rıza göstermelerine ve memnuniyetle karşılamala­rına mukabil bir mükâfat ve teşekkür kılmıştır. Bu sebeple Hayber'i ve ganimetlerini, Hudeybiye'de hazır bulunanlara tahsis etmiştir.

Sonra Allah Teâlâ: "...Sizi dosdoğru yola iletmesi için..." buyurmuş­tur. İnananlar için yardım, zafer ve ganimetlerin yanı sıra hidayeti de ekle­miştir. Müslümanları hidayete erenler, yardım görenler ve ganimet elde edenler kılmıştır.

Sonra Cenab-ı Hak mü'minlere, o zamana kadar elde edemedikleri bol bol ganimetler ve başka fetihler vaadetmiştir. Bu fetihten maksat, Mekke fet­hidir, denilmiştir. İran ve Bizans imparatorluklarının fethi olduğu da söyle­nilmiştir. Ayrıca Hayber fethinden sonra yeryüzünün doğu ve batı taraflannda gerçekleşecek olan fetihlerdir de denilmiştir.

Allah Teâlâ, eğer kâfirler O'nun dostlarıyla (müslümanlarla) savaşa­cak olurlarsa, onların yardım görmeden gensin geriye döneceklerini, bunun kendilerinden önceki kullarına da tatbik ettiği ilâhî kanunu olduğunu ve bu kanunda hiçbir değişiklik bulunmadığını bildirmiştir.

Soru: Peki ama Uhud'da kâfirler müslümanlarla savaştılar, onlara kar­şı üstünlük sağladılar ve arkalarını dönüp kaçmadılar?

Cevap: Bu, daha başka bir yerde anlatılan bir şarta bağlı vaaddir ki, o da sabır ve takvadır. Bu şart Uhud'da, sabra aykırı düşen gevşeklikleri, tak­vaya aykırı düşen ihtilâfları ve itaatsizlikleri sebebiyle ortadan kalkmış, do­layısıyla müslümanları düşmanlarından yüz çevirtmiş ve şart ortadan kalktığı için de vaad gerçekleşmemiştir.

Sonra Allah Telâlâ, müşriklere karşı inananları üstün kıldıktan sonra bir­birlerinden ellerini çekenin kendisi olduğunu bildirdi. Bunu da bu hususta yüce hikmetler bulunduğu için yapmıştır. Şöyle ki: Mekkeliler arasında, müs­lümanlann bilmediği, imanlarını gizleyen müslüman olmuş kadın ve erkek­ler bulunuyordu. Şayet sizleri onlar üzerine salsaydı, savaş kalabalığında bilmeden onları öldürürdünüz ve onlardan da size düşmanlık ve vurulmayı haketmeyeni vurup öldürme gibi fecî bir durum isabet edecekti. Allah Teâlâ, imanlannı gizleyen bu zayıf kimselerden mü'minlere zarar gelebileceğini, bunun da sebebinin müminlerin onlara verdikleri zarar olacağını haber verdi.

Allah Teâlâ haber vermektedir ki, eğer o kimseler müşriklerden ayrılıp bir kenara çekilselerdi, elbette Allah Teâlâ müşrikleri ölüm, esaret veya baş­ka yollarla azaba uğratırdı. Fakat, Rasûlü aralarında iken kökten yoketme azabını Mekkelilerden uzaklaştırdığı gibi, bu imanlarını gizleyen zayıf kim­selerin aralarında bulunması sebebiyle de müşriklerden azabım uzaklaştırmıştır.

Sonra Allah Teâlâ kâfirlerin, gönüllerinde alevlendirdikleri kaynağı ce­halet ve zulüm olan cahiliye asabiyetini haber verdi. Bu asabiyet sebebiyle kâfirler, Allah'ın Rasûlü'nü ve kullarını Kabe'yi ziyaretten engellemişler, an­laşmaya "Bismillahi'r rahmani'r rahim" diye başlanmasını kabul etmemiş­ler, doğruluğunu bildikleri halde ve yirmi yıllık zaman içerisinde görüp dinledikleri deliller sayesinde peygamberliğinin gerçekliğini yakînen tanıma­larına rağmen Muhammed'in (s.a.) Allah Rasûlü olduğunu kabul etmemiş.-lerdi. Kendi takat ve iradelerinde olan diğer fiillerin kâfirlere izafe edildiği gibi, Allah Teâla, her ne kadar kendi kaza ve kaderiyle gerçekleşmişse de, gönüllerinde alevlendirdikleri bu cahiliyye asabiyetini de kâfirlere izafe etmiştir.

Allah Teâlâ, düşmanlarının kalplerinde bulunan cahiliyye asabiyetine mu­kabil, Rasûlü'nün ve dostlarının kalplerine sekîneti indirenin kendisi oldu­ğunu haber vermiştir. Sekînet, Allah Rasûlü'nün ve ordusunun nasibi; cahiliyye asabiyeti ise müşriklerin ve ordularının nasibi idi. Sonra Allah Teâlâ, inanan kullarına takva kelimesini bağlayıcı kıldı. Bu takva kelimesi, Allah'tan sakı­nılması gereken bütün kelimeleri içine alan bir cinstir, türünün en üstünü de ihlâs kelimesidir. Bu takva kelimesi, Bismillahi'r rahmani'r rahim ile tefsir edilen ve Kureyşlilerin, kendileri için bağlayıcılığını kabul etmedikleri keli­medir. Allah bunu dostlarına ve ordusuna bağlayıcı kılmış, lâyıkı olmayan yerden korumak için de bunu düşmanlarına haram kılmıştır. O, kelimeyi daha müstehak ve daha lâyık olana gerekli kılmış, yerli yerine koymuş; lâyık olmayan yere koymak suretiyle onu zayi etmemiştir. O, tahsis edeceği yeri ve konulması gereken yerleri hakkıyla bilendir.

Allah Teâlâ, Rasûlü'nün, Mescid-i Haram'a emîn olarak gireceklerine dair gördüğü rüyayı tasdik ettiğini ve bunun kesin olarak gerçekleşeceğini; fakat bunun zamanının bu yıl gelmemiş olduğunu haber verdi. Sizler bilme­seniz de Allah Teâlâ, bunun vaktine kadar ertelenmesindeki faydayı biliyor­du. Halbuki sizler, bunun acele olarak gerçekleşmesini istiyordunuz. Rab Teâlâ ise tehir edilmesi konusunda sizin bilmediğiniz fayda ve hikmeti biliyordu. Bu sebeple, Mekke fethi öncesi bir giriş, bir başlangıç olmak üzere yakın bir fetih müyesser kılmıştır.

Sonra Allah Teâlâ, bütün dinlerden üstün kılmak için Rasûlü'nü hida­yet rehberi Kur'an ve hak din ile gönderenin kendisi olduğunu bildirdi. Allah Teâlâ dinini yeryüzünün bütün dinlerinden üstün kılma ve tamamlama işini üzerine almıştır. Allah'ın bu işi üzerine alması, mü'minlerin kalplerini kuv-vetlerindirmek, onlara müjde vermek, ayaklarım sağlamlaştırmak ve kesin olarak gerçekleşecek bu vaad hakkında güven üzere bulunmalarını temin için­dir. Sakın ola ki, Hudeybiye'de Allah'ın düşmanlara göz yummasını ve üs­tün gelmelerini, düşmanına yardım ettiği, Rasûlü'nü ve dinini yalnız bıraktığı şeklinde anlam ayasınız. Rasûlü'nü gerçek dini ile gönderip O'na, dinini di­ğer bütün dinlerden üstün kılacağım vaadetmişken böyle bir şey nasıl olabilir!

Sonra Allah Teâlâ, Rasûlü'nü ve kendisi için seçtiği taraftarlarını zik­retti. Onları en güzel şekilde övdü. Onların Tevrat ve İncil'deki sıfatlarını zik­retti. Bunda, Tevrat'ı, İncil'i ve Kur'an'ı getirenlerin doğruluklarına en büyük delil vardır. îşte bunlar (sahabe), kendi haklarında meşhur olan bu sıfatlarla önceki kitaplarda da anlatılan kimselerdir. Yoksa kâfirlerin dedikleri gibi onlar, mülk ve dünyayı isteyen zorba kimseler değildir. Bu sebepledir ki, Şam hiris-tiyanlan müslümanları görüp, hal ve hareketlerini, adalet ve ilimlerini, mer­hametlerini, dünyaya önem vermeyip ahirete olan rağbetlerini müşahede ettiklerinde: "Mesih'e arkadaşlık edenler bu kimselerden daha üstün değil­lerdir." demişlerdir. Bu hıristiyanlar, sahabeyi ve faziletlerini, düşmanları ra-fızîlerden daha iyi biliyorlardı. Rafızîler ise sahabeyi Allah Teâlâ'nın şu ve benzeri âyetlerde vasıflandırdığının aksi ile vasıflandırıyorlar: "...Allah'ın doğ­ru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimi de saptırırsa, artık onu doğru yola götürecek bir rehber bulamazsın. "[728]
 

[724] Bü bölüm Fetih suresinin tercümesiyle birlikte okunursa daha iyi anlaşılır.

[725] Bakara, 2/216.

[726] Müellife yaraşan, -Allah ona rahmet etsin- Hatİb Bağdadî (Tarih, 6/328) ve daha baş­kalarının, îshak b. Bişr el-Kâhilî kanalıyla rivayet ettikleri mevzu hadisten alınan bu cüm­leyle kitabını lekelememesiydi. Hadis şöyledir: Îshak b. Bişr el-Kâhilî diyor ki: Ebu Ma'şer el-Medâinî'nin Muhammed b. Münkedir kanalıyla Câbir'den rivayetine göre Allah Ra­sûlü {s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hacerü'l-Esved, Allah'ın, yeryüzündeki sağ elidir, Al­lah onun sayesinde kullanyla musafaha eder." Ebu Bekir b. Ebî Şeybe, Musa b. Harun, Ebu Zür'a ve İbn Adiyy senedde geçen İshak b. Bişr el-Kâhilî'nin yalancı bir kimse ol­duğunu söylemişlerdir. Hadisin, İbn Asâkir'in kitabında (2/90/15) başka bir yoldan daha rivayeti vardır ki, hadisin ancak çürüklüğünü artırır. Çünkü bu hadisin senedinde Ebu Ali el-Ahvâzî vardır ve hadis uydurmakla itham edilmiş biridir. Bundan dolayı İbn Cev-zî hadis hakkında:' "Sahih olmayan bir hadistir" demiştir. Ebu Bekr İbn el-Arabî ise: "Bu, kendisine iltifat edilmeyecek bâtıl bir hadistir" demiştir. İbn Kuteybe, Garîbu'l-Hadîs adlı eserinde bunu, İbn Abbas'a dayandırarak rivayet etmiştir. Ama bunun da senedinde İbrahim b. Yezid el-Havzî vardır ki metruk bir kimsedir.

[727] Fetih, 48/20.

[728] Ketıf, 18/17.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/352-358.