๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 12 Temmuz 2011, 18:48:30



Konu Başlığı: Hayberlilerle yapılan anlaşmanın bozulması
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 12 Temmuz 2011, 18:48:30
11— Hayberlilerle Yapılan Anlaşmanın Bozulması:

 

Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.) Hayberlilerle onları mağlup ettiğin­de, onları hayvanlarının taşıyacağı kadar yanlanna yük alarak oradan sür­gün etmek üzere ve altın, gümüş ve silahların Allah Rasûlü'ne (s.a.) bırakılması şartıyla barış anlaşması yaptı. Barış sözleşmesinde Hayberlilerin hiçbir şeyi gizlememelerini ve saklamamalarını şart koştu; eğer böyle bir şey yaparlarsa onların zimmîlik haklarının kaldırılacağını ve anlaşmanın bozulacağını be­lirtti.

Ancak yahudiler, içinde mal ve zinet eşyası bulunan, Huyey b. Ahtab'a ait bir deve tulumunu sakladılar; Huyey bu tulumu, Nadîr kabilesi sürgün edildiğinde beraberinde Hayber'e taşımıştı. Allah Rasûlü (s.a.), Huyey b. Ah-tab'm Sa'ye adındaki amcasına: "Huyey'in Nadîr'den getirdiği tuluma ne ol­du?" diye sordu. O da: "Maişet işleri ve harpler alıp götürdü." dedi. Peygamberimiz: "Aradan geçen zaman az, mal ise ondan çok fazla!" dedi.

Huyey, Kurayzaoğullannın maiyetine girdiğinde onlarla birlikte öldürülmüştü. Allah Resulü (s.a.) onun amcasını konuşturmak üzere Zübeyr'e teslim etti. Zübeyr ona biraz azap dokundurunca: "Huyey'in şuradaki harabede dolaş­tığını gördüm." dedi. Sahabîler gittiler dolaştılar ve harabedeki tulumu bul­dular. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) anlaşmayı bozdukları için biri Huyey b. Ahtab'ın kızı Safiyye'nin kocası olmak üzere Ebu'l-Hukayk'm iki oğlunu idam ettirdi, yahudilerin kadınlarını ve çocuklarım esir aldı, mallarım (gazi­lere) taksim etti. Onları Hayber'den sürgün etmek istedi. Bunun üzerine adam­lar: "Bırak bizi, bu arazide kalalım. Araziyi ıslah edelim ve yapılması gerekeni yapalım. Biz bu araziyi sizden daha iyi biliyoruz." dediler. Ne Allah Rasü-lü'nün (s.a.), ne de ashabımn bu arazinin bakım külfetini yüklenecek hizmet­çileri vardı. Bu sebeple araziden çıkacak meyve olsun, tahıl olsun herşeyin yarısının Allah Rasûlü'ne verilmesi, diğer yarısının da onlara kalması ve Al­lah Rasûlü'nün (s.a.) onları orada istediği kadar tutması şartıyla araziyi ya-hudilere terketti.[389]

Hz. Peygamber (s.a.) Kurayza yahudilerine yaptığı gibi Hayber yahudi-lerinin umumi olarak hepsini idam ettirmedi. Çünkü Kurayza yahudileri an­laşmayı bozmada hemfikir olmuşlardı. Bunlara gelince; Hz. Peygamber (s.a.), tulumu bilen, onu saklayan ve eğer ortaya çıkarsa zimmîlik haklarının kaldı­rılmasını ve anlaşmanın bozulmasını şart koşanları, kendi canları pahasına şartı kabul etmiş olmalarından dolayı idam ettirmiş, bu konuda diğer Hay-berlilere ilişmemiştir. Zira onların hepsinin Huyey'in tulumunu ve onun bir harabede gömülü olduğunu bilmedikleri kesinlikle malumdur. Aynı şekilde zimmî ve anlaşmalı (muâhed) şahıs da anlaşmayı bozsa ve bu konuda ona başkası destek olmasa bozma hükmü yalnız ona mahsus kalır. [390]

 
12— Bu Olaydan Çıkan Sonuçlar:

 

1— Hz. Peygamber'in (s.a.) araziyi yahudilere çıkanın yarısına karşılık teslim etmesi müsâkat ve müzâraa[391] akitlerinin caiz olduğuna ve ağacın hur­ma ağacı olmasının asla bir tesiri bulunmadığına açık bir delildir. Bir şeyin hükmü onun benzerinin de hükmü demektir. Eğer bir memlekette ihtiyaç mad­desi olan meyve üzüm, incir ve daha başka meyveler ise o memleket hüküm bakımından ihtiyaç teşkil eden meyvesi hurma olan memleketin hükmüyle eşit­tir, arada bir fark yoktur.

2— Tohumun arazi sahibinden olması şart değildir. Çünkü Allah Rasû-lü (s.a.) çıkanın yarısı üzerine anlaşma yapmış, ama onlara asla tohum ver­memiş ve göndermemiştir. O'nun böyle davrandığı kesin olarak bilinmektedir. Hatta bazı ilim adamları demişlerdir ki, tohumun araziyi kiralayandan ol­masının şart olduğu söylense bu görüş, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hayberliler hakkındaki uygulamasına uygun düştüğünden ötürü, tohumun arazi sahibin­den olmasının şart olduğunu ifade eden görüşten daha güçlü olurdu.

Doğrusu, tohumun araziyi kiralayandan olması da, arazi sahibinden ol­ması da caizdir; iki taraftan yalnız birine mahsus olması şart koşulamaz. To­humun arazi sahibinden olmasını şart koşanların müzâraa akdini mudarebe şirketine kıyaslanmalarından başka asla bir delilleri bulunmamaktadır. Di­yorlar ki: Mudarebede sermayenin mülkiyet sahibinden ,işîn de mudaribden (iş yapacak kimseden) olması nasıl şart ise aynen muzâraada da şarttır; yine aynı şekilde müsâkatta da ağacın tarafların ikisinden birinden, yapılacak işin de diğer taraftan olması şarttır. Bu kıyas onlara delil olmaktan, onlar aleyhi­ne delil olmaya daha yakındır. Çünkü mudarebede sermaye, sahibine ait olur ve geri kalanı ortaklar aralarında paylaşırlar. Bu müzâraa akdinde şart ko-şulsa onlara göre akit fasit olur. Tohumu, sermaye mesabesinde görmüyor­lar, diğer yeşillikler mesabesinde görüyorlar. Şu halde onların prensiplerine göre muzâraayı mudarebe gibi düşünmek bâtıldır.

Hem tohum, su ve menfaatler mesabesindedir. Zira tahıl yalnızca tohum­dan meydana gelip yetişmez. Sulama ve emek harcamayı icab ettirir. Tohum arazide ölür. Allah, tahılı tohum yanında su, rüzgâr, güneş, toprak ve emek gibi daha başka parçalardan yaratır. Tohum da bu parçalar hükmündedir.

Öte yandan arazi kırâz (mudarebe) akdindeki sermaye gibidir, sahibi onu müzâri'e ( — tarlayı kiralayan) teslim etmiştir. Tohumun ekilmesi, tarlanın sü­rülmesi ve sulanması mudarib'in emeği gibidir. Bu da tarla kiracısının mudarib'e benzetilerek tohuma arazi sahibinden daha münasip olmasını içab etti­rir. Sünnetin getirdiği uygulama şeriatın kıyasına ve usulüne uygun olan doğru uygulamadır.                                                                                    ;

3— Bu olay, zaman sınırı konmaksızın mutlak surette, hatta İslâm dev­let başkanının dilediği vakte kadar barış anlaşması yapmanın caiz olduğuna delildir. Bundan sonra da bu hükmü yürürlükten kaldıran herhangi bir şey gelmemiştir. Doğrusu da bunun caiz ve sahih olmasıdır. Müzenî'nin rivayeti­ne göre îmam Şafiî bunu açıkça belirtmiştir. Daha başka imamlar da buna parmak basmışlardır. Ancak Hz. Peygamber (s.a.), anlaşmanın bozulduğu­nu bilme konusunda kendisiyle düşmanlarının eşit olması için durumu bildi-rinceye kadar onlara baskın yapıp savaş açmazdı.

4—  Sanığın tâzirle cezalandırılması caizdir ve bu siyaset-i şer'iyyeden-dir. Zira Allah Teâlâ, vahiy yoluyla Allah Rasûlü'üne (s.a.) hazinenin yerini bildirmeye kadirdi. Ama ümmete sanıkların cezalandırılması çığırını açmak ve onlara bir rahmet ve kolaylaştırma olsun diye hükümlerin yollarını geniş­letmek istedi.

5— Davanın doğruluğuna ve yanlışlığına delil getirirken karinelere baş­vurmanın geçerliliği bu olayla gösterilmiş oldu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), malın tükendiğini iddia eden Sa'ye'ye: "Aradan geçen zaman az, mal ise on­dan çok fazla!" buyurmuştur.

Aynı şekilde Hz. Davud'un oğlu, Allah Peygamberi Hz. Süleyman da kurdun götürdüğü çocuğun annesini tayinde karineyi delil olarak kullanmış­tır. Kadınlardan her biri o çocuk ötekinin diye iddia etmiş ve geride kalan çocuğun annesi oldukları konusunda birbirleriyle mahkemelik olmuşlardı. Hz. Davud, çocuk yaşlı kadınındır hükmünü verdi. Kadınlar Hz. Süleyman'a çık­tılar. Hz. Süleyman: "Allah'ın peygamberi aranızda ne hüküm verdi?" diye sordu. Onlar da durumu anlattılar. Bunun üzerine Hz. Süleyman: "Bana bir, bıçak getirin, çocuğu aranızda paylaştırayım." dedi. Genç kadın atılıp: "Yap­ma, Allah sana merhamet eylesin! Çocuk, onun oğludur." dedi. Hz. Süley­man çocuğun genç kadına ait olduğuna hükmetti.[392] Genç kadının yüreğindeki merhamet ve şefkat, çocuğun öldürülmesine müsamaha etmemesi ve diğer kadının da çocuğu kaybetme konusunda kendisine eşit olsun diye buna müsamaha göstermesi karinelerini delil olarak esas alıp çocuğun genç kadının oğlu olduğuna hükmetti.

Böyle bir dava bizim şeriatımızda ortaya çıksa Şafiî, Mâlik ve Ahmed'in müntesipleri —Allah onlara rahmet eylesin—: "Bu konuda ebenin sözüne göre işlem'yapılır." derlerdi. Onlar ebeyi, erkek olsun kadın olsun neseb iddiasın­da bulunanın tercihi için bir sebep saymakladırlar.

Arkadaşlarımız diyorlar ki: Bir müslüman kadınla bir kâfir kadın bir ara­da doğum yapsalar; kâfir kadın müslüman kadının çocuğunun kendi çocuğu olduğunu iddia etse aynı şekilde işlem yapılır. Bu konu İmam Ahmed'e so­ruldu, ama çekimser kaldı. Ona: "Ebenin sözünü geçerli görür müsün?" de­diler. O da: "Ne iyi olur!*' cevabını verdi. Ebe bulunmaz da aralarında bir hâkim Hz. Süleyman'ın verdiği şekilde hükmederse elbet isabetli olur. Bu hü­küm kur'a çekmekten daha iyidir. Zira iki dava birbirine her yönden eşit olup da ikisinden birisi diğerine baskın gelmezse ancak o zaman kur'a çekimine gidilir. Ama eşlerden her birinin ev eşyası ve kaplardan kendisine elverişli olan şeyleri iddia etmesi; iki sanatkârdan her birisinin kendi sanatının âletlerini iddia etmesi; başında sarık bulunmayan bir kimsenin, elinde bir sarık ve ba­şında başka bir sarık bulunan ve aynı zamanda düşmanca şiddet gösteren bir kimsenin sangını iddia etmesi... vb. gibi halin, kişinin doğruluğuna muvafa­kati yahut hasmın yemin etmekten çekinmesi yahut levs[393] gibi açık bir ka­rine veya zilyedlikle veyahut bir tek şahitle iki taraftan biri diğerine baskın gelse bütün bunlar kur'a çekimine tercih edilir.

Ebu Abdurrahman en-Nesâî, Hz. Süleyman kıssasını rivayet ettiği bölü­me "Gerçeğin kendisi sayesinde anlaşılması için gerçeğe aykırı düşüldüğü ku­runtusunu veren hüküm bölümü" başlığım koymuştur. Hz. Peygamber (s.a.) bu kıssayı bize gece sohbeti edinelim diye anlatmadı, hükümlerde bu bize ib­ret olsun diye anlattı. Hatta kasâme[394] ile hükmetme ve katil davasında bu­lunanların yeminlerini tercih etme açık karinelere dayanılarak verilen bu tür hükümlerdendi. Hatta ve hatta koca mülâanede[395] bulunduğu halde bundan kaçman ve mülâanede bulunmayan kadının recmedilmesi de bundandır. Şa­fiî ve Mâlik —Allah onlara rahmet eylesin— kocanın mülâanede bulunması ve kadının bundan kaçınmasından ortaya çıkan açık levs'e dayanarak sırf ko­canın mülâanede bulunmuş olması ve kadının da bundan kaçmmasıyla kadı­na idam cezasının verileceğini söylemişlerdir. Allah Teâlâ'run bu kabilden olarak bize meşru kıldığı şeylerden biri de ehl-i kitabın yolculuk sırasında (vefat eden bir müslümanın yaptığı) vasiyet konusunda müslümanlara yaptıkları şahitli-

ğin kabul olunmasıdır. Ölünün velilerinden ikisi vasilerden ( = vasiyeti yerine getirmekle ölü tarafından görevlendirilenlerden) bir hiyanete muttali olsalar, bunların.yemin ederek, üzerine yemin ettikleri şeyi istihkak etmeleri caiz-dir.[396] Bu malî konulardaki bir levsdir ve kanla ilgili davalardaki levsin ben­zeri olup caizlik bakımından ondan daha önde gelir. Buna göre malı çalınan bir kimse hırsızlığı malum bir hainin elinde malının bir kısmına muttali olsa ve o adamın bu malı başkasından satın aldığı ortaya çıkmadan malı çalınan kimsenin, işi açıklığa kavuşturan ve aydınlatan karinelere ve bu açık levse dayanarak malının geri kalan kısmının da o adamın yanında bulunduğuna ve adamın hırsız olduğuna yemin etmesi caizdir. Bu kasâme davasında, öl­dürülenin velilerinin: "Onu falan öldürdü." diye yemin etmelerine benzemekte

olup onunla aynıdır. Hatta malî konular daha basit ve daha hafiftir. Bu se­beple kanla ilgili davaların aksine maîî davalar bir şahit - bir yemin, bir er­kek - iki kadın şahit, dava ve yemin etmekten kaçınma ile sabit görülüp karara bağlanır. Kanla ilgili davaların levs ile isbatı caiz olduktan sonra malî dava­ların bu yolla isbatı daha da önde gelir ve daha da uygundur.

Kur'an ve sünnet hem buna, hem ona delâlet etmektedir. Kur'an'm de­lâlet ettiği şeyin neshedildiğini iddia edenlerin hiçbir delilleri yoktur. Çünkü bu hüküm Mâide sûresinde yer almaktadır. Bu sûre ise Kur'an'ın en son inen sûrelerindendir. Ebu Musa el-Eş'arî gibi Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabı, ken-: dişinden sonra, bunun icabına göre hüküm vermiş, sahabe de onun bu hük-i münü kabullenmiş ve ses çıkarmamışlardır.

Allah Teâlâ'nın Hz. Yusuf kıssasında hikâye ettiği şahid'in delil getirişi] olayı da bu kabildendir. Arada şahitlik yapan adam gömleğin arkadan yırtıl-p mış olması karinesini esas alarak Hz. Yusuf'un doğru ve kadının ise yalan söylediği sonucuna varmış ve şöylece izah etmiştir: Hz. Yusuf arkasını dön­müş kaçarken kadın onun arkasından yetişip onu kendine doğru çekti ve bu esnada gömleğini arkadan yırttı. Bu açıklamadan sonra kadının kocası ve orada bulunanlar Hz. Yusuf'un doğru söylediğini anladılar, bu hükmü kabul etti­ler; günahı kadının günahı saydılar ve ona tevbe etmesini emrettiler. Allah Teâlâ da bu olayı bize hükmü inkâr edici olarak değil, kabullenici olarak ak­tarmıştır. Bu ve benzerlerinde örnek alınacak kısım Allah'ın onu kabullenip inkâr etmemesidir. Yoksa sırf onu hikâye etmesi değildir. Zira Allah'ın onu kabullenerek ve onu yapanı övüp methederek haber vermesi ondan razı olduğunu, onun kendi hikmet ve rızasına uygun düştüğünü gösterir. Burası iyi düşünüle! Zira gerçekten faydalıdır. Şayet Kur'an'da, sünnette ve Allah Ra-sûlü (s.a.) tle ashabının uygulamasında buna dair örnekleri araştıracak olsak söz uzar. Belki bu konuda -inşaallah- şifa veren müstakil bir eser yazarız. Mak­sadımız Hz. Peygamberin (s.a.) tavırlarına tenbih etmek ve O'nun siretin-den, savaşlarından ve başına gelen hadiselerden hükümler iktibas eylemektir. [397]


[389] Ebu Davud, 3006; Ibn Sa'd, 2/110. Senedi sahihtir. Bu hadisi et-Müntekâ sahibi "Müşrik­lerle mal meçhul de olsa mal üzerine sulh anlaşması yapmanın câizliği" başlığı altında (Neylü'l-Evtâr, 8/58-61) uzunca ve bazı ilâvelerle zikretmiş ve Buharî'nin rivayet ettiğini ■ söylemiştir. Merhum, kaydettiği bu hadisin bütün metninin Buharî'ye ait olduğunu söyle­mekle hata etmiştir. Zira metnin pek çok bölümü Sahih-i Buharî'de mevcut değildir. Bu bölümler Bürkânî'nin Müstahrec"inde Hammâd b. Seleme yoluyla rivayet edilmiştir. Her­halde müellif

Humeydî'nin el-Cem' beyne's-Sahihayn adlı eserindeki metni aktarmıştır. Zira Humeydî, hadisi Buharî'ye nisbet etmektedir. Hafız Ibn Hacer diyor ki: Herhalde âdeti olduğu üzere hadis metninin gelişini Bürkânî'nin Müstahrec 'inden aktarmış ve Buharî'ye nisbet etmekle de dikkatsizlik göstermiştir, el-tsmailî, Hammâd'm hadisi kimi zaman uzun, kimi zaman da kısa şekilde rivayet ettiğine dikkat çekmiştir.

[390] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/180-181.

[391] Müsâkât: Ağaç bir taraftan, bakım ve emek diğer taraftan olmak üzere kurulan ortaklık. Müzâraa: Bir taraf tarlasını, diğer taraf da emeğini koymak ve üzerinde anlaştıkları nis-betlere göre çıkan mahsûle ortak olmak şartıyla kurulan ortaklık. Mudârabe: Bir taraftan mal, diğer taraftan iş ve emek esasına göre kurulan ve kârın aralarında ortak bulunduğu şirket akdi.

[392] Buharfflj 60/40, 85/30; Müslim, 1720.

[393] Levs: Bir tek şahidin, öldürülen kimsenin ölmeden önce "Beni filan vurdu" diye ikrar etmesine şahîdlik etmesi yahut iki şahidin öldürülenle o kişi arasında bir düşmanlık veya bir tehdit veyahut buna benzer bir durum bulunduğuna şahidlik etmeleri,

[394] Kasâme: Faili meçhul cinayetlerde, öldürülenin bulunduğu yerde oturanlardan seçilmiş elli kişinin "Ben öldürmedim ve öldüreni de bilmiyorum." diye yemin etmesi.

[395] Mülâane: Kadının, evlilik bağından kurtulmak için kocasıyla bir bedel karşılığında anlaş­maya varması.

[396] Meselenin izahı: Bir müslüman, kâfir yoldaşlarla seyahat ediyor olsa, yanında müslüman bulunmasa ve vasiyet etse, vasiyetine de onlardan iki kişi şahit olsa İmam Ahmed'e göre onların şahitlikleri kabul edilir, ikindiden sonra şahitlerden lehine yemin ettikleri kimse akraba bile olsa hiyanet etmeyeceklerine, hiçbir şeyi saklamayacaklarına, bunun karşılığında rüş­vet almadıklarına, şahit oldukları herhangi bir hususu gizlemeyeceklerine ve bu vasiyetin aynen o adamın vasiyeti olduğuna yemin etmeleri istenir. Eğer rüşvet aldıktan ortaya çı­karsa vasiyette bulunanın velilerinden diğer iki adam kalkar da: "Bizim şahitliğimiz onla-nnkinden daha gerçektir. Onlar hiyanet etmişler ve saklamışlardır." diye Allah'a yemin ederlerse, onlar lehine hüküm verilir. îbn Münzir diyor ki: Âlimlerin İleri gelenleri bu gö­rüştedir. Şurayh, Nehaî, Evzaî ve Yahya b. Hamza bu görüşte olanlardandır. İbn Mes'-ûd, Hz. Osman döneminde şu şekilde hüküm vermiştir. Ebu Musa el-Eş'arî de aynı hükmü vermiştir.

Ebu Hanîfe, Mâlik ve Şafiî ise: "Kabul edilmez. Çünkü fasıkta olduğu gibi vasiyet dışındaki meselelerde şahitliği kabul edilmeyenin vasiyette de şahitliği kabul edilmez. Hatta vasiyette kabul edilmemesi daha da uygundur" diyorlar. îmam Ahmed ise şu âyeti delil gösteriyor: "Ey inananlar! Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman vasiyet ederken içiniz­den iki âdil kimseyi şahit tutun; şayet yolculukta iken ölüm musibeti gelip çatmışsa (ve sizlerden kimse bulunmuyorsa) sizden olmayan-diğer iki kimseyi şahit tutmak İçin namaz­dan sonra ahkorsunuz ve şüpheleniyorsanız onlara şu şekilde Allah adına yemin ettirirsi­niz: Lehine şahitlikte bulunduğumuz kişi akraba bile olsa yeminle hiçbir ücret (rüşvet) almayacağız ve Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. "(Mâide, 5/106). İşte Kur'an'ın açık ifadesi ortada. Allah Rasûlü (s.a.) de bu şekilde hükmetmiştir. Nitekim Ebu Davud (3606) ve Tirmizi'nin (3061) İbn Abbas'tan rivayetlerine göre Sehmoğullanndan bir adam Te-mîm ed-Dârî ve Adiy b. Bedâ ile yolculuğa çıktı. Sehm kabilesinden olan adam hiç müslü­man bulunmayan bir memlekette vefat etti. Diğer iki adam onun terekesini alıp getirdiklerinde, ailesi, onun eşyaları arasında altınla süslü gümüş kadehi bulamadılar. Al­lah Rasûlü (s.a.) o iki adama yemin ettirdi. Sonra kadeh Mekke'de bulundu. Mekkelİler: "Biz bunu Temîm ile Adiy'den satın aldık" dediler. Sehm kabilesinden olup vefat eden adamın velilerinden iki adam ayağa kalkıp: "Bizim şahitliğimiz o iki adamın şahitliğinden daha gerçektir. Kadeh bizim adarmmızındir" diye yemin ettiler. Bunun üzerine: "Ey ina­nanlar! Sizden birine ölüm gelip çattığında..." diye başlayan âyet indi. Bu rivayetin sene­di güçlüdür. Ebu Davud (3605) ve Tayâlisî'nin rivayetlerine göre Hz. Peygamber'den (s.a.) sonraki zamanlarda Ebu Musa el-Eş'arî de bu şekilde hüküm vermiştir. Bu rivayetin sene­dindeki râviler sika ve sened sahihtir. Âyette geçen: "Sizden olmayan" ifadesini "sizin aşiretinizden olmayan" şeklinde yorumlamak doğru olmaz. Çünkü âyet Adiy ve Temîm olayi hakkında inmiştir; bu konuda müfessirler arasında görüş ayrılığı yoktur. Hadisler de bunu göstermektedir. Zira dedikleri doğru olsa yeminler gerekmez; çünkü iki müslü-man şahide yemin gerekmez. Buna göre âyet muhkemdir, mensuh değildir ve onun doğ­rultusunda amel etmek bakidir. İbn Abbas, İbn Müseyyeb, İbn Cübeyr, İbn Şîrîn, Katâde, Şa'bî, Sevrî ve sonrakiler içinde Ahmed bu görüştedir. Âyetin, "İçinizden iki âdil şahit tutun" âyetiyle neshedilmiş olduğu iddiası -ki Zeyd b. Eşlem, Şafiî, Ebu Hanîfe ve Mâlik bu görüştedirler- reddolunur. Çünkü istediğini yapabilme (ihtiyar) halinin hükmü zaruret halinin hükmünü neshedemez. Şahitlikte bulunacak bir müslümamn bulunmadığı bir yer­de kâfirlerin vasiyete şahit olmaları ile iki müslümamn hazır bulunduğunda müslümanlann vasiyete şahit olmaları çelişki değildir. Bu durumda âyetin anlamı, İbrahim Nehaî ile Saîd b. Cübeyr'in dediği gibi şöyle olur: Bir adama yolculuk sırasında ölüm gelip çattığında iki müslümanı şahit tutsun. İki müslüman bulamazsa ehl-i kitaptan İki adamı şahit tut­sun. Ehl-i kitaptan olan iki şahit onun terekesini getirdiğinde eğer ölenin varisleri onların doğru söylediklerini belirtirlerse sözleri kabul edilir. Şayet itham ederlerse ikindi nama­zından sonra Allah adına: "Saklamadık, yalan söylemedik, hiyanet etmedik ve değiştirmedik" diye yemin ederler. Eğer kâfirlerin yalan söyledikleri anlaşılırsa, Ölünün velilerinden diğer iki kişi onların yerine geçer ve Allah adına: "Kâfirlerin şahitlikleri asıl­sızdır. Biz onların şahitliklerini saymıyoruz" diye yemin ederlerse kâfirlerin şahitlikleri reddedilir, velilerinki ise geçerli sayılır. Bk. tbn Kudâme, el-Muğnî, 9/182-184; Zâdü'l-Mesir 2/446-447;İbn Kesir Tefsir,2/110-114

[397] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/181-187.