๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 30 Mayıs 2011, 16:47:57



Konu Başlığı: Haram talakı geçerli saymayanların cevapları
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 30 Mayıs 2011, 16:47:57

3. Haram Talâkı Geçerli Saymayanların Cevaplan:


 

Haram talâkın vâki olmayacağı görüşünde olanlar cevap olarak şöyle der­ler: Sizinle tartışmamız üç noktada olacak ve konuyla ilgili doğru buradan ortaya çıkacaktır:

Birinci nokta:
İcmâ iddianızın asılsızlığı. Bunu isbata asla imkân yok­tur. Aksine icmâ olmadığı yaygın olarak bilinmektedir.

İkinci nokta: Cumhûr'un (çoğunluk) bir görüş üzerinde fetva vermeleri, o gr-üşün sahihliğine delâlet etmez. Cumhur kavli hüccet değildir.

Üçüncü nokta: Haram talâk, Sâri' Teâlâ'nın ahkâmını zikrettiği mutlak talâkla ilgili nasslar kapsamına girmez.

Eğer bu üç nokta ortaya konulabilirse, o takdirde biz, bid'î talâk, konu­sunda, doğruyu elde etmede sizden daha şanslıyız demektir.

1—  Birinci noktayı ele alalım: Daha önce bu konuda ihtilâf bulunduğu­nu anlatmıştık. Buradan icmâ iddiasının batıllığı ortaya çıkar. Nasıl çıkmaz ki? İhtilâfların varlığı bilinmese bile, bir hüccet olacak, mazerete imkân ver­meyecek, muhalefeti haram kılacak vasıfta bir icmâ isbatına yine imkânınız yoktur. Zira bu dediğimiz vasıfta bir icmâ kesin ve herkesçe malum olan bir icmâdır.

2— İkinci noktaya gelince, cumhur ulemanın bu görüş üzere oluşları hiçbir şey ifade etmez. Şer'î deliller içerisinde, ALLAH'ın kitabına, Rasûlü'nün sün­netine ve ümmetin icmâına ilâve olarak "cumhur kavlinin de hüccet olduğunu" bize isbat ediniz.

Sahabe devrinden zamanımıza kadar, eski ve yeni bütün âlimlerin gö­rüşleri üzerinde düşünenler ve onların hallerini araştıranlar, onların tamamı­nın cumhura muhalefeti caiz görmede icmâ halinde olduklarını görecek ve her birinin cumhurdan ayrıldığı birçok görüşü olduğunu bulacaktır. Bundan hiçbir kimse de müstesna değildir. Şu kadar var ki kiminin az olur, kiminin de çok. Eğer isterseniz imamlardan birini,ele alır ve cumhura muhalefet et­tikleri görüşlerini araştırabilirsiniz. Eğer biz böyle bir araştırmaya girsek ve muhalif görüşleri saysak, kitap gerçekten uzar. O yüzden biz, ulemanın gö­rüşlerini ve ihtilâflarını içeren kitaplara bakmanızı tavsiye ile yetiniyoruz. İmamların görüşleri onların (bize ulaşan) tarikleri hakkında bilgi sahibi olanlar, onların bu ihtilâflarından cumhura muhalefeti tecviz konusunda icmâ halin­de olduklarını çıkarır. Şu kadar var ki, bu ihtilâflar, üzerinde içtihadın caiz olduğu, sahih ve açık sünnetin engel teşkil etmediği konulardadır. İçtihadın caiz olmadığı bir konuda ise, açık nasslara muhalefeti içeriyorsa, o takdirde böyle bir ihtilâfın inkâr ve reddinde hemen hemen müttefiktirler. İmamların mezheplerinde her iki tarzla ilgili herkesçe malum olan husus işte budur.

3— Üçüncü nokta: haram talâkın, talâkla ilgili nassların kapsamı içine girmesi şeklindeki iddianızla ilgiliydi. Şimdi size soruyoruz: Bir kimse kalksa da haramblan satış türlerinin, haram olan nikâhın satış ve nikâhla ilgili nass-larm kapsamına gireceğini iddia etse, ne derdiniz? Şöyle dese: "İsmin, o tür­den olan şeyin sahihini kapsamasıyla fasidini kapsaması aynıdır." Hatta di­ğer haram olan akitlerin de şer'î akülerle ilgili lafızların kapsamına gireceği­ni ve yine yasak ve haram olan ibadetlerin de şer'î lafızlar kapsamına girece­ğini iddia etse ve bunların ismin kapsamına girdiği gerekçesiyle sıhhatlerine hükmetse acaba bunun bu iddiası doğru mudur, yoksa yanlış mı? Eğer doğ­rudur derseniz— ki bunu demenize imkân yok— bu söz, fasidliği dinen zo­runlu olarak bilinen bir söz olmuş olur. Eğer "Onun bu iddiası yanlıştır." derseniz, o zaman kendi iddianızı bırakmış ve bizim dediğimize gelmiş olur­sunuz. Eğer "Bu iddia bazı yerde kabul edilir, bazı yerde reddedilir." derse­niz o zaman size şöyle denilir: Buyurunuz ve bunların arasım, sağlam, değiş­mez, sapmaz bir kriterle ayırınız. Sizin elinizde, haram akitlerden nasların lafızları kapsamına girecek ve böylece ona sıhhat hükmü verilecek olanlarla; onların kapsamına girmeyecek ve böylece batılhk hükmü verilecek olanlar ara­sında ayırım yapabileceğiniz ALLAH katından gelen bir deliliniz (burhan) var mıdır? Eğer böyle bir kriter ortaya koymaktan acizseniz, o zaman biliniz ki, elinizde herkesin benzerini güzelce yapabileceği boş bir iddiadan başka bir şey yoktur veya siz sözü ile değil de sözü için ihticacda bulunan birilerine yas­lanıyorsunuz. Bu yolda ortaya koyduğunuz şey üzerindeki örtü kaldırıldığın­da, bizzat tartışma mahalli ortaya çıkmaktadır. Siz onu delilinize mukaddi­me (öncül) yapıyorsunuz. Bu "müsadere ale'l-matlûb"un ta kendisidir. Acaba bizim tartışmamız nerede? Haram ve yasak talâkın "Boşanmış kadınlar gü­zellikle faydalandırılmalıdırlar", "Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç hayız müddeti beklerler" ve benzeri naslarm kapsamına girip girmemesi değil mi­dir? Sizin iddianız kabul edildi mi ki, siz onu delilinize mukaddime yapı­yorsunuz?

İbn Ömer hadisi ile istidlalinize gelince, birçok yönden o, sizin lehinize delil olmaktan ziyade aleyhinize delil olmaya daha lâyıktır:

1) İbn Ömer'in " - Onu bana geri çevirdi ve onu talâk saymadı." şeklindeki gayet açık sözü. Sıhhatinin beyanı daha önce geç­mişti. Bu sarih ve sahih ifadeye karşı koyacak elinizde hiçbir şey yoktur. Bi­lâkis elinizdeki bütün lafızlar ya sahihtir fakat sarih değildir; ya da sarihtir, fakat sahih değildir. Nitekim göreceksiniz.

2) İbn Ömer'den Ubeydullah—Nâfi senediyle, güneş gibi bir isnadla sa­bittir. Buna göre İbn Ömer, hayizlı iken karısını boşayan adama: "Bu sayıl­maz." demiştir. Daha önce geçti.

3) Eğer İbn Ömer hadisi, bu talâkın sayılmasında sarih olsaydı, İbn Ömer sırf görüşüne başvurup da soru sorana " = Sen ne dersin?" şeklinde bir cevap vermezdi.

4) İbn Ömer'den bu konuda nakledilen lafızlar son derece muztaribtir ve hepsi de sahihtir. Bu da İbn Ömer'den Hz. Peygamber'in (s.a.) bu talâkı vâki kabul ettiği ve saydığına dair sarih bir nass bulunmadığına delâlet eder. Lafızların tearuzu sözkonusu olduğu için İbn Ömer'in kendi görüş ve fetva­sına bakarız ve onun görüşünün bu talâkın vuku bulmayacağı şeklinde oldu­ğunu gayet açık bir şekilde görürüz. Ayrıca hadislerinden birinin lafızlarının da bu konuda gayet açık olduğunu görüyoruz. Böylece sarih rivayeti ile fet­vası bu talâkın sayılmayacağında birleşmiş oldu. Mücmel ve muztarib lafız­lar ise muhalefet etmiş oldu. Daha önce açıklanmıştı.

İbn Ömer'in, "Niye saymayacak mışım ki" ve: "Sen ne dersin! Acz gös­terip ahmaklık etse de (vuku bulan talâk gider) mi?" sözüne gelince; nihayet bu söz İbn Ömer'den talâkın vukûna dair gelen sarih birrivayettir deriz. Bu takdirde de İbn Ömer'den iki rivayet (muztariplik) olmuş olur.

Siz "Rasülullah'ın (s.a.), karısını kendisine geri çevirdiği ve onu (talâk) saymadığını bildirdiği halde nasıl olur da İbn Ömer vukuuna dair fetva ve­rir?" diyorsunuz. Bu râvisinin muhalefet ettiği ilk hadis değil ki. Bu ve diğer râvisinin muhalefette bulunduğu hadisler için, sahabe ve ondan sonra gelen­lerin rivayetlerinin reylerine takdim edileceğine dair güzel bir örnek (üsve-i hasene) vardır:

İbn Abbas, Berîre hadisini ve cariyenin satışının onun talâkı olmadığını rivayet etmiş ve bunun hilâfına da fetva vermiştir. İnsanlar onun rivayetini almışlar ve reyini terketmişlerdir. Doğrusu da budur. Çünkü rivayet masum­dur (hatasızdır), masumdan (Hz. Peygamber) gelmektedir. Rey ise böyle de­ğildir. Hem sonra İbn Ömer'den vuku bulmayacağına dair daha açık bir na­kil yine bulunmaktadır ve o vaki olmayacağına dair olan rivayetine uygun­dur. Kaldı ki bunda fıkhı bir incelik de vardır ki, onu ancak sahabenin görüş ve kavillerine tam anlar. ,ıyla vâkıf olanlar, onların ALLAH ve Peygamber'in-den anladıklarını ümmet için gösterdikleri ihtiyatları gerçek anlamda kavra­yabildiler ancak bilebilir. İnşaallah bunu Hz. Peygamber'in (s.a.) üç talâkın birden verilmesi ile ilgili hükmünü izah sırasında göreceksiniz.

İbn Vehb'in, îbn Ebî Zi'b'den rivayet ettiği hadisteki: "—Ve o birdir." sözüne gelince; ALLAH'a yemin ederim ki, eğer bu söz ALLAH Rasûlü'nün (s.a.) sözünden olsaydı, onun önüne hiçbir şey geçirmez ve he­men ona koşardık. Fakat bilmiyoruz, o sözü İbn Vehb kendisinden mi söyle­di, yoksa İbn Ebî Zi'b mi, Nâfi mi? Hakkında onun sözü olduğuna dair kesin bir bilgi bulunmayan bir şeyin Hz. Peygamber'e (s.a.) isnad edilmesi, ona şahitlik edilmesi ve böylece üzerine ahkâm terettüp etmesi, vehim ve ihtimal­le "Bu ALLAH'tandır.'1 denilmesi asla caiz değildir. Öyle anlaşılıyor ki, o söz İbn Ömer'den beride bulunan râvilerden birinin sözüdür. Maksadı da, "İbn Ömer onu bii talâkla boşamıştı, üç talâkla boşamamıştı." şeklinde olmalı­dır. Yani İbn Ömer, Hz. Peygamber (s.a.) zamanında karısını bir talâkla bo­şadı diye başlamış ve rivayetine devam etmiştir.

Atâ ve Nâfi' senediyle gelen ve: "İbn Ömer'in bu boşaması sayıldı." şek­lindeki İbn Cüreyc hadisi ise, olsa olsa Nâfi'in sözü olmalıdır. Sayan da belli değildir. Bizzat Abdullah mı, babası Ömer mi, yoksa Rasûlullah mı? Rasû-lullah'a şüphe ve zanla bir şey nisbet etmek caiz değildir. Hem sonra bu müc­mel ifade, "Onu talâk saymadı" şeklindeki sarih ifadeye nasıl muarız olur? ALLAH şahittir, —şahit olarak da o yeter— eğer o talâkı sayanın bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna kesin kanaat getirsek, vallahi öte aşmaz, başka bir delil aramazdık.

"Kim bid'at şeklinde boşarsa, onu bid'ati ile ilzam ecicuz." şeklindeki Enes hadisi ise Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet edilmiş bâtıl bir hadistir. Biz onun bâtıl olduğuna ALLAH'ı şahit tutuyoruz. Hammâd b. Zeyd'in arkadaşla­rından hiçbir sika râvi onu rivayet etmemiştir. O sadece ekip biçen yalancı (kezzâb)[839] ziraatçi İsmail b. Ümeyye tarafından rivayet edilmiş hadislerden­dir. Sonra, hadisin ondan rivayet eden râvisi Abdülbâkî b. Kâni'dir.'[840] el-Bürkânî ve başkaları onun zayıf olduğunu söylemişlerdir. Ömrünün sonları­na doğru İhtilata maruz kalmıştır. Dârakutnî onun hakkında: "Çok hata yapar" der. Böyle birisi, bir hadisle teferrüd ettiğinde, hadisi hüccet olamaz.

Osman b. Affan ile Zeyd b. Sâbit'in vukuuna dair fetva vermeleri ise asla sahih olamaz. Zira Hz. Osman'ın haberinde, yalancının (kezzâb) hali ve kim olduğu belli olmayan meçhul bir râviden rivayeti sözkonusudur. Çünkü İbn Seman, "bir adam"dan rivayet etmiştir. Zeyd'in haberinde ise meçhul bir râvinin yine meçhul birinden rivayeti sözkonusudur. Zira Kays b. Sa'd adını söylediği "bir adanf'dan, o da Zeyd'den rivayet etmiştir. ALLAH aşkına bu iki rivayet nerde, Abdülvahhab b. Abdülmecid es-Sakafî'nin, ümmetin hafızı Ubeydullah'tan, onun da Nâfi'den naklettiği, İbn Ömer'in "sayılmaz" dediği şeklindeki rivayeti nerede? Eğer bu haber sizin elinizde olsaydı, mu laka onu delil olarak kullanır ve onunla saldırırdınız.

"Onun haram olması, neticesinin üzerine terettüp etmesine mâni değil­dir. Zıhâr gibi." sözünüze gelince; önce bu, zikrettiğimiz nasslar ve ağır ba­san diğer deliller tarafından reddedilecek bir kıyastır. İkinci olarak: "Onun haram olması, neticesinin üzerine terettüp etmesine mânidir. Nikâh gibi' den­mek suretiyle, bu tam tersine çevrilerek itiraza, karşı itiraz ileri sürülebilir.

Üçüncü olarak zıhâr'ın; helâl zıhâr, haram zıhâr diye iki yönü yoktur. Aksine hepsi haramdır. Çünkü o, kötü bir söz ve iğrenç bir yalandır. Onun helâl ve caiz; haram ve bâtıl diye ikiye ayrılması mümkün değildir. Bilakis o, yabancıya yapılmış bir iftira ve riddet mertebesindedir. Bulunduğu zaman mutlaka beraberinde mefsedeti ile bulunur. Dolayısıyle, "Zıhardan bir kısmı vardır ki helâl ve sahihtir; bir kısmı da vardır ki haram ve bâtıldır." demek düşünülemez. Nikâh, talâk ve satış ise böyle değildir. Zıhâr, vukubulduğun-da beraberinde mefsedetini de bulunduran ve dolayısıyla üzerine hükümleri terettüp eden haram fiiller grubundandır. Talâkın, haram helâl; sahih ve bâ­tıl kısımlarına ayrılan nikâh, satış, icâre, ve diğer akitlere ilhak edilmesi daha uygundur.

"Nikâh, kadının kadınlığından istifade mülkiyeti doğuran bir akittir, talâk ise, o mülkiyeti izale eden bir akittir." sözünüze evet. Fakat; birinin hükmü­ne itibar edip onu lâzım kılıp geçerli kabul etmek, diğerini ise ilga ve iptal etmek konusunda, iki akit arasında ayırıma delâlet eden ALLAH ve Rasülü'-nden gelen elinizde bir burhanınız mı var?

Mal üzerindeki mülkiyetin, haram olan itlafla yok olmasına gelince, bu­rada maddi anlamda kaybolan ve artık bir jnahalH kalmayan bir mülk söz konusudur. Yalan ikrarla zevaline gelince bu, çok çok uzak bir şey. Biz onu zahiren ikrarında tasdik ederiz ve —kendi yalan bile olsa—, tasdik edilen bu ikrara dayanarak mülkünü izale ederiz.

Küfür olan sözle imanın zail olmasına gelince, bunun cevabı geç; für konusunda helâl ve haram diye bir ayırım yoktur.

Gayr-ı ciddi verilen talâk ise vâkidir, çünkü mahalline isabet etmiştir. İçinde cima olmayan temizlik süresinde verilmiş, bu yüzden de geçerli olmuştur. Gayr-ı ciddi boşamış olması, talâkın neticesinin üzerine terettüp etmemesini istemesi demektir. Bu ise kendisine ait değil, Şâri'in yetkisindedir. O, tam olarak sebebi ortaya koymuştur, fakat neticesinin olmamasını dilemiştir. Bu, ona fayda vermez. Talâkı, meşru zamanı içerisinde vermeyenin durumu ise böyle değildir. Zira o, Yüce ALLAH'ın talâkın vukuuna götürmek üzere koymuş olduğu sebebi ortaya koymamıştır. O kendine göre bir sebep ihdas etmiş ve onu talâkın hükmüne ulaştırıcı bir vasıta yapmak istemiştir. Mükellefin böyle bir yetkisi yoktur.

"Nikâh nimettir, onun sebebi de ancak taat olmalıdır. Talâk ise nimetin izalesi kabilindendir. Onun sebebinin masiyet olması da caizdir." sözünüze gelelim. Cevaben deriz ki: Bazen olur ki talâk kişinin boynuna geçen lâleden, ayağına vurulan bukağıdan kurtulabileceği en büyük nimetlerden biri haline gelir. Her talâk azap değildir. Aksine; kullarına, içlerinden biri eş değiştir­mek, sevmediği ve kendisine uygun düşmeyen eşinden kurtulmak istediğin­de, talak yoluyla ayrılık imkânını vermesi, yüce ALLAH'ın nimetlerinin kema-lindendir. Birbirini sevenler için nikâh gibisi, birbirinden nefret edenler için ise talâk gibisi görülmemiştir. Sonra siz talâka nasıl azap (nikmet) dersiniz. Halbuki ALLAH: "Henüz dokunmadan... kadınları boşarsanız bunda size bir günah yoktur..."[841] "Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde on­ları iddetleri içerisinde boşayınız."'291 buyurmaktadır.

"Kadının kadınlığından istifade konusunda ihtiyatlı davranmak gerekir." diyorsunuz. Evet buna biz de katılıyoruz. Bu yüzden de ihtiyatlı davrandık ve eşleri kesin olan nikâhları üzerinde —aynı kesinlikle nikâhlarını izale ede­cek bir durum olmadıkça— bıraktık. Eğer hata etmişsek, hatamız tek bir ci­hettedir. Eğer isabet etmişsek iki cihetten olur; birinci koca ciheti, ikinci ko­ca ciheti. Siz ise iki şey irtikâb ediyorsunuz: Kendisine yakînen helâl olduğu bilinen kimseye kadını haram, başkasına ise helâl kılıyorsunuz. Eğer hata idiy­se, iki cihetten hata olmaktadır. Böylece ihtiyat açısından bizim durumumu­zun sizinkinden daha evlâ olduğu ortaya çıkmış oldu. Ebu Tâlib rivayetinde İmam Ahmed şöyle demiştir: Sarhoşun talâkı konusunda aynen bu ihtiyatın bir benzeri vardır. Talâkla emretmeyen kimse sadece bir haslet getirmiştir. Talâkla emreden kimse ise iki haslet getirmiştir: Kadını kocasına haram kıl­mış, başkasına ise helâl kılmıştır. Bu (birincisi), bundan daha hayırlıdır.

"Nikâha azimet ve ihtiyatla girilir (ek şartlar aranır), en basit bir şekilde de çıkılır" şeklindeki itirazınıza ise diyoruz ki, evet doğrudur, ancak sadece ALLAH Teâlâ'nın ondan çıkmak için sebep olarak belirlediği, izin verdiği şey­lerle çıkılabilir; kişinin kendi belirlediği ve çıkmak için bizzat kendisinin se­bep olarak ihdas ettiği şeylerle ise asla!

İşte buraya kadar serdettiklerimiz, her iki grubun da, rehberlerinin (de­lil) dizginlerinden ancak süvarilerin çekebileceği, hücumu anında cesurların şecaatinin sönük kalacağı bu dar, korkulu ve sarp yolda ayaklarının ulaşa­bildiği son noktadır. Biz bunların kaynaklarına ve delillerine sadece ilimden çok az bir sermayesi olan fakat herşeyi bildiğini zannedenlerin, kendi bilgile­rinin dışında daha başka şeylerin de olduğunu bilmeleri için işarette bulun­duk. Eğer kişi, ilimde bir payeye sahip değilse, delillerin arkasında yaya kalı­yorsa, kolu delillerin meyvesini toplamaya yetişemiyorsa; azminin paçalarını çemreleyen, Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti etrafında dönen, onu hakem kıl­mak, meseleleri ona götürmek uğrunda bütün himmetini ortaya koyan kim­seden özür dilesin. Eğer kusuru ve bu ulaşamayacağı noktadan yüz çevirmesi konusunda, kendisi ile tartışmada bulunana özür dilemeyecekse, o zaman bari karşısındaki insanı, kendi nefsi için razı olduğu koyu taklitten yüz çevirme­sinde mazur görsün ve kendisi ile karşısındakine baksın, acaba hangisi ma­zur gösterilen çabalardan, hangisi de şükranla karşılanmaya daha lâyıktır. Yardım ALLAH'tandır, tevekkül O'nadır, yegâne doğruya ulaştırıcı O'dur. Rı­zasını kazanmak için onun kapısına yönelene her kapıyı açan O'dur. [842]


[839] Cerh ve ta'dîl imamlarından ona "kezzâb" (yalancı) diyen birisine rastlamadık. Onlar­dan yapılan nakiller zayıf ve meçhul olduğu şeklindedir. Bk. el-Mîzan, 1/227; Lisânııl-Mîzan, 1/394, 404.

[840] Müellif yanılmıştır. Çünkü hadisi İbn Kani', Zekeriyya es-Sâcî'den, o da ondan rivayet etmiştir.

[841] Bakara, 2/236. İ29. Talâk, 65/1.

[842] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/332-339.