๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 22 Mayıs 2011, 15:00:55



Konu Başlığı: Delillerimize karşı yapılan itirazlara cevaplar
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 22 Mayıs 2011, 15:00:55
2. Delillerimize karşı yapılan itirazların cavaplan:

 

Şimdi de delillerimize karşı serdettiğiniz itirazların cevabına geçmek istiyoruz:

1 — Âyette geçen ifadesiyle yapılan istidlale itirazınız: "Uç kar'" in da eksiksiz ve tam olmalarını; yani bu durumda içerisinde boşanılan tuhrun geri kalan kısmının da tam bir "kar"' sayılmasını gerektirir. Bu ise mezheb ve görüşün, şeriat lisanında ve dilde tuhrun geri kalan kısmına "kar"1 adı verilir; şeklinde bir tahakkümü olur. Siz bize karşı kendi mezhebinizi nasıl delil olarak kullanabilirsiniz?! Kaldı ki, daha önce de geçtiği gibi, "kar"' dan maksadın tuhr olduğu" görüşünde olanlardan bir kısmı da bu konuda sizinle tartışma halindedirler. Size düşen kendi mezhebinizi delil olarak kullanmak değil, aksine şeriat lisanında ve Arap dilinde temizlik (tuhr) süresinden bir anlık bir zamanın  "tam bir kar'" diye isimlendirilebileceğine dair  delil getirmek, bunu ortaya koymak olmalıdır. Nihayet "kar"' dan maksat tuhrdur." görüşünde olanlardan hepsi değil, sadece bir kısmı :Hİçerisinde boşanılan tuhrun geri kalan kısmı bir "kar"' dır." demektedirler. Bu söz nasıl doğru olabilir? Bu bir anlık temizlik süresinin, tuhrun bir parçası olduğunda hiç şüphe yoktur. Eğer âyette "kar"' denilen şeyden maksat tuhr ise, bu bir anlık temizlik süresinin de onun tümü değil, bir parçası olması gerekir veyahut da "kar"1 kelimesi temizlik süresinin bütünü ile bir kısmı anlamlarında müşterek olur. Bunun sakatlığı ve hiç bir kimsenin böyle bir görüşe kail olmadığı da daha önce izah edilmişti.

2 — "Araplar, iki bütünle üçüncünün bir kısmı için çoğul ismini kullanmaktadırlar..." şeklindeki sözünüze cevabımız birkaç açıdan olacaktır:

Birinci cevap: Eğer bu sizin dediğiniz, olan bir şey ise, o ad verildikleri şeyler hususunda zahir olan çoğul isimler hakkındadır. Sayılan şeyler hususunda "nass" olan sayılar ise asla bu şekilde kullanılmazlar. Hiçbir sayı bildiren sîga yoktur ki, mutlaka kendilerinden önce müsemmâlan zikredilmiş olmasın.

âyetleri'[311] ile hiçbir yerde müsemması olmaksızın kendileri murad olmayan sayıların bulunduğu benzeri âyetlerde bu durum açıkça görülmektedir. ifadesi çoğul sîgası değil sayı ismidir. Dolayısıyla bu ifadenin Mfadesine benzetilmesi iki açıdan dolayı doğru değildir:

Birincisi: Sayı isimleri , müsemtnâlarma delâlet konusunda "nass" dırlar ve ayrı tahsisi kabul etmezler. Âmin isimler ise böyle değildir, çünkü onlar ayrı (munfasıl) tahsisi kabul ederler. Delâleti "zahir" olan isme gösterilen genişlikten (tevessü'), müsemmasma delâleti "nass" kabilinden olan isimlere de aynısının gösterilmesi lâzım gelmez. İkincisi: "Çoğul" sîğasi çoğunluğa göre mecaz, bazılarına göre de hakikat olmak suretiyle sadece iki şey için de kullanılabilir. Dolayısıyla çoğul bir kelimenin iki bütün ve üçüncünün de bir Icısmı hakkında kullanılması öncelikli olarak sahih olur.  Bu sebeptendir ki miras hakkındaki:  Eğer kardeşleri varsa, annesi için altıda bir pay vardır. ,.."[312] âyetindeki "kardeşler" kelimesine çoğunluk ulema "iki kardeş" anlamı vermişlerdir,     Buna mukabil, âyetindeki[313]"dört şehâdet" ifadesini hiçbir kimse dörtten aşağıya hamle gitmemiştir.

İkinci cevap: Her ne kadar "çoğul" sığasının iki ve üçün de bir kısmı hakkında kullanılması sahih ise de, bu mecaz olmaktadır. Hakikat, lafzın aslî konumu üzere kullanılmasıdır. Bir lâfız, hakikat ile mecaz arasmda dönerse, hakikat mânasını almak daha öncelildi olacaktır.

Üçüncü cevap: Çoğul sığasının iki ve üçüncünün bir kısmı üzerine kullanılması sadece gün, ay ve sene isimlerinde sözkonusu olmuştur. Çünkü tarih, sadece bu zamanlar esnasında olur; basan noksan olan seneyi tarihe katarlar, bazan ise katmazlar. Günler için de aynı durum sözkonusudur. Bu kelimelerin kullanılışında diğer isirnlerdekinin aksine esnek davranmışlardır. Dolayısıyla "gece" kelimesini kullanmışlar, yerine göre birlikte gündüzleri de kasdetmişler, bazan da kasdetmemişlerdir. Bunun aksi de aynı şekildedir.

Dördüncü cevap: Bu esnek kullanılış, "cem-i kıllet" yani üçten dokuza   kadar   bir   sayı   bildiren çoğul sîgası     şeklinde   gelmiştir ki, âyetinde ki[314] "eşhur=aylar" kelimesidir. kelimesi ise "cem-i kesret" tir; çokluk bildirir. Bu itibarla bu ifade yerine cem-i kıllet sîgasıyla ifadesi kullanılabilirdi, zira kelamda yaygın olan kullanılış da bu şekildedir. Hatta çoğu nahivcilere göre böyle denmesi gerekirdi. Dolayısıyla cem-i kıllet sığasının kullanılması gereken bir yerde cem-i kesret sığasını kullanmanın mutlaka bir amacı , bir faydası olmalıdır. Bu çoğuldaki esnekliği kaldırmış olmak, böyle bir amaç ve fayda olmaya elverişlidir; başka bir mülahaza da gözükmemektedir. Dolayısıyla bu faydanm dikkate alınması gerekir.

Beşinci cevap:
İki ve üçüncünün bir kısmı için çoğul sığasının kullanılması ancak gün, ay, sene gibi parçalanmayı (tecezzi) kabul eden isimlerde sözkonusudur. Parçalanma kabul etmeyen isimlerde ise böyle bir kullanılış şekli caiz değildir. Hayız ve tuhr isimleri ise bölünme kabul etmez. Bu yüzdendir ki, cariyenin iddeti, eğer "zevat-1 kuru" dan ise, ittifakla iki tam "kar' = hayız"dır. Eğer "kar"' bölünme kabul etseydi, o zaman bir buçuk kar* olması gerekecekti, çünkü bunu gerektiren bir sebep mevcuttuk[315] Bölünme gerekçesi olmakla birlikte durum böyle olduğuna göre, tekmilini gerektirici delilin bulunması durumunda bölünme öncelikli olarak caiz olmaz. Konunun inceliği surda yatmaktadır: Şeriatta "kar"' m bir parçası için dikkate alman bir hüküm bulunmamaktadır.

Altıncı cevap: Yüce Allah henüz küçük olan kızlar ile ay halinden kesilen (âyise) kadınlar hakkında "Onların iddetleri üç aydır." buyurmuştur. Sonra bu konuda bütün ümmet "tam üç ay" olduğu üzerinde görüş birliği etmişlerdir. Bu "üç ay", "üç hayzın" yerini almaktadır, ondan bir bedeldir. Bedelin hükmü böyle olunca, asim hükmünün de aynı şekilde olması evleviyet arzeder.

3 — "Lügat âlimleri  bu kelimenin iki  müsemmâsi (ad verilen şey) vardır   ve    bunlar    "hayız"    ile    "tuhr"    dur;    şeklinde    tasrihte bulunmaktadırlar." şeklindeki sözünüze gelince, evet doğrudur ve bu konuda biz sizinle tartışmaya girmiyoruz. Ancak bu kelimenin, daha önce zikretmiş bulunduğumuz sebeplerden dolayı, "hayız" anlamına hamledilmesi  daha uygun  olmaktadır.  Müşterek bir kelime,  eğer beraberinde mânalarından birisini   tercih ettirecek karinelere sahip olursa, o mâna üzerine hamledilmesi gerekir.

4 — "Kendisinden önce  kan bulunmayan temizlik hali (tuhr)   daha sahih olan kavle göre "kar"' sayılır."   şeklindeki sözünüz ise, tamamen mezhep taassubundan hareketle lâfza bu mânayı vermekten, böyle bir tercihe gitmekten başka bir şey değildir. Yoksa hiçbir zarnan Arap dilinde, dört   yaşındaki   bir   kız   çocuğunun   temizlik   halinin   "kar"1   diye isimlendirildiği, bu çocuğun "zevât-ı akrâ*" tabiri altına girdiği asla duyulmamıştır. Bu kelimenin ne dil, ne örf, ne de din açısından   böyle bir mânası bulunmaktadır. Bu durumda, kar' ismi verilen şeyin   önünde veya sonunda "kan"  bulunması şartı bulunmaktadır. Aksi takdirde bu kelimenin kullanılması doğru değildir.

5 — "Kanın bulunması, isimlendirme için şarttır;    aynen "ke's", "kalem"... vb. daha önce zikrettiğiniz kelimelerde olduğu gibi..." şeklindeki itirazınız ise, yanlış bir benzetmedir. Çünkü sizin zikrettiğiniz kelimelerin ad olarak verildiği şeyler (müsemmâları)  belli şartlara bağlı olan sadece tek bir hakikattir. "Kar'" kelimesi ise, hayız ve tuhr arasmda müşterektir; bu    kelime    bunlardan    her    birisi    için    hakikat    anlamında kullanılabilmektedir. Hayızm müsemmâsı bir hakikattir ve o   lâfzın, iki müsemmâsmdan  birisi  hakkında  kullanılmasında   şart   değildir. Dolayısıyla bunlar ayn ayrı şeylerdir ve birbirlerine benzetilemez.

6  — "Şeriat  lisanında bu  kelime,  "hayız"  anlamında kullanıl­mamıştır..." şeklindeki sözünüze katılmak mümkün delildir; daha önce Hz. Peygamber'in (s.a.) sözlerinde "hayız" anlamında kullanıldığım, buna karşılık hiçbir yerde asla "tuhr" anlamında kullanılmadığını beyan etmiştik. Süfyân b. Uyeyne'nin Eyyûb — Süleyman b. Yesâr — Ümmü Seleme senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.) özürlü bir kadın hakkında: "Kar' (hayız) günlerinde namazını bırakır." buyurduğunu rivayet etiği daha önce belirtilmişti.

7 — "İmam Şafiî: Süfyân bunu asla rivayet etmemiştir; demiştir..." şeklindeki sözünüze şu şekilde cevap veriyoruz: İmam Şafiî, Süfyân'ı bu hadisi rivayet ederken'işitmemiştir ve bizzat kendisinin ondan ya da bir aracı vasıtasıyla işitmiş olduğu:"Ay içerisinde hayız gördüğü gecelerle gündüzlerin adedine baksın." şeklindeki rivayetin gereği görüşünü oluşturmuştur. Halbuki, bu hadisi Süfyân'dan hıfzından, doğruluk ve adaletinden asla şüphe edilemeyecek kimse işitmiştir. Sünen'de Fâtıma bt. Ebî Hubeyş hadisinde şöyle sabit olmuştur: Bu kadın Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek, kan gördüğünden şikâyetle durumunu sormuştu. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine: "Bu sadece bir damar(dan)dır. Bak! Kar' (hayız) zamanın geldiğinde namaz kılma. Kar' (hayız) dönemin geçtiğinde temizlen, sonra bu kar' ile diğer kar' arasında namazını kıl." buyurdu.[316] Bu hadisi sahih bir isnâdla Ebu Davud rivayet etmiştir. Hz. Peygamber {s.a.) burada "kar"1 lâfzını dört defa zikretmiştir ve her birisinde de "tuhr" değil, "hayız" mânasında kullanmıştır. Bu hadisten bir önceki hadisin isnadı da böyledir. Hadis hafızlarından birçok kimse onun sahih olduğunu belirtmişlerdir.

Süfyân'm rivayet ettiği: "Ay içerisinde hayız gördüğü gecelerle gündüzlerin adedine baksın." hadisine gelince, bununla bizim delil olarak kullandığımız lâfız arasında herhangi bir çelişki (tearuz) yoktur ki, bunlardan birinin diğeri üzerine tercihi sözkonusu olsun. Aksine bu iki lâfızdan biri, diğerinin tefsiri ve açıklanması mahiyetindedir ve bunun neticesinde "karcın, bu hadiste sözü edilen gece ve gündüzlerin adı olduğu anlaşılmış olur Çünkü, eğer her iki hadis de bizzat Hz. Peygamber'in (s.a,) kendi lâfızları ise —ki öyle gözüküyor—, bu durumda mesele açıktır. Eğer mâna ile rivayet edilmişse, bu durumda iki lâfızdan birisinin mânası, şer'an ve dil bakımından diğerinin manasıyla aynı olmasaydı, o takdirde Hz. Peygamber'in (s.a.) lâfzını, onun yerini tutmayacak başka bir lâfızla değiştirmesi, râviye helâl olmayacak bir husustur. Kişinin, hadisin lâfzını, kendi mezhebi doğrultusunda değiştirmesi asla caiz olamaz ve bu değiştirdiği lâfız da asla Hz. Peygamber'infs.a.)   lâfzının eşanlamlısı (müteradifi) olrnaz. Özellikle de râvinin, Eyyûb es-Sahtiyânî gibi hadiste imamlığı, doğruluk ve takvası müsellem birisinin böyle bir davranışa girebileceğini düşünmek mümkün değildir.    Kaldı ki, o Nâfi'den    daha    üstün, daha   bilgili bir sıma olmaktadır

Kâtip olan Osman b. Sa'd , îbn Ebî Müleyke'den rivayette bulunur: O şöyle anlatır: Teyzem Fâtıma bt. Hubeyş , Hz. Âişe'ye gelir ve :

"Ben Cehennem'e düşmekten korkuyorum; bir sene, iki sene namazı bırakıyorum!" der. Hz. Âişe:

"Hz. Peygamber (s.a.) gelinceye kadar bekle!" der. Sonunda Hz. Peygamber gelir. Hz. Âişe ona:

"Bu Fatıma'dır ve şöyle şöyle diyor?" diye sorar. Hz. Peygamber (s.a.) : "Ona söyle! Her ayda "kar"' (hayız) günlerinde namazını bıraksın!" buyurur. [317] Hâkim: "Bu, sahih bir hadistir. Kâtip Osman b. Sa'd, Basrahdır ve sikadır, hadisleri azizdir, hadisleri toplamlabilir." demiştir. Beyhakî ise: " Bir çok kimse onu tenkit etmiştir." der. [318] Yine onda: Haccâc b. Ertât'm îbn Ebî Müleyke ve Hz. Âişe vasıtasıyla bu hadise bir mütâbaatı bulunduğu belirtilmiştir.

Müsned'deki rivayette, Hz. Peygamber (s.a.) Fâtıma'ya: "Kar' (hayız) günlerin geldiğinde kendini tut (namaz kılma)!..." buyurmuştur.[319]'

Ebu Davud'un Sünen'inde, Adiy b. Sabit — babası — dedesi senediyle, Hz. Peygamber'in (as) özürlü kadın (müstahaza) hakkında: "Kar' (hayız) günlerinde namazmı bırakır, sonra yıkanır ve namazını kılar."'[320] buyurduğu rivayet edilmiştir.

Yine onun Sünen'inde şöyle rivayet edilir: Fâtıma bt. Hubeyş, Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek, kan gördüğünden şikâyetle durumunu sormuştu. Hz. Peygamber (s. a.) kendisine: "Bu sadece bir damar(dan)dır. Bak! Kar' (hayız) zamanın geldiğinde namaz kılma. Kar (hayız) dönemin geçtiğinde temizlen sonra bu kar' ile diğer kar' arasında namazını kıl." buyurdu.[321] Hadis daha önce geçmişti.

Ebu Davud şöyle der: Katâde, Urve — Zeyneb — Ümmü Seleme senediyle (r.a.) rivayet eder. Buna göre Ümmü Habîbe bt. Cahş (r.a.) özür kanı görür; Hz. Peygamber (s.a.) kendisine "kar"1 (hayız) günlerinde namazı terk etmesini emreder [322]'

Bu hadislerin, "Bunlar râvinin hadisin lâfzını değiştirmesinden olmuştur; hadisi mâna ile rivayet etmişlerdir." şeklindeki tenkidi dikkate alınmaz ve iltifat edilmez. Şayet, bu hadisler bu tenkidi yöneltenlerin görüşlerini destekleseydi, o zaman bunları tekrar tekrar zikrederler, ileri sürerler ve onlara karşı gelenler hakkında kıyametleri koparırlardı.

8 — "Yüce Allah, iddeti ay ile beklemek için, ay halinden kesilmiş olmayı şart koşmuştur..." şeklindeki sözünüzü ele alalım. Bunun neresinden "kar"' kelimesinin "hayız" anlamında olduğu çıkar; şeklindeki itirazınıza ise cevabımız şöyle olacaktır: Yüce Allah "üç ayı", "üç kar*" dan bedel olarak kabul etmiş ve; "Kadınlarınızdan ay halinden kesilenler..." buyurarak, asıl olan hayzm bulunmaması durumunda, onların iddetlerini aylara çevirmiştir. Burdan da, ayların kadınların artık ümitlerini kestikleri hayızdan bedel olduğu, tuhr halinden bedel olmadığı anlaşılmış olur. Bu gayet açıktır.

"Hz. Âişe hadisi, Müzahir b. Eşlem yüzünden tenkide manız kalmıştır (ma'lûl). Ayrıca Hz. Âişe'nin bizzat kendisi de bu rivayete muhaliftir..." şeklindeki itirazınızı anlamak kabil değildir. Şöyle ki, biz sadece sizin "Talâk (sayısm)da itibar kadınlaradır, erkeklere değildir." mevzuunda bize karşı delil olarak kullandığınız bir hg.dis ile istidlalde bulunmaktayız. Mukayeseli hukuk (hilaf) alanında telifte bulunan, yahut da köle kocanın talâkının iki olduğu konusuna istidlalde bulunan herkes, bize karşı bu hadisi delil olarak ileri sürmektedir ve Hz. Peygamber (s.a.) köle kocanın talâkını iki kabul etmiş; talakta kadınlara değil, erkeklere itibar edileceğini, iddette ise kadınlara ü;ibar olunacağını belirtmiş ve; "Cariyenin iddeti iki hayızdır." buyurmuştur; demektedir. Fesübhânallah! Aynı hadis sizin deliliniz olduğu zaman illetten salim oluyor; fakat başkalan tarafından delil olarak kullanıldığı zaman çeşitli illetlerle muallel oluyor. Bunu anlamak mümkün değildir! Sizin bu tavrınız şâirin şu sözüne ne kadar da benziyor;

"Sizden başkaları için acı oluyor da, nasılsa size ulaşınca tatlılaşıyor, o güzelim kokunuzu alınca?!"

Doğrusu biz, sizin bize ölçtüğünüz ölçü ile kılı kılına, tam tamına size ölçmüş olduk. Muzâhir'in, hadisleriyle ihticac edilecek biri olmadığında şüphe yoktur. Bununla birlikte onun hadisini destekleyici, güçlendirici bir unsur olarak kullanmaya da bir engel yoktur. Nasıl olsa asıl delil başkasıdır.

Hz. Âişe'nin kendi rivayetine muhalefetine gelince, hani size göre râvinin rivayet ettiği hadise muhafeiet etmesi hadisin reddini gerektirecek bir sebep değildi? İtibar râvinin görüşüne değil, rivayet ettiği şeye idi? Râvisinin muhalefetine bakılmaksızın nice hadislerin alınmış olduğunu, nitekim İbn Abbâs'm, "câriye zevcenin satılması durumunda nikâhın bakî kalacağını" içeren rivayetini aldıklarını, fakat onun "cariyenin satılmış olması, aynı zamanda onun talâkıdır da" şeklindeki görüşüne itibar etmediklerini... söyleyenler sizler değil mi idiniz?

"Cariyenin talâkı ikidir, "kar'"ı ise iki hayızdır." şeklindeki İbn Ömer hadisini Atıyyetu'1-Avfî yüzünden reddetmenize gelince, her ne kadar çoğu hadis imamları onu zayıf kabul etmişlerse de, insanlar onun hadislerini rivayette bulunmuşlar, dikkate almışlar, Sünen kitaplarında yer vermişlerdir. Abbâs ed-Dûrî'nin rivayetine göre Yahya b. Maîn onun hakkında "sâlihu'l-hadîs" (hadisleri işe yarar) ifadesini kullanmıştır. Ebu Ahmed b. Adiyy ise: "Ondan sika olan râvilerden bir grup rivayette bulunmuştur. Zayıf olmasına rağmen hadisleri yazılır (itibâr). " demiştir. Bu durumda , onun hadisleri her ne kadar yalnız başına delil olarak kullanılamasa da,   destekleyici unsur olarak kullanılabilir.

Hadisi, "İbn Ömer'in görüşü, "kar"' dan maksat "tuhr"dur; şeklindedir." diye reddetmeniz ise doğru değildir. Bu durumun hadiste bir şüphe doğuracağında kuşku yoktur. Ancak bu tâvisi tarafından muhalefet edilen ilk hadis değildir. İtibar ise râvinin rivayetine olup, şahsî görüşüne değildir. Buna verilecek cevap, yukarıda Hz. Âişe hadisinin, bizzat kendi görüşüne muhalif olması yüzünden reddi itirazınıza verilen cevapla aynıdır. Râvüerinin muhalefeti gerekçesiyle, hadislere itirazlarda bulunmak doğru değildir.

Kocasından hulû yoluyla ayrılan kadının, bir hayız müddetle iddet beklemesini emreden hadisi reddinize gelince, biz de bu görüşte değiliz. Ulemânın bu konu hakkında iki görüşleri vardır ve her ikisi de îmam Ahmed'den rivayet edilmiştir: Birincisi: Hulû yolu ile ayrılan kadının iddeti üç hayızdır. İmam Şâfî, Mâlik ve Ebu Hanife'nin görüşleri bu şekildedir. İkincisi:- İddeti bir hayızdır. Bu da mü'minlerin emîri Hz. Osman, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbâs'm görüşleri olmaktadır. Ebân b. Osman'ın mezhebi de böyledir. îshâk b. Râhûye ve Îbnü'l-Münzir de aynı görüştedirler. Delil konusunda sahih olan da budur; hakkında vârid olan hadislere tearuz teşkil edecek bir husus da bulunmamaktadır. Kıyas da hüküm olarak bunu gerektirmektedir. Bu konuyu, Hz. Peygamber'in (s.a.) hulû yolu ile ayrılan kadının iddeti hakkındaki hükmü bahsinde açıklayacağız.

Şöyle demişlerdir: Hulû yolu ile ayrılan kadının bir hayız müddetle iddet beklemesini emreden hadise, bizim bir hayız müddetle iddet beklemesinin cevazı konusunda muhalefet etmemiz, yine o hadisin "kar"' dan maksadın "hayız" olduğu şeklindeki delâletine sizin muhalefet etmeniz için bir özür olamaz. Biz her ne kadar bir hükümde hadise muhalefet etmişsek, diğer hükmünde — ki "kar'"dan maksadın "hayız" olduğudur— ona muvafakat etmişizdir. Siz ise her iki hükme de muhalefet etmektesiniz. Kaldı ki, "kar'"dan maksat "hayjz"dır diyenler ve hulü yoluyla ayrılan kadının da bir hayızla iddet bekleyeceği görüşünde olanlar, böyle bir tenkitten de uzak bulunmaktadırlar. Onların görüşlerini ne ile reddedeceksiniz?

10 — "îstibrâ ile iddet arasında fark vardır: îddet, kocanın hakkının yerine getirilebilmesi için vacib olmuştur, dolayısıyla da onun hakkının zamanına hastır..." şeklindeki sözünüz boş bir sözdür ve tahkikten yoksundur. Çünkü kocanın hakkı hayız ve   tuhr dönemlerinde ondan faydalanma cinsinde (şekillerinde)   olmaktadır   ve onun hakkı sadece tuhr zamanına has değildir. Nitekim iddet de    hayız dönemi dahil olmadan sadece tuhr vakitlerine mahsus değildir; aksine her iki vakit de iddetten sayılmaktadır. Istibrânm tekerrür etmeyişi, onun   boşanmış kadının "kar"' ında olduğu gibi, iki tarafında kan bulunan bir temizlik süresi olmasına mâni değildir. Böylece istibrâ ile iddet arasındaki farkın büyük olmadığı ortaya çıkmış oldu.

11 — "İki kar', içerisinde cimada bulunulan tuhra (temizlik süresine) eklendiğinde, onu rahmin temizliğine alem kılar..." şeklindeki sözünüz, iddetin sadece iki "kar"' dan ibaret oldduğu neticesine götürür. Çünkü, içerisinde cimada bulunulan tuhnın, rahmin temizliğine dair asla bir delâleti bulunmamaktadır. Rahmin temizliğine delâlet eden sadece  iki "kar' dır. Böyle bir netice ise, nassm   gereğinin hilâf;.na   olmaktadır. "Kar"'m,      hayız  kabul   edilmesi   durumunda,   bu   netice   ortaya çıkmamaktadır. Çünkü yalnız başına hayız, rahmin temizliği için bir alâmet olmaktadır. Bu yüzden de, cariyelerin istibrâsı konusunda sadece onunla yetinilmiştir.

12  — "Kar"' cem etmek,  toplamak demektir, hayız (kanı) tuhr zamanında toplanır..." şeklindeki sözünüzün cevabı da'ıa önce geçmişti ve bu mânayı ifade  eden kelimenin hemzeli değil  "yâ"lı olduğu belirtilmişti.

kelimesinin sonuna yuvarlak "tâ" harfinin girmesi, onun tekilinin müzekker olduğuna delâlet eder ki, o da "tuhr" dur." sözünüze karşı diyoruz ki, kelimesinin tekili dır ve bu müzekker bir kelimedir. Dolayısıyla üç sayısındaki yuvarlak "tâ"  haift,   her ne kadar

isim verildiği şey (müsemmâsı) müennes olan kelimesi ise de.

mânaya değil de lâfza itibarla gelmiştir. Nitekim, gelenler kadınlar olmakla birlikte lâfea itibarla denmektedir. Şurada da durum aynıdır.                                                                   

En iyisini Allah bilir! [323]


[311] Sırasıyla; Tevbc, 9/36 ; Kchf, 18/25 ; Bakara, 2/196 ; Hâkka,69/7.

[312] Nlsâ, 4/ 11.

[313] Nür, 24/6.

[314] Bakara, 2/197 .

[315] Kölelik hürlerle ilgili ahkâmı yanya indirmektedir.

[316] Ebu Davud, 280 ; Nesâî, 1/183,184. Senedinde Münzir b. el-Muğire vardır. Bu zat Sadece Ibn Hibban tarafından sika bulunmuştur. Ebü Hatim onun meçhul olduğunu söyler. Dolayısıyla isnâd, müellifin dediğinin aksine zayıf olmaktadır.

[317] Hakim, 1/175 ; Ahmed, 6/464 .

[318] Bk. Beyhakî,   Sünen, 1/332 . Hafız Îbn Hacer, et-Tafcrib'de "Zayıftır." demiştifl

[319] Ahmed, 6/129, 420, 464.

[320] Ebu Davud, 297 .

[321] Ebu Davud, 280; Nesâi, 1/183,184.

[322] Ebu Davud, 281.

[323] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 6/226-235.