๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Zadul Mead => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 30 Mayıs 2011, 12:44:58



Konu Başlığı: Deliller ve münakaşaları
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 30 Mayıs 2011, 12:44:58
2— Deliller ve Münakaşaları:

 

"Haram klimanın tamamı boştur, bir şey gerekmez." diyenler, görüşle­rini şu şekilde deüllendiriyorlar: Yüce Allah helâl ve haram kılma yetkisini kula vermemiştir. Ona sadece, bir şeyin helâl ya da haram olmasını gerekti­recek, talâk, nikâh, bey' (satış), âzad gibi sebepleri ortaya koyma yetkisini tanımıştır. Bunun ötesinde, "Şunu haram kıldım, o bana artık haramdır." demek gibi bir tutuma girmesi kişinin kendi işi değildir. Yüce Allah: "Dille­rinizin yalan olarak vasfettiği şeyler hakkında 'Bu helâldir, bu da haramdır.' demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz..."[952] ve yine: "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun..."[953] buyurmaktadır. Yüce Allah, kendisi­nin helâl kıldığı bir şeyi haram kılma yetkisini Peygamberine bile tanımayın­ca, başkalarına bu yetki nasıl tanınabilir?

Hz. Peygamber (s.a.) "Emrimiz üzere bulunmayan her iş merdudtur."

buyururlar.[954]' Bu haram kılma işi de böyledir, dolayısıyla merdud ve bâtıl) olur.

Zİra helâli haram kılmakla, haramı helâl kılmak arasında bir fark yoktur. Nasıl ki bu ikincisi boş ve bâtıldır, birincisi de öyledir.

Kişinin karısına: "Sen bana haramsın." demesi ile, yiyecek için: "O bana | haramdır.*' demesi arasında bir fark yoktur.

"Sen bana haramsın." sözüyle kişi, ya onu haram kılmak için bir tasar­ruf kurma (inşâ) amaçlamaktadır, ya da onun haramlığını haber vermekte­dir (ihbar). Kişinin helali haram kılma yetkisi olmadığı için birinci ihtimal mümkün değildir. Böyle bir tasarruf ancak, helâli helâl, haramı haram kılan, şer'î ahkâmı vaz'eden Allah'a aittir. Eğer ihbar ise, yalan söylemiş olur. Netice itibarıyla bu söz ya bâtıl bir inşâ ya da yalan bir haberdir. Her ikisinin de bir anlamı yoktur.

Bunun dışındaki diğer sözlere baktığımızda, onların çelişkili, tutarsız, bir kısmı diğer kısmını reddeden sözler olduğunu görürüz. Allah ve Rasûlü'-nden bir delil olmadıkça bu sözlerden hiçbiriyle zevce haram olmaz. Eğer haram kılarsak iki suç işlemiş oluruz: Birinciye haram, başkalarına helâl kılmış oluruz. Asıl olan, helâlliğin zevaline dair icma ya da Allah ve Rasûlü'nden gelen kesin bir delil bulunmadıkça, nikâhın devamına hükmetmektedir. Bunlar da olmadığına göre, haram kılma işinin boş ve üzerine bir şey lâzım gelmeye­ceği görüşünü benimsemek durumu ortaya çıkmaktadır.

Bu grubun delilleri bunlardır.

"Her halükârda üç talâktır." görüşünde olanlar adına şöyle bir delil geti­rilebilir: "Haram lılma" sözü talâktan kinaye kılınır: Talâkın en üst şekli de üç talakla boşamaktır. Kadınların kadınlığından istifade konusunda ihti­yatlı davranabilmek için en üst şekline yorulur.

Sonra biz, bu ifadeyle haramlığı konusunda kesin kanaate sahip bulu­nuyoruz; ama bu haramhğın zihar gibi keffâretle izale edilebilecek bir haramlık mı, ya da hulu' gibi yeni bir akdin giderilebileceği haramlık mı, veyahut üç talâkta olduğu gibi ancak başka bir kocayla yapacağı yeni bir evlilik ve zifa­fın giderebileceği bir haramlık mı olduğu konusunda şüpheliyiz. Bu (sonun­cusu) kesindir, diğerlerinde ise şüphe vardır. Şüphe ile helâl olmaz.

Hem sonra ashab;  ifadeleri hakkında bunların üç talâk olduğuna dair fetva vermişlerdir. İmam Ahmed: "Bu, Hz. Ali ve İbn Ömer'den gelen sahih görüştür." diyor. Malumdur ki "haliyye" ve "beriyye " kelimelerinin ifade edeceği anlam nihayet "haramhk"tır. Dolayısıyla haram-Iığı açıkça söylediğinde, onun üç talâk olması öncelikle sabit olmalıdır. Hem haram kılan insanın düşüncesinden, onu üç talâksız haram kılma fikri geçmez. Böylece bu söz üç talâkın verilmesi konusunda (kinaye değil) örfî bir hakikat olmuş olur.

Hem sonra tek talâk, ancak ivazlı (hulu') veya zifaftan önce verilen talâk­la, veyahut da bir bâin talâkın verilebileceği görüşünde olanlara göre, kayıt­lanması durumunda haram kılabilir. Tek bir bâin talâkla haram kılmak kayıt­lıdır. Haram kılma ifadesi mutlak zikredilir ve kayıtlanmazsa; zifaf öncesi, sonrası; ivazlı, ivazsız sabit olabilen mutlak haramlığa yorulur ki o da üç talâk­tır.

"Zifaf sonrası söylendiğinde üç talâk, zifaf öncesi ise bir bâin talâk lâzım gelir." diyenlerin delili ise şudur: Zifaf vaki olan kadını ancak üç talâk haram kılar. Zifaf gerçekleşmemiş kadını ise bir talâk haram kılar, onun hakkında birden fazlası, haramlığı için gerekli değildir.

Bunlara, koca, bir bâin talâkla da zifafda bulunduğu karısını ayrı kıla­bilir şeklinde bir itiraz yapılır. Buna yetersiz bir cevap vermişler ve: "Bâin olduğu belirtilen bir talâkla gerçekleştirilen ayrı kılma, kayıtlı bir ayrı kılma­dır. Haram kılma ise öyle değildir. Çünkü onunla ayrı kılma mutlaktır. Bu ise ancak üç talâkla gerçekleşir." demişlerdir. Bu kadarhk bir cevap, onları itirazı kabulden kurtaramaz. Çünkü haram kılma neticesinde gerçekleşecek ayrı kılmada kayıtlama, " = Sen bir bâin talâkla boşsun!" demekten daha ileri bir durumdur. Çünkü bâin talâkın gayesi haram kılmak­tır. Bu ise "haram kılma"yı bizzat tasrih etmiştir. Dolayısıyla haram kılma sözü, ayrı kılma konusunda "Sen bâin bir talâkla boşsun." sözünden daha önceliklidir.

"Zifaf gerçekleşsin, gerçekleşmesin her ikisi için de bir bâin talâk gere­kir." görüşünde olanların mesnedleri şudur: "Haram kılma", dil bakımın­dan bir sayı bildirmez. Sadece haramlığı doğuracak bir ayrılığı gerektin. Koca, zifaftan sonra karısını bedelsiz olarak da bir talâkla bâin kılabilir. Meselâ: "Sen bâin bir talâkla boşsun." diyebilir. Zira ric'at, kocanın hakkıdır; kullan­madığında bu hakkı düşer. Kadından aldığı bir ivaz (bedel) karşılığında karı­sını ayrı kılma hakkına sahip olduğuna göre, bedelsiz ayırmaya da hakkı olur. Zira bedelden vazgeçmesiyle iyilikte bulunan biri olur. ivaz, koca lehine bir hak mevzuudur, aleyhine değildir. Bedeli düşürür ve ayrı kılarsa buna hakkı olur.

"O ric'î bir talâktır." diyenlere gelince; bunların dayanakları şöyledir: Haram kılma mutlak olarak mülkiyetin kesilmesi demektir. Bu anlamda, bu ifadeden kesinliği belli olan bir talâkın kastedilmesi doğru olur. Birden fazlasına ise lâfızda bir temas bulunmamaktadır. Dolayısıyla gerektirici bir delil olma­dan birden fazlasının isbatı caiz olmaz. Lâfzın kullanılışı bir talâk hakkında mümkün olunca, gereği yerine getirilmiş olur. Bir talâktan fazlası için gerek­tirici bir unsur yoktur.

Bunlar şöyle diyorlar: Ric'î talâkla boşanmış kadını, kocasına mahrem kabul edenlerin prensiplerine göre bu gerçekten açıktır. O takdirde şöyle deriz: Haram kılma, ric'î yollu haramlıktan da, bâin yollu haramlıktan da daha umumîdir. Daha umumî bir mânaya delâlet eden, daha hususî olan şeye delâlet etmez. İsterseniz bunu siz şöyle söyleyiniz: "Daha umumî olan, daha hususî olanı gerektirmez." veya "Daha hususî olan, daha umumî olanın gereklerin­den değildir." ya da "Daha umumî olan, daha hususî olanı neticelendirmez."

"Ne murad ettiği sorulur. Zıhar mı, ric'î talâk mı, bâin talâk mı veya yemin mi? Ne murad etmişse o vuku bulur." diyenlerin yaklaşımları da şöyle­dir: Bu lâfız özel olarak talâkı gerçekleştirmek için konulmuş değildir. Aksi­ne talâk, ahar ve îlâ arasında muhtemeldir. Niyetle bunlardan birisine çevrildiği zaman, o ifadeyi uygun bir anlamda kullanmış olur. Dolayısıyla da murad ettiği mânaya yorulur. Ne öteye gidilir, ne de geri kalınır. Bu ifadeyle cariye­sinin âzad olmasına niyet etmesi durumunda da aynı şekilde, cariye âzad olur. Aynı şekilde zevcesine îlâda bulunmaya, cariyesine yeminde bulunmaya niyet edecek olsa, niyeti ne ise kendisini bağlar. Bizzat kadının kendisinin haramlı-ğma niyet ettiğinde ise, aynı lâfızla kendisine yemin keffareti gerekir. Kur'-an'ın zahiri ile Müslim'in rivayet ettiği İbn Abbas hadisi bunu âmirdir. Hadis şöyledir: İbn Abbas: "Kişi karısını haram kıldığı zaman, o bir yemin olur; keffâret verir." demiş ve: "Sizin için Allah Rasûlü'nde güzel bir örnek vardır." âyetini okumuştur.[955] Bu, Mücâhid'in zıhar hakkında söylediği: "Onu mücerred söylemesiyle zıhar keffareti gerekir." ifadesine benzemektedir. Aslın­da bu görüş Şafiî'nin görüşü olmalıdır. Çünkü o, hemen akabinde boşama-dığı zaman keffareti gerekli görmektedir. Bunlar devam ediyorlar: Şu da var ki lâfız, hem inşâ, hem de ihbara muhtemeldir. Eğer ihbarî anlamda kullan­mışsa, uygun bir kullanımda bulunmuş olur, dolayısıyla kabul edilir. Eğer haram kılıcı bir tasarruf kurma (inşâ) amaçlamışsa-, o zaman, o ifadeyle kadını haram kıldığı sebebin ne olduğu sorulur: Eğer üç talâk veya bir veya iki talâk kasdettim derse, kabul edilir. Çünkü hem lâfız buna elverişlidir, hem de niyet bitişmiştir. Eğer zıhara niyet etmişse, aynı şekilde o da doğru olur. Çünkü bu ifade ile zıharın gereğini tasrih etmiş olmaktadır. Zira: "Sen bana anamın sırtı gibisin.*' demenin gereği haram kılmaktır. Dolayısıyla "haram kılma'* lâfzı ile buna niyeti durumunda zıhar olur. "Haram kılma" sözünün niyetle birlikte talâka delâlet etmesi, yine niyetle zıhara delâlet etmesinin üstünde değil­dir. Mutlak olarak kadının haramlığına niyet etmesi durumunda ise, yemin olur, keffâret gerekir. Çünkü bu, kadından "haram kılma" ifadesiyle uzak durması demektir. Bu da aynen yeminle ondan kaçınıp uzak durması gibidir.

"O, talâka niyet etmedikçe zıhardır." diyenlerin yaklaşımları şöyledir: Lâfız haram kılma için konulmuştur. O kötü bir söz ve iğrenç bir yalandır. Çünkü kulun helâl-haram kılma yetkisi yoktur. O sadece üzerine helâl ya da haramlığm bineceği sebepleri ortaya koyabilir. Allah'ın helâl kıldığını haram kılmakla, o kötü ve iğrenç bir yalan söylemiş olmaktadır. Böylece o, "Sen bana anamın sırtı gibisin." demiş gibi olur. Hatta "Sen bana haramsın" sözü, zıhar olmaya daha lâyıktır. Çünkü, kişi karısını kendi mahremlerinden biri­ne benzetince, bu lâzımlık-melzûmluk ilişkisiyle haram kılmaya delâlet etmek­tedir. Kadının haram olduğunu tasrih etmesi durumunda ise, zıhar lâfzında kullanılan teşbihin gereğini açıklamış olmaktadır. Dolayısıyla bu ifadenin zıhar olması evleviyet arzeder.

Devamla diyorlar ki: Biz bunu niyetle talâk kıldık ve ona yorduk. Çünkü talâk için kinaye lâfızlardan olmaya elverişlidir, dolayısıyla niyet durumun­da talâka yorulur. Mutlak ifadesi halinde ise, zıhar anlamına gelir.

Bu ifadeyle yemine niyet ederse, yemin de olur. Zira bu görüş sahipleri­nin prensiplerine göre, yiyecek vb. eşyanın haram kılınması yemindir, keffâ­ret gerekir. Zevceyi haram kılması esnasında, bununla yemine niyet ederse, lâfzın elverişli olduğu bir şeye niyet etmiş olur ve sözü kabul edilir.

"Talâka yemin etse bile veya sözünün hemen akabinde ben bununla talâkı kasdettim dese bile zıhardır." diyenlerin mesnedleri, az önce zikrettiğimiz haram kılmanın zıhar olduğu esasıdır. Bunlara göre zıhar olan bu söz, talâka niyet etmekle zıharlıktan çıkmaz. Nitekim "Sen bana anamın sırtı gibisin." dese ve bununla talâka niyet etse veya ben bununla talâkı kasdettim dese zıhar­lıktan çıkıp da talâk olmaz. Ulemanın çoğunluğuna göre bu böyledir. Ancak sözlerine iltifat edilmeyecek şaz bir grup hariç. (Bunlar demişlerdir ki:) Zıhar-lıktan çıkmaz. Çünkü bu durum, İslâm dinince nesh ve iptal edilen, zıharın talâk kılınması şeklindeki cahiliye dönemi uygulamasına uygunluk arzeder. Bu durumda bununla talâka niyet ettiği zaman, aslında Allah ve Rasûlü tara­fından iptal edilen, cahiliye devrindeki "zıhar lâfzından talâkın kasdı" gibi şer'an ilga edilen, ihtimali bulunmayan bir şeye niyet etmiş olur. Dolayısıyla

bu niyetinin, Yüce Allah'ın kullan arasında hükmettiği, hükmünün üzerinde istikrar kazandığı şeyi değiştirme hususunda bir etkisi olmaz.                 

Sonra İmam Ahmed ve tabileri, —talâk ve âzadda da olduğu gibi— bunun îkâı ile yemini aynı tutma ilkesinden yürümüşlerdir. îbn Teymiye ise îkâ ve yemini birbirinden ayırma şeklindeki ilkesine binaen, burada da İkisini birbi­rinden ayırmıştır. Nitekim İmam Şafiî ve Ahmed (r.h.) ve onlar gibi düşü­nenler, nezir bahsinde ikisini birbirinden ayırmışlar: "Bununla yemin etmesi durumunda keffâreti gereken bir yemin olur; derhal vukuunu istemesi veya olmasını kasdettiği bir şarta bağlaması durumunda ise, îfası gerekli bir nezir olur.1' demişlerdir. Yeminler bahsinde inşaallah izahı gelecektir.

Bu takdirde, haram kılma tasarrufu (inşâ) ile yemini birbirinden ayır­maları gerekir; haram kılma ifadesiyle yemin eden, yemin etmiş olur; ona yemin keffâreti gerekir.

Derhal îkâ etmek ya da olmasını kasdettiği bir şarta bağlaması halinde ise, kendisine zıhar keffâreti gerekir. Bu görüş İbn Abbas'tan nakledilen habe­rin bir gereği olmaktadır. Çünkü o, bir defasında zıhar, diğer bir defasında da yemin kabul etmiştir.

"Her halükârda yemindir, keffâret gerekir." diyenlerin görüşüne gelin­ce, bunların dayanakları şöyledir: Yiyecek, içecek ve giyeceklerden helâl olan şeylerin haram kılınması nas ile, mâna açısından ve ashaptan gelen haberler­le yemin olmaktadır ve keffâret gerekir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah, yeminlerinizi çözmenizi size meşru kılmıştır."[956]

Şüphesiz helâlin haram kılınması da bu hükmün kapsamına girmelidir. Çünkü hükmün sebebi budur. Âmm lafzın kapsamından sebep mahallini tahsi­se gitmek kesinlikle mümkün değildir. Çünkü beyanda gözetilen asıl maksai öncelikle odur. Eğer böyle bir tahsise gidilecek olsa, hükmün sebebi beyan­dan uzak kalmış olurdu ki, bu da mümkün değildir. Bu son derece güçlü bir istidlaldir.

Ben bu konuyu Şeyhülislâm İbn Teymiye'ye sordum. Dedi ki: "Evet, haram kılma zevce hakkında olursa büyük yemin olur ve keffâreti, zıhar keffâ-retidir. Zevce dışında kalan şeylerin haram kılınması ise, küçük yemindir. Keffâreti, yemin keffâretidir. İbn Abbas'ın, ashap ve onlardan sonra gelenlerden birçoğuna ait, 'Haram kılma yemindir, keffâret gerekir.' şeklindeki sözün mânası işte budur."

Şimdiye kadar, bu meselede varid olan görüşleri, onların istidlal yolları­nı ortaya koymuş olduk. İlim ve insafı tercih eden, taassuptan, tarafgirlikten uzak olan kimse için hangisinin-doğru, hangisinin yanlış olduğu gizli kapalı değildir. Yardım ancak Allah'tan istenir!

Buraya kadar anlattıklarımızdan anlaşılacağı üzere; zevcesi dışında, yiye­cek, içecek ve giyeceklerden bir şeyi ya da cariyesini haram kılması durumunda, bunlar kendisine haram olmamaktadır. Üzerine yemin keffâreti gerekir.

Bu konuda üç yerde ihtilâf vardır.

Birincisi: Bunlar haram olmaz. Bu çoğunluk ulemanın görüşleridir. Ebu Hanife ise şöyle demiştir: Kayıtlı olarak haram olur. Bu haramhği keffâret izale eder. Şöyle ki, karısına zıhar yapması durumunda keffâret ödemedikçe kendisine cimada bulunması helâl olmamaktadır. Nitekim Yüce Allah, bu husustaki keffâreti "tahille" diye isimlendirmiştir ki bu *'helâlliği gerektiren şey" demektir. Bu da keffâret öncesinde haramlığm sabit olduğuna delâlet eder. Yine Yüce Allah, Peygamberine: "Allah'ın sana helâl kıldığını niçin haram ediyorsun?" buyurmuştur. Bu da kendisi için mubah kılınan şeyin haram kılınmasıdır. Dolayısıyla kişinin haram kılması İle, zevcesini haram kılmasmdaki durum gibi o şey kendisine haram olur.

Ebu Hanife'ye karşı çıkanlar şöyle diyorlar: Yüce Allah keffârete sade­ce "akd= düğümleme"nin zıddı olan "çözme" anlamında "tahille" ismini vermiştir. Yoksa kelime haram kılmanın zıddı olan, "el-hıüü= helâl kılma" kökünden değildir. "Allah'ın sana helâl kıldığını niçin haram ediyorsun?" âyetine gelince; bundan murad bal ya da cariyeyi haram kılması ve kendisini ondan uzak tutmasıdır. Buna dilde "haram kılma" denilebilir. Bu sadece söz ile yapılan bir haram klimadır; şer'an haramlığınm isbatı değildir.

Ebu Hanife'nin delil olarak kullandığı, zıhar yolu ile veya "Sen bana haramsın" sözü ile zevcenin haram kılınması durumuna gelince; eğer bu kıyas sahih olacak olsa, o takdirde zıhara kıyasen keffâret vermenin, yemini bozma­dan (hıns) önce gelmesi gerekirdi. Çünkü zıhar mânasında oluyordu. Hane-filere göre ise keffâret, ancak yeminde hânis olduktan sonra sözkonusudur. Bu durumda, onlarca şu iki şeyden birisi gerekir: Ya o şeyi haram olarak işle­yecektir. Halbuki Allah yeminin çözülmesini emretmiştir. Bu durumda haram olan şey farz kılınmış veya farzın zarurî neticesinden olmuş olacaktır. Çünkü yeminin çözülmesine ancak yemin ettiği şeyi işlemek suretiyle ulaşacaktır, ya da o şeyi helâl olarak yapmaya imkân bulamayacaktır. Çünkü keffâretin önce gelmesi caiz değildir ki, onunla helâlliğe ulaşabilsin. O haramken işlemeye yeltenmesi de mümkün olmayacaktır. Her iki taraftan da konuyla ilgili olarak söylenenler işte bunlardır.

Sonrasında konu hakkında derinlik, incelik ve kapalılıklar var. Çünkü bir şeyi kendisine haram kılan kimse, o şeyi terke dair Allah'a yemin eden durumdadır. Şayet o şeyin terkine dair Allah'a yemin etse, keffâreti üstlen-medikçe üzerine yemin ettiği şeyin hürmetini çiğnemesi caiz olmaz. Keffâreti üstlenince, yemin ettiği şeyi yapmaya yeltenmesi caiz olur. Eğer keffâreti terke azmetse, Yüce Allah, yemin konusu şeyi yapmaya yeltenmesini mubah kılmaz, ona izin vermez. Ona ancak Allah'ın farz ettiği keffâreti üstlenmesi duru­munda izin verir, onun işlenmesini mubah kılar. Yemin ya da haram kılma yoluyla kaçındığı o şey hakkında Yüce Allah'ın ona izin vermesi ve onu kendi­sine mubah kılması, ona bir ruhsat ve nimettir. Bunun sebebi de Allah'ın koyduğu keffâret hükmünü üstlenmesi olmaktadır. Eğer bu hükmü üstlen­mezse, kendi üzerine akdettiği bu yasak, üzerinde bir yük olarak kalır. Çünkü Yüce Allah, ancak kendisinden sakınan ve hükmüne razı olan kullarından ağır yükleri kaldırır. Bizden önceki şeriatlerde, yeminin kesinlikle yerine geti­rilmesi gerekirdi, asla vefasızlık ve bozmak caiz değildi. Allah bu ümmete hükmü genişletti ve keffâret şartıyla yemini bozmayı da caiz kıldı. Önce ya da sonra, keffâret verilmediği zaman ise, yeminde hânis olma konusunda müsa­maha yoktur. "Keffâret vermedikçe haram olur." sözünün mânası işte budur.

Bu Ebu Hanife'nin yalnız kaldığı konulardan değildir. İmam Ahmed'in mezhebindeki iki görüşten birisi de budur: Şöyle izah ediyor: Bu haram kılma ve yemine iki mâna taalluk etmektedir: a) O şeyin işlenmesini, kendisinden kaynaklanan engelleme, b) Şâri'den gelen, keffâretsiz yeminde hânis olmayı engelleme. Eğer, haram kılması ya da yemini o şeyi harama çevirmeseydi, ne kendi kendisini engellemesinin, ne de'Şâri'in onu engellemesinin bir etkisi olmazdı. Aksine durum, nihayet Sâri' Teâlâ'mn, o kişiye bu engelleme ile bir sadaka veya köle azadı ya da oruç vacib kılması ve bunların üzerine de yemin edilen şeyin helâlliği veya haramlığmın asıla bağlı olmaması demek olur­du. Hatta o, engelleme öncesi, sonrası aynı olur, hiçbir fark olmazdı. Bu durumda da elbette keffâretin ne engelleme konusunda, ne de izin hususun­da hiçbir etkisi bulunmazdı. Bununsa fasitliği gizli kapalı değildir.

Keffâretin öne alınması caiz olmaması sebebiyle, haramlığına rağmen, o şeyin işlenmesiyle ilzam olunmasının izahı şöyle olacaktır: Kişiye yemin ettiği ya da haram kıldığı şeyi işlemesi, ancak ve ancak keffâret vermeyi üstlendiği zaman caiz olur. Keffâret vermeye olan azmi, o şeyin üzerine haram olması­nı engeller. Haramhk ancak keffâreti üstlenmediği zaman sabit olur; üstlenmesi durumunda ise haramlık devam etmez.

İkincisi: Kişiye haram kılma sebebiyle keffâret gerekir. Haram kılma, yemin mertebesindedir. Bu, ashaptan isimlerini verdiğimiz zevatla, re'y ve hadis fukahasının görüşleridir. Sadece İmam Mâlik ve Şafiî; "Haram kılma ile üzeri­ne keffâret yoktur.*' demişlerdir.

Keffâreti gerekli görenler, düşürenlere nisbetle nasdan yana daha şanslı­lar. Çünkü Yüce Allah, yeminlerin çözülmesini hemen, "Niçin Allah'ın sana helâl kıldığını haram ediyorsun?" ifadesinden sonra zikretmiştir. Bu, helâlin haram kılınması hususunda, yeminlerin çözülmesinin gereğine açıkça delâlet eder. Çünkü ya sırf ona özeldir, ya da hem onu hem de diğerlerini kapsa­maktadır. Sözün yukarısında zikredilen keffâret sebebinin, keffâret hükmün­den hariç tutulması ve başka bir şeye bağlanması caiz değildir; bunun imkân­sızlığı açıktır.

Yine haram kılma yoluyla o şeyi yapmaktan engelleme, yeminle olan engelleme gibidir, hatta ondan daha da güçlüdür. Çünkü yemin, eğer Yüce Allah'ın isminin hürmetini çiğnemek anlamını içeriyorsa, haram kılma O'nun şeriat ve emrini çiğneme anlamını içermektedir. Çünkü Allah bir şeyi helâl kılmış, mükellef de onu haram kılmışsa, bu haram kılışı onun teşri buyurdu­ğu hükmün hürmetini çiğnemek oiur. Biz diyoruz ki, ne yeminde hânis olmak Allah'ın isminin hürmetini, ne de haram kılma şeriatinin hürmetini çiğnemek anlamı taşımaz. Nitekim fakihlerden öyle diyenler olmuştur. O şekilde bir izah, gerçekten fasid bir ta'Iildir. Çünkü yeminde hânis olmak ya caiz, ya vacib ya da müstahaptır. Allah hiçbir kimse için, isminin hürmetini çiğneme­ye asla cevaz vermemiştir. O, keffâret ile yeminde hânis olmayı kulları için meşru kılmıştır. Hz. Peygamber, kişi yemin ettiğinde, başkasını daha hayırîı görürse, yeminine keffâret vererek, yemin konusu şeyi İşlemesini bildirmiş­tir. Malumdur ki, Yüce Allah'ın isminin hürmetinin çiğnenmesi hiçbir şeriat­ta asla mubah kılınmamıştır. Keffâret; Allah'ın, "el-hıllu" kökünden olarak "tef ile" kalıbında "tahille" diye de isimlendirdiği gibi, sadece yemin ile düğümlenen şeyi çözmektedir, başka bir şey değildir. Bu düğümleme (akd) de, yeminle olduğu gibi, haram kılmayla da olur. Böylece, "Allah size yemin­lerinizi çözmenizi meşru kıldı." âyetinin hemen, "Allah'ın sana helâl kıldığı­nı niye haram ediyorsun?" buyruğu akabinde gelmesinin sırrı da ortaya çıkmış oldu.

Üçüncüsü: Sadece Şafiî hariç, cumhura göre, zevce haricinde cariye ile başka şeylerin haram kılınması arasında fark yoktur. İmam Şafiî, sadece cariyenin, haram kılınması durumunda yemin keffaretini gerekli görmüştür. Zira ona göre, haram kılmanın etkisi, sadece kadının kadmlığıyla ilgili hususlardadır.

Sonra, "tahrim" âyetinin nüzul sebebi cariyedir. Sebep mahallinin hükümden hariç olması ve başkasına bağlanması caiz olmaz. Ona karşı olan­lar ise şöyle diyorlar: Nas, yeminin çözülmesi farziyetini helâlin haram kılın­masına bağlamıştır. O da cariye ve cariye dışındakilerin haram kılınması husu­sunda daha umumîdir. Dolayısıyla sebebinin bulunduğu her yerde keffâret gerekir. Bunun izahı daha önce geçmişti. [957]


[952] 'Nahl, 16/116.

[953] Tahrim, 66/1.

[954] Sahihtir. Daha önce geçti. Bk. s. 324.

[955] Müslim, 1473. Daha önce geçti. Bk. dipnot: 5.

[956] Tahrim, 66/1-2.

[957] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/396-405.