Konu Başlığı: Bir defa verilen üç talakı geçerli saymayanlar Gönderen: Safiye Gül üzerinde 30 Mayıs 2011, 16:34:45 b) Bir Defada Verilen Üç Talâkı Geçerli Saymayanların Cevaplan:
Bu ve diğer konularda hakem olarak başvuracağımız yer, Yüce Allah'ın yeminle, aramızdaki anlaşmazlıklarda O'un hakem kılıp hükmüne razı olmadıkça, bundan da asla bir sıkıntı duymadıkça, ancak O'na teslim olup, O'-ndan başkasına —kim olursa olsun— boyun eğmedikçe asla mü'min olama-yacağımızrbelirttiği[886] Hz. Peygamber (s.a.) olacaktır. Ama ihtilâf yok da ümmet bir hüküm üzerinde kesin ve asla şüpheye mahal kalmayacak şekilde icmâ etmişlerse, bu takdirde o, asla muhalefeti caiz olmayan hak olacaktır. Yüce Allah ümmetini, Hz. Peygamber'den (s.a.) sabit olan bir sünnete muhalif olarak icmâ etmekten muhafaza etmiştir. Böyle bir varsayım mümkün olamaz. Biz, meseleyi isbat edici delilleri size karşı ortaya koymuş bulunuyoruz. Sizinle, o deliller hakkında ileri sürdüğünüz tenkitler, getirdiğiniz karşı deliller hakkında ancak şu şartla münazara ederiz: Biz ancak ya Allah'tan bir nass, ya Peygamber'den (s.a.) sabit bir sünnet (nass), yahut da şüphe olmayan kesin bir icmâ'a boyun eğeriz. Bunun dışında kalan herşey, tartışmaya açıktır. Nihayet bunlar, onlara uymanın caizliğini gösterebilir, asla bağlayıcılığı değil. Bu ileri sürdüğümüz şart devamlı aklınızda bulunsun. Yüce Allah: "Eğer bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz onu, Allah'a ve Rasûlü'ne gö-türünüz."[887] buyurmaktadır. Biz ve siz, bu konuda anlaşmazlığa düşmüş bulunuyoruz. Dolayısıyle meselemizi Allah ve Rasûlü'nden başkasına götürmemize asla imkân yoktur. Bizim bu konuda ashaba uygunluk hususunda da daha haklı olduğunuz ileride gelecektir. Üç talâkı birden vermenin haram olmadığını söylüyorsunuz. Biz buna katılmıyoruz. Onun haramlığına delâlet eden deliller sizin aleyhinize bir hüccet olmaktadır. "Kur'an üç talâkı birden vermenin caizliğine delâlet etmektedir" şeklindeki sözünüz, değil kabul görmek aksine bâtıl bir iddiadır. Nihayet bu konuda sarıldığınız deliller, Kur'an'ın, talâk sözcüklerini mutlak olarak (kayıtsız) zikretmesidir. Bu mutlak ifadeler talâkın, hem caiz hem de haram olanını içine almaz. Nitekim hayızh kadının boşanması, cima edilen temizlik süresi içerisinde yapılan boşanma da bu mutlak ifadenin kapsamına girmemektedir. Sizin bu durumunuz tıpkı, bu mutlak ifadelerden hareketle, gayr-ı meşru talâkın haramhğı konusunda sahih sünnete karşı gelen kimselerin durumu ile aynıdır. Malumdur ki Kur'an, her talâkın caiz olduğuna delâlet etmemektedir. Bu itibarla, ona taşıyamayacağı yükü yükleyemezsiniz. Kur'an sadece talâk hükümlerine delâlet etmekte, Allah adma açıklayıcı olan Hz. Peygamber (s.a.) de onun helâlini, haramını beyan etmektedir. Başta da söylediğimiz gibi Kur'-an'm zahiri bizimledir. Yüce Allah, zifaf gerçekleşmiş kadınlar için bedelsiz bâin talâkı meşru kılmamıştır. Eğer son talâkı da kullanmışsa, ancak o zaman ayrılık sözkonusudur. İşte Allah'ın Kitabı önümüzdedir. Sizin delil olarak kullandığınız en büyük şey Kur'an'ın mutlak ifadeleridir. Halbuki onları sünnet takyîd etmiş; şartlarını, hükümlerini açıklamıştır. "Liânda bulunan kişi, Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda karısını üç talâkla boşamıştlr." şeklindeki istidlalinize gelince, bu son derece sahih bir hadistir. Fakat, beka ve devamı maksut olan nikâh konusunda, tek bir kelime ile üç talâkın birden verilmesinin cevazına bu hadisi delil kullanmanız o derecede de uzaktır. Sonra bu hadisi delil olarak kullanan kimse, liânda ayrılık sadece kocanın Hânda bulunması ile gerçekleşir görüşünde ise —ki İmam Şafiî böyle düşünmektedir—, veya hâkim aralarını ayırmasa bile her ikisinin de birden liânda bulunmalarından sonra gerçekleşir diyorsa —bir rivayette İmam Ahmed gibi—; bu takdirde bu hadisin delil olarak kullanılması bâtıldır. Çünkü bu durumda verilen üç talâk havada kalır ve bir mâna ifade etmez. Eğer ayrılığı hâkimin tefrikine bağlı kılanlardan ise, bu takdirde de hadisi delil olarak kullanması sahih olmaz. Çünkü bu nikâhın beka ve devamına artık imkân kalmamış, aksine izalesi vacip ve ebedî haramhk sözkonusu olmuştur. İşte bu sırada verilen üç talâk, Hândan gözetilen maksadı te'kid ve takrîr etmek durumundadır. Zira üç talâk nihayet, kadım başka bir koca ile evlenmedikçe artık kendisine haram kılarken, Hândan doğan ayrılık onu kocaya ebedî olarak haram kılmaktadır. Dolayısıyla icbarî olarak ebedî ha-ramhğa yüz tutmuş bir nikâh içerisinde verilen talâkın geçerli olmasından; mevcut, beka ve devamı maksut olan bir nikâh içerisinde verilen talâkın da nafiz (geçerli) olması gerekmez. Bu yüzdendir ki, bu durumda kadını, hayız veya lohusa iken ya da cima bulunan temizlik süresi içerisindeyken boşamış olsa, âsî olmazdı. Çünkü bu nikâhın ebedî haramhk üzere izalesi istenmektedir. Hem şuna şaşıyoruz ki, siz bu talâk üzerine vârid olan Hz. Peygamber'in takririne yapışıyorsunuz, fakat Hân yapanın haricinde, üç talâkla boşayan-İara tepki gösterip, onlara kızmasına, bu yaptıklarının Allah'ın kitabı ile oynamak olduğunu ifadesine hiç dönüp bakmıyorsunuz. Halbuki bu ikrarla, bu tepki (münker bulma) arasında ne kadar fark vardır! Allah'a hamdederiz ki, biz her ikisi yanında da varız, Hz. Peygamber'in (s.a.) ikrar buyurduklarını biz de kabul ediyoruz. O'nun tepki gösterdiklerine biz de tepki gösteriyoruz. Hz. Aişe hadisi ile istidlalinize gelince; ki hadis şöyleydi: Bir adam karısını üç talâk boşamıştı Kadın evlendi (ve hemen boşandı). Hz. Peygamber'e: "O, ilk kocasına helâl olur mu?'* diye soruldu. Hz. Peygamber (s.a.): "Balçığından tatmadıkça hayır!" cevabını verdi. Bu hadis hakkında size bir diyeceğimiz yok. Evet bu (şer'î tahlilde) ikinci kocanın sadece akid kıyması ile iktifa edip "zifaf" şartı aramayanlara karşı iyi bir delildir. Fakat hadiste üç talâkı aynı ağızda verdiğine dair sarahat nerde? Hatta hadisin bizim için bir delil olduğunu bile söyleyebiliriz. Zira, " = Onu üç (defa) yaptı.", " =Üç (defa) dedi." gibi ifadeler, ancak o şeyi birbiri arkasınca üç kere yapan ya da söyleyenler için kullanılır. Arapça ve diğer bütün dillerde makul olan da budur. Nitekim; " = Ona üç defa iftira etti.", " = Onaüçdefasövdü.", " = Ona üç defa selâm verdi." denilir. (Ve bunlar bu şeylerin birbiri arkasınca üç kez ayrı ayrı yapıldığına delâlet eder.) Fâtıma bt. Kays hadisi ile istidlalinize gerçekten şaşmamak elde değil! Zira siz, bu hadiste son derece sarih olan, te'vil kabul etmeyen kısmının gereğine muhalefet ediyor, sıhhat ve açıklığına karşı koyacak bir delil olmamasına rağmen bâin talâkla boşanan kadının nafaka ve giyecek hakkının düşmesi kısmına bakmıyor; hadisin mücmel kısmına yapışıyorsunuz. Hatta bu müc-melliğin açıklanması, sizin o hadise tutunmanızı imkânsız kılacak biçimdedir. Çünkü, " = Onu üç (defa veya talâk) boşadı." sözü, bu talâkların aynı anda verildiği hususunda açık değildir. Nitekim az önce geçti. Nasıl olabilir ki, Sahih'de, Zührî'den rivayet edilen aynı Fatıma bt. Kays hadisinde Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe'den, "Kocasının, kendisine geri kalan bir talâkı ile (geri evlenmek için) haberci gönderdiğinden" bahsedilmektedir. [888]Sahih*teki başka bir rivayette: "Kocasının onu üç talâkın sonuncusu ile boşadığı" ifadesi mevcut tur.[889] Bu, güneş gibi sahih ve muttasıl bir senede sahiptir. Dolayısıyla bunu bırakıp da mücmel lafıza nasıl yapışabilirsiniz? Görüldüğü üzere bu hadis de aleyhinize bir hüccettir. .Abdürrezzâk'm rivayet ettiği Ubâde b. es-Sâmit hadisi ile istidlalinize gelince,1 b hadis son derece düşük bir haberdir. Çünkü senedinde Yahya b. Ali— Ubeydullah b. Velid el-Vassafî—İbrahim b. Ubeydullah vardır. Bunlar sırasıyla zayıf, halik ve meçhul râvilerdir. Sonra bu hadisin yalan ve bâtıl olduğuna şu husus da delâlet etmektedir: Sağlam, sakat; muttasıl, munkatı hiçbir haberde Ubâde b. es-Sâmit'in babasının İslâm'a yetiştiğinden bahsedilmemek-tedir. Ya dedesinin durumu nasıl olur!? Onun müsiümanhğa yetişmesi hiç kuşkuuz ki muhaldir. Abdullah b. Ömer hadisine gelince, şüphesiz onun aslı sahihtir. Ancak sonundaki: "Ya Rasûlallah! Şayet onu üç talâlrboşamış olsaydım o bana helâl olur muydu?" şeklindeki ilâve kısım, sadece Şuayb b. Züreyk'ın rivayetinden gelmiştir. O Şamlı*dır. Bazıları onun ismini tersine çevirerek Züreyk b. Şuayb diyorlar. Her nasıl olursa olsun o zayıftır[890] Sahih olsa bile onda bir delil olacak durum yoktur. Çünkü, " = Şayet onu üç (talâk) boşamış olsaydım." sözü, = Şayet üç ikrarda bulunsam, üç selâm versem." sözleri mertebesindedir. Üç talâkın birden verilmesi mânası çıkmaz. Ebu Davud'un rivayet ettiği; Rükâne'nin, karısını "elbette" kaydı ile bo-şadığı ve Hz. Peygamber'in (s.a.) kendisine sadece bir talâk kasdedip etmediğine dair yemin verdirmesi şeklindeki Nâfi' b. Uceyr hadisini ele alıyoruz. Bu, asla hali bilinmeyen, kim ve ne olduğu belli olmayan Nâfi' b. Uceyr'in, İbn Cüreyc —Ma'mer—Abdullah b. Tavus—Ebu's-Sahbâ silsilesine takdimine şaşmamak elde değildir. Ehl-i hadisin imamı Muhammed b. İsmail el-Buharî, bu hadiste "muztariplik" bulunduğuna şahitlik etmiştir. Tirmizî, el-CâmVût bunu böylece zikretmiştir. Başka bir yerde de yine ondan bahsederek hadisin muztarib olduğunu söylemiştir. Hadiste bazan: "Üç talâk boşadı", bazan "bir talâk", bazan da "elbette kaydı ile boşadı" şeklindeki ifadeler çelişkilidir. İmam Ahmed, "Bu hadisin bütün senedleri zayıftır." demiştir. Hadisi Buharî'nin de zayıf bulduğunu, Münzirî kendisinden naklet-miştir. Sonra, rivayet açısından muztarib ve meçhul olan bu hadis, nasıl olur da, sırf Ebu Râfî'in oğullarından birinin cehaleti sebebiyle Abdürrezzâk'ın rivayet ettiği İbn Cüreyc hadisine tercih edilebilir? Ebu Râfi'in oğulları tâbi-îndendir. Her ne kadar bunlar içerisinde er meşhur olanı Ubeydullah ise de, öbürleri hakkında herhangi bir yalancılıkla itham sözkonusu değildir. İbn Cüreyc ondan rivayet etmiştir. Meçhulün, rivayetini kabul eden veya, "Âdil râ-vinin meçhul râviden rivayeti onu ta'dil sayılır." diyen için bu hadis hüccet olur. Ama onu zayıf bulup, kendi ayarında veya daha da aşağı mertebede meçhul olan bir rivayeti onun önüne almaya gelince; bu asla olamaz. Nihayet durum, bu iki meçhul râvinin rivayetlerinin düşmesini gerektirir ve başka delil aramaya gidilir. Bunu yaptığımızda, Sa'd b. İbrahim hadisine bakar ve onun sahih bir isnada sahip olduğunu görürüz. Muhammed b. İshak'ın, se-neddeki: "Bana Davud b. el-Husayn tahdis etti."[891] ifadesi ile tedlis şüphesi de kalmamıştır. Nitekim İmam Ahmed, bu isnadla çeşitli yerlerde ihticac-da bulunmuştur. Bizzat o ve daha başkaları aynen bu isnadla rivayet edilen: "Hz. Peygamber (s.a.) Zeyneb'i, kocası Ebu'l-Âs b. er-Rebî'e, ilk nikâhla geri verdi, yeni bir şey yapmadı. "[892] hadisini sahih kabul etmişlerdir. Davud b. el-Husayn'ın İkrime'den rivayetlerine gelince, öteden beri imam- Iar onunla ihticacda bulunagelmişlerdir. Arâyâ[893] bahsinde, hakkında şüphe edilen ve beş vesk veya daha az bir miktarla takdiri konusunda kesin kanaat getirilemeyen bir konuda onu delii olarak kullanmışlardır. Halbuki bu, yaş hurmaları kuru hurmalar karşılığında satmayı yasaklayan hadislere terslik arzetmektedir. Buna rağmen onunla ihticaca gitmişlerdir. O zaman sîzin görüşünüz doğrultusunda rivayet etmemekten başka, suçu nedir ki, öbürlerini kabul ediyor, bunu etmiyorsunuz? Eğer İkrime hakkında da söz söyleyecek olursanız —belki onu da yaparsınız— o zaman içinden çıkamayacağınız bir çelişkiye düşersiniz. Zira hem siz hem de büyük hadis imamları onun ri-vayetiyle ihticacta bulunmakta, hadisini Sahih'me almak suretiyle Buharî onu kabullendiğini ortaya koymaktadır. Ebu's-Sahbâ hadisi konusunda girdiğiniz sarp çıkmaz yollara gelince; bunlardan hiçbirisi doğru değildir. Birinci yol, bu hadisi sadece Müslim'in rivayet edip Buharî'nin eserine almaması şeklindeydi. Bunun özrü kabahatinden büyük! Müslim'in, Buha-rî'den ayrılmış olması hadise bir zarar vermez. Sonra siz veya herhangi biri, bunu Müslim'in Buharı'den ayrılıp ya!nız başına rivayet ettiği her hadis için kabul ediyor musunuz? Buharî: "Kitabıma almadığım her hadis bâtıldır veya hüccet değildir veya zayıftır." diye bir söz asla söyledi mi? Nice defalardır Buharı, Sahih'inde hiç adı geçmeyen, Sahih'in dışında kalan hadislerle ihticacta bulunmuş, nice kereler Sahih dışında kalan hadisleri sahih bulmuştur. İbn Abbas'tan gelen diğer rivayetlerin ona muhalefetine gelince, şüphe yoktur ki İbn Abbas'tan iki sahih rivayet bulunmaktadır ve bu kesindir. Birincisi bu hadise uymakta, diğeri ise muhalefet etmektedir. Bu iki rivayeti karşılaştırdığımızda hadis salim olarak —Allah'a hamdolsun— ortada ayakta kalır. İbn Abbas'ın rivayet ettiği hadise muhalefet ettiğine dair rivayetler ittifak halinde ise, ona bu konuda örnekler yok değildir. O râvisinin muhalefet ettiği ilk hadis değildir. Size soruyoruz: Sizce asıl olan şahabının rivayetini mi esas almaktır, yoksa onun şahsî görüşünü mü? Eğer "rivayetini esas almaktır" derseniz, —ki bu çoğunluğunuzun hatta ümmetin çoğunluğunun görüşüdür— o zaman bizi cevap külfetinden kurtarmış olursunuz. Eğer, "Esas olan görüşünü almaktır." derseniz o zaman içinden asla çıkamayacağınız, içinde bulunduğunuz çelişkinizi size gösteririz. Özellikle de bizzat İbn Abbas'tan gelen rivayetler konusunda. Zira o Berîre hadisini ve onun muhayyer bırakıl (lığını, satışının talâk olmadığını rivayet etmiş, buna rağmen farklı düşünmüş ve cariyenin satışının aynı zamanda onun talâkı olduğunu benimsemiştir. Siz de —isabetli olarak— onun rivayetini aldınız ve görüşünü terkettiniz. Bu konuda da aynı şeyi yapsaydınız ve: "Rivayet masumdur (hatasızdır), sa-habînin kavli ise masum değildir. Rivayet ettiği şeye muhalefeti çeşitli şeylerden kaynaklanabilir: Unutabilir, te'vilde bulunur, kendince daha ağır basan başka bir delile ters düşebilir, mensuh veya tahsis görmüş olduğuna inanır vb... Bütün bu ihtimaller mümkün iken, onun rivayetinin terki nasıl caiz olabilir? Bu kesin bilinen bir şeyin, zandan hatta, meçhulden dolayı terkinden başka bir şey olur mu?" deseydiniz ya! Ebu Hureyre, köpek yalamasından dolayı kapların yedi defa yıkanması hadisini [894]rivayet etmiş ve aksine fetva vermişti. Siz ise rivayetini almış ve fetvasını bırakmıştınız. Şayet şahabının rivayetini alıp fetvasını terkettiğiniz konuları araştırıp ortaya koyacak olsak çok uzardı. Hadisin neshi iddianıza gelince, bunun tutarlı olabilmesi için sonraki tarihli güçlü bir karşı delilin olması gerekir. O da nerde?! İbn Abbas'tan nakledilen, "üç talâktan sonra ric'atta bulunmanın neshi" ile ilgili İkrime hadisi, sahih olsa bile bunda size bir delil bulunmamaktadır. Çünkü bu hadiste: "Kişi karısını sayısız kere boşar ve ric'atta bulunurdu. Bu neshedildi ve üçe hasredildi. Üçüncüde ric'at kesilir." denilmektedir. Bunda bir ağızdan çıkan üç talâkla ilzam nerede? Sonra nasıl olur da, mensuh hüküm —kadınların helâlliği ile ilgili en önemli hükümlerden biri olduğu halde— Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir devirleri boyunca ve Hz. Ömer devrinin de ilk yıllarına kadar sürer gider de ümmetin ondan haberi olmaz. Bu olacak bir şey mi? Sonra Ömer nasıl olur da: "İnsanlar teennî ile davranır oldukları bir hususta acele etmeye başladılar." diyebilir? Acaba mensuh bir hükümde herhangi bir şekilde, ümmet için teennî sözkonusu olur mu? Sonra, sahih hadise; senedinde zayıflığı herkesçe malum olan Ali b. el-Hüseyin b. Vâkıd'in [895] bulunduğu bu hadisle nasıl karşı çıkılabilir? Boşayan kimsenin, "Sen boşsun! Sen boşsun! Sen boşsun!" şeklinde söy-J lemesi ve bundan maksadının da ilk boşsun sözünün tekidi olduğu şeklindeki te'vilinizi, hadisin akışı baştan sonra reddetmektedir. Zira sizin hadisi yorumladığınız durum ne Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatı ile değişir, ne de O'nun ve halifelerinin devirlerinde farklılık arzeder. Kıyamete kadar da^hep öyle devam eder. Eğer bir kimse böyle bir ifadede tekit kasdında bulunmuşsa onun salih ya da fâcir; doğru ya da yalancı olduğu şeklinde bir ayırıma gidilmez. Niyeti ne ise ona hamledilir. Aynı şekilde hükümde kişinin kasdını kabul etmeyen de mutlak olarak kabul etmez. İster kişi salih olsun, ister fâcir; fark etmez. Yİne Hz. Ömer'in: "İnsanlar, teennî ile davranır oldukları bir hususta acele etmeye ve düşkünlük göstermeye başladılar. Keşke onu aleyhlerine geçerli saysak." sözü, onun şunu bildirmesi demektir: Allah bir genişlik olmak üzere insanlara lutufta bulunmuş, onlara acıyarak, nfk ve teennîli olarak talâkı zaman içinde birini diğerinden sonra verilmek üzere meşru kılmış, böylece boşayamn pişman olmamasını, ilk çırpıda sevgilisinin elinden çıkmamasını, telafisi zor bir şeye fırsat verilmemesini amaçlamıştır. Onlara mühlet tanımış ve teennîli davranmalarını istemiştir ki, bu mühlet içerisinde boşayan kimse aklım başına toplasın, hoşnutsuzluk sebebi ortadan kalksın, ayrılığa sebep olan şiddet, öfke hali geçsin ve iyilikle tefcrar birbirlerine dönsünler. Fakat onlar Allah'ın bu irâdesinin aksine, kendilerinden teennî ile davranmaları istenen bu konuda acelecilik göstermeye ve üç talâk hakkını bir çırpıda kullanmaya başladılar. Hz. Ömer de, onlara bir ceza olsun diye, kendi üstlendikleri -bu tasarrufları ile ilzam edilmelerini uygun gördü: Boşayan kimse, karısının, can yoldaşının, üç talâkı birden vermesi sebebiyle ilk andan itibaren artık kendisine haram olacağını bilirse, ondan el çekecek ve izin verilen meşru talâka dönecektir. Bu uygulama Hz. Ömer'in üç talâkla boşamanın yaygınlaşması üzerine tebaasına uyguladığı bir te'dib ve terbiye tedbiri mahiyetindedir. Nitekim birazdan onun üç talâkla ilzam etmesinde mazur olduğunu ifade sırasında biraz daha üzerinde durulacaktır. Hadisin izahı işte budur. Başka türlü de olamaz. Sizin hadisin lafızları ile asla uyum arzetmeyen, uzak kalan, çelişen hiç de hoş olmayan tevilleriniz bizim bu izahımız yanında anlamsız kalacaktır. Hadisin mânası, "Bu gün kişinin üç talâk şeklinde verdiği boşama, Hz. Peygamber (s.a.) zamanında... bir talâk ile olurdu." şeklindedir diyenin sözüne gelince, bu te'vil şunu demeye varır: "İnsanlar Hz. Peygamber zamanında tek talâkla boşarlardı. Hz. Ömer zamanında üç talâkla boşar oldular." Eğer te'vil bu safhaya ulaşacaksa, o te'vil ve ne murad edildiğinin açıklanması değil, bilmece haline koyma ve konuyu saptırma (tahrif) olur. Bu te'vil doğru olamaz. Çünkü insanlar öteden beri hem bir, hem de üç talâkla boşu-yorlardı. Hz. Peygamber (s.a.) zamanında karılarını üç talâkla boşayan adamlar vardı: Kiminin bu üç talâkını bire çevirmiştir. Nitekim İkrime'nin İbn Ab-bas'tan rivayetinde böyledir. Kimini tepki ile karşılamış kızmış ve bunu Allah'ın kitabı ile oynanması şeklinde telakki etmiştir. Fakat onlara ne şekilde hüküm verdiğini bilmiyoruz. Bunlardan birisini, zaten Hânın gerektirdiği ha-ramlığı tekid ettiğinden dolayı sükûtla (ikrar) karşılamıştır. Kimisini de, üç talâkın sonuncusunu verdiği için, onunla ilzam etmiştir. Bu durumda kalkıp da: "İnsanlar ta Hz. Ömer zamanına kadar bir talâkla boşamakta idiler. Sonra onun devrinde üç talâk boşadılar." demek doğru olmaz. Böyle olsaydı, Hz. Ömer'in kalkıp da: "İnsanlar teennî ile hareket eder oldukları bir hususta acele etmeye başladılar. Onu aleyhlerine geçerli kabul etsek." demesi doğru olmazdı ve bu söz Hz. Peygamber (s.a.) devri ile kendi devri arasındaki farka hiçbir şekilde uygun düşmezdi. Çünkü üç talâk, bu te'viîinize göre, Hz. Ömer devri ve sonrasında geçerli olmuştur. Sonra, hadisin bazı sahih rivayetlerinde şöyledir: "Kişi, karısını üç talâkla boşadığında, Hz. Peygamber (s.a.) döneminde onu bir talâk sayarlardı. "[896] Bir rivayette de şöyledir: "Kişi, zifaftan önce karısını üç talâkla boşadığında, Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir devirleri ile Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında, onu bir talâk sayarlardı. Bunu bilmiyor musun?" diye sormuş, İbn Abbas da: "Evet! Kişi zifaftan önce karısını üç talâkla boşadığında Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir devirleri ile, Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında onu bir talâk sayarlardı, insanların üç talâka düşkünlük gösterdiklerini görünce —Hz. Ömer'i kasdediyor—: 'Onu aleyhlerine geçerli sayınız!' dedi." demiştir.[897] İşte hadisin lafzı. Hem de en sahih bir isnadla. Bu hadisin zikrettiğiniz te'vile asla tahammülü yoktur. Ne var ki bütün bu te'viller, delilleri mezhebe tâbi kılanların çabalarıdır. Önce inanmış, sonra inancına deliller aramıştır. Mezhebi delillere tâbi kılan ve istidlalde bulunan, sonra da deliller doğrultusunda inanan kimseler bu tür işleri yapamazlar. "Hadiste üçü bir sayanın ne bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna, ne onun meseleden haberi bulunduğuna, ne de ikrarda (onay) bulunduğuna dair bir sarahat yoktur." diyenlerin sözüne cevaba gelince; fesübhanallah! Allah'ın dinini ve şeriatını değiştirmeye, kadını kendisine haram olana helâl, helâl olana da haram kılmaya varan böylesi gayr-ı meşru bir (üç talâkı bir) sayma işinin Hz. Peygamber (s.a.) ve insanların en hayırlı nesli ashab devri boyunca devam edip gitmesi, ashabın onu yapması fakat Hz. Peygamber'e (s.a.) onu bildirmemeleri, üzerine vahiy inip dururken O'mın da olanlardan habersiz kalması ve onların gayr-ı meşru hallerine ses çıkarmaması büyük bir bühtan değil midir? Haydi farzedelim ki, RasûluÜah (s.a.) bilmiyordu. As-hab da onu biliyorlar, Allah'ın dinini, şeriatını değiştiriyorlardı. Allah bunu bilip dururken Rasûlü'ne vahiyle durumu bildirmiyor ve sonunda Hz. Peygamber (s.a.) bu minval üzere vefat ediyor ve bu büyük sapıklık, sizce bu apaçık hata bütün Hz. Ebu Bekir'in hilâfeti boyunca devam ediyor ve Sıddîk ölünceye kadar amel ediliyor, değiştirilmiyor. Bu katmerli hata ve sapıklık bir süre Hz. Ömer devrinde de devam ediyor, sonra o kendi re'yi ile insanları doğru olanla ilzam etme neticesine ulaşıyor. Ashabın, Hz. Peygamber ve halifeleri devrindeki uygulamayı bilmeme hususunda bundan daha kötü bir şey olabilir mi? Allah'a yemin ederim ki, üç talâkın bir sayılması kesin bir hata olsa, bu sizin irtikâb ettiğiniz hata, işlediğiniz te'vil cinayeti karşısında çok daha hafif kalırdı. Eğer konuyu olduğu gibi bırakmış olsaydınız; kendi başına, şu getirdiğiniz delil ve verdiğiniz cevaplardan daha güçlü ayakta dururdu. Bu konuda hesaplaşma; ne mutaassıb bir mukallidin, ne cumhurdan korkan, ne de, doğru kendi tarafında olduğu halde bile yalnız kalmaktan ürken birinin huzurunda olmaz. Bu konuda hakem kılınacak ve huzurunda hesap-laşılacak kimse ancak ve ancak ilimde yüksek payeye erişen, yed-i tula sahibi, şüphe ile delil arasını ayıran, hükümleri bizzat Hz. Peygamber'in (s.a.) aydınlık penceresinden alan, mertebeleri bilen ve oradaki görevlerini yerine getiren, kalbi, şeriatın sırlarına ve yüce hikmetlerine açılmış, şer'î hükümlerin içerdiği açık-gizli mashahatlara vâkıf olmuş, bu gibi zor meselelerin ta derinliklerine dalmış ve her iki tarafın da delillerine hakkıyla vâkıf olmuş kimse olacaktır. Kendisinden yegâne yardım istenen Allah'tır ve ancak O'na güvenilir. "Hadisler ihtilâf ettiğinde, Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabının üzerinde bulundukları şeylere iltifat ederiz." sözünüze gelince; evet, vallahi, haydin İslâm'ın bu öncülerine, bu iman cemaatine hep birden sarılalım. Şair şöyle diyor: "Bana onlardan sonra, yerlerini dolduracak kimseler arama Çünkü, kalbim onlardan başkalarıyla razı olur sanma." Ancak bizi bir şeye davet edip de ondan ilk kaçan ve muhalefet eden kimselerin siz olması asla yakışık almaz. Hz. Peygamber (s.a.) geride yüz bin sahabî bırakarak vefat etmişti. Bunların hepsi de onu görmüş, ondan işitmişlerdi. Bunların hepsinden veya onda birinden veya onda birin onda birinden, hatta onda birinin onda birinin onda birinden, bir ağızdan verilen üç talâkın bağlayıcılığı görüşünde oldukları sahih olarak bilinseydi ya! Siz bütün çabalarınızı ortaya koysanız, bu konuda ashabın ihtilaflı olmalarına rağmen, onlardan iddianızı benimseyen yirmi kişi bulamazsınız. İbn Abbas'tan iki görüş de sahih olarak nakledilmiştir. İbn Mes'ûd'un üç talâkın bağlayıcılığım benimsediği gibi tevakkuf edip, kesin bir karar belirtmediği de rivayet edilmiştir. Eğer biz, kendi devirlerinde üç talâkın bir sayıldığını benimseyen sahabelerin çokluğuyla övünüp, onları saymak isteseydik, onların kendilerinden bunun aksi rivayet edilen kimselerin kaç katına ulaştıkları görülürdü. Hz. Ömer devrinin ilk yıllarına kadar yaşamış ve öimüş her sahabî bizim görüşümüz üzeredir. Ashabın öncüsü, en hayırlısı ve üstünü (Ebu Bekir), devrinde yaşayan diğer sahabîlerle birlikte iddiamızı is-bat için yeterlidirler. Hatta biz istesek şöyle de diyebiliriz ve doğru da olurdu: Üç talâkın bir sayılması eski bir icmâ* idi. Sıddık devrinde iki kişinin bile ihtilâfı yoktu. Ancak icmâ edenlerin asrı henüz son bulmamıştı ki, ortaya ihtilâf çıktı. İlk icmâ henüz yerleşemeden sahabe iki görüşe ayrıldı ve ihtilâf ümmet arasında zamanımıza kadar sürüp geldi. Sonra biz şunu söylüyoruz: Hz. Ömer, kendinden önce geçenlerin icmâ'ma muhalefet etmedi. Aksine, onun haram olduğunu bile bile yaptıkları ve düşkünlük gösterdikleri için üç talâkın bağlayıcılığını onlara bir ceza olarak uygun gördü. Kuşkusuz devlet başkanının, insanların bir konuda Allah'ın ruhsatını ve kolaylaştırmasını kabul etmeyip, şiddet ve zorluğu tercih etmeleri durumunda, kendi üstlerine yüklendikleri aleyhte tasarruflarını onlara bağlayıcı sayma yetkisi bulunmaktadır. Bu böyle olunca, mü'minlerin emîri Hz. Ömer gibi ümmet üzerinde son derece titreyen, onların ahlakî seviyelerini yükseltmeye çalışan bir halife için, böyle bir cezaî tedbire başvurmak çok yerinde olacaktır. Cezalar zaman ve şahısların değişikliği ile, üzerine ceza tertip edilecek fiilin haramlığmın bilinip bilinmemesi imkânına göre farklılık arzederler. Hz. Ömer, onlara "Bu Allah'ın Rasûlündedir." dememiştir. O sadece bu kararda ümipeti, üç talâkı birden verme davranışına koşuşmaktan alıkoyacağına inandığı bir maslahat görmüştür, bu yüzden de "Keşke onu aleyhlerine yürürlüğe koysak" başka bir rivayette: "Onu aleyhlerine onaylayın, geçerli kabul edin!" demiştir. Görülmez mi ki, bu, Hz. Peygamber'den (s.a.) nakledilen bir haber değildir, sadece Hz. Ömer'in maslahat gereği ulaştığı bir görüştür. Hz. Ömer (r.a.) şunu görmüştür: Teenni ile hareket ve ruhsat (mühlet), Allah tarafından boşayana tanınmış bir nimettir. Ona merhametin bir neticesidir, bir lutuftur. Buna rağmen o, bu nimeti tekmelemiş, Allah'ın ruhsatını ve kendisi için kıldığı teen-nîli hareket tarzını kabul etmemiştir. Bunu müşahede eden Hz. Ömer kişi ile bu nimetler arasına geçmek, kendi ihtiyarıyla üstlendiği şiddet ve aceleci tavrıyla kendisini ilzam etmek suretiyle onu cezalandırmak istemiştir. Bu şer'î kaidelere uygundur. Hatta Allah'ın yaratış hikmetine bile hem ölçü, hem de teşrî' bakımından muvafıktır. Zira Yüce Allah, insanlar hadlerini aşıp da sınır tanımadıklarında, sınırı muhafaza edenler için koyduğu çıkış yollarını, onlara daraltmaktadır. Nitekim, karısını üç talâkla boşayan kimseye "Eğer sen Allah'tan sakınsaydm, o sana mutlaka bir çıkış yolu kılardı." diye cevap veren sahabî, aynı espriye işaret etmiş olmaktadır. Nitekim İbn Mes'ûd ve İbn Abbas böyle söylemişlerdir. Mü'minlerin emîri ve beraberindeki sahabî-lerin bakış açısı da budur. Yoksa hâşâ o, Allah'ın hükmünün değiştirilmesine rıza göstermiş ve helâli harama çevirmiş değildir. İşte nasslarla, Hz. Ömer ve beraberindeki sahabîlerin yaptıkları arasını en güzel bulma yolu budur. Siz ise, ancak bu iki taraftan birisini iîgâ etmek suretiyle işin içinden çıkmak istiyorsunuz. Buraya kadar arzettiklerimiz bu zor ve son derece karışık konu ile ilgili her iki grubun da ulaşabildikleri son noktalardır. Tevfik Allah'tandır[898] [886] Bk. Nisa, 4/65. [887] Nisa, 4/59. [888] Müslim, 1480 (41). [889] Müslim, 1480 (40). [890] Takrîb'de: "Sadûktur, hata eder. Bunun gibilerinin hadisleri hasen sayılır." denilir. Ancak Tehzîb'dç: "Hadisi Atâ el-Horasanî'den başkasından rivayet ediyorsa, itibar görür." denilmiştir. Bu hadisi Atâ'dan rivayet etmiştir. Müellifin de dediği gibi, hadis zayıftır. [891] Tahdis ifadesinin açıklanması Ahmed'in rivayetindedir, 1/265. [892] Bu hadisin kaynaklan daha önce geçti. Bk. 2. Bölüm, Evlilikte Din Farkı. [893] Ancak Ali b. el-Medinî şöyle der: "İkrime'den rivayet ettiği münkerdir." Ebu Davud ise: "Hocalarından rivayetleri doğrudur. îkrime'den plan rivayetleri ise münkerdir." der. Tak-rîb'dt: "İkrime'den rivayetleri hariç sikadır." denilir. [894] Bk. Mâlik, 1/34: Buharı {Fethu'i-Bârî), 1/239; Müslim, 279. Hadis şöyle: "Köpek birinizin kabından içerse, onu yedi defa yıkasın." Müslim'in rivayetinde: "Köpek yaladığında,! o kabınızın temizliği, yedi kere yıkanmasıyladır. Birincisi de; toprakla oğmak şeklinde-l dir." denilir. Ebu Hureyre'nin fetvası, üç kere yıkanılması şeklindedir. Bk. DârakutnîJ 1/66. Senedi sahihtir. [895] Aksine Ali b. Hüseyin el-Vakıd, rical kitaplarından öğrenildiğine göre hadisleri hasen olan| bir râvidir. [896] Müslim, 1472 (16); Ebu Davud, 2200. [897] Ebu Davud, 2199. Senedi sahihtir, daha önce geçti. [898] Bu konuda geniş bilgi için ayrıca bk. tbn Kayyım, I'lâmu 'l-Muvakkîn, 3/30-40; îbn Kay-yim, îğasetü'l'Lehfân, 153-183; ibnTeymiye, el-Fetâvâ, 3/13-25: Ebu Zehra, İbn Teymiyet s. 415 vd. İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/354-365. |