๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Tavan Arası => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 05 Kasım 2011, 21:28:14



Konu Başlığı: Babasının Oğlu
Gönderen: Zehibe üzerinde 05 Kasım 2011, 21:28:14
Tavan Arası


Temmuz 2005 79.SAYI


Akif GÜLER kaleme aldı, TAVAN ARASI bölümünde yayınlandı.


Babasının Oğlu


İnternet ortamında her gün posta kutunuza dökülen süprüntü yığını arasında, mücevher kıymetinde olan gönderiler de çıkabiliyor. Kazara çöpe düşmüş de bulmuşsun sürprizi... Geçenlerde gelen ileti işte aynen böyle duygular yaşattı bana, sizlerle paylaşmadan edemedim. Şöyle bir yazı:

Bir gün çocuğum doğdu. O dünyaya geldiğinde, katılmam gereken önemli toplantım vardı, ayrıca ödenmesi gereken faturalarla meşguldüm. Sonra yine bir gün ben uzaklardayken yürümeyi öğrendi. Konuşmayı da öyle. Ve biraz büyüdüğünde, “senin gibi olmak istiyorum baba” demeye başladı,“büyüyünce ben de senin gibi olacağım...”

İşyerine telefon açıp, “baba, eve ne zaman geleceksin” diye ikide bir sorardı. “Ne zaman geleceğimi bilmiyorum oğlum. Ama geldiğimde, birlikte güzel vakit geçireceğiz, söz...” derdim. Yıllar öylece geçip gitti.

Oğlum on yaşına geldi. Ona güzel, pahalı bir top aldım. “Top için teşekkürler baba!” dedi; “haydi oynayalım.” “Bu hafta sonu tamamlamam gereken işler var oğlum” dedim; “bugün olmaz, haftaya, tamam mı?” “Tamam...” dedi, yüzündeki o gülümseme hiç eksilmeden... Ve o sözü bir kez daha, “büyüyünce baba .. ” dedi, “ben de senin gibi olmak istiyorum...”

Yıllar öylece geçip gitti. Oğlum önce ilkokuldan, sonra liseden, sonra üniversiteden mezun oldu. Bu durumda, başka birçok baba gibi benim de söylemem gereken bir şeyler vardı. “Seninle gurur duyuyorum oğlum” dedim; “gel, söyle biraz oturalım, sana diyeceklerim var.” Başını iki yana salladı, ta çocukluğundan beri hiç değişmeyen o gülümseyi ş iyle : “Arkadaşlara sözüm var baba” dedi, “sen arabanın anahtarlarını verebilirmisin bana .. Sonra görüşürüz, oldu mu?”

Yıllar öylece geçip gitti. Emekli oldum. Artık her şey için bol bol vaktim vardı. Oğlum ise başka bir şehirde iyi bir iş bulmu ştu, orada yaşıyordu. Aradım onu: “Eğer sence de uygunsa hafta sonu gel de hasret giderelim” dedim. “Sevinirim baba .. ” dedi; “bir bakayım, müsait bir vakit bulabilirsem, gelirim. Ama su sıralar işlerim çok yoğun. Fakat seninle görüşmeyi ben de istiyorum, baba...” “Peki, ne zaman gelirsin oğlum?” “Ne zaman olur bilmiyorum baba. Şimdi bir iş görüşmem var, ona yetişmem lazım. Sonra ararım seni. Geldiğimde birlikte güzel vakitgeçireceğiz , söz...”

Ve telefon kapandı. O an oğlumun çocukluk hayalini gerçekleştirdiğini anladım. Artık örnek aldığı babasına benzediğini... Büyüyünce tıpkı babası gibiolduğunu ...

Beş Büyük Afet

Marifet ehli şöyle der:

“İnsanlar beş büyük belaya mübtela olur ki, işlerinin düzensizliği bu beş bela yüzündendir.

Bunlardan birincisi doyuncaya kadar yemek yemeyi sevmek ki, bununla kalp katılaşır.

İkincisi uykuya düşkünlük ki, bu da ömrü kısaltır.

Üçüncüsü rahatı sevmek ki, bu yüzden işinde iflas eder.

Dördüncüsü dünya malını sevmek ki, bunun neticesinde zor bir hesap ve şiddetli bir azap vardır.

Beşincisi ise methedilmeyi sevmek ki, bunda sevabın mahvolması söz konusudur ve bu bela hepsinden daha kötüdür.

Çünkü insanın kendini beğenmesinden daha çirkin bir ayıbı ve kibirden daha büyük günahı yoktur.”

Ziyaüddin Nahşebî k.s.

Nân-ı Aziz


Evliya Çelebi fırıncılar için der ki:

“Bunların piri Adem Aleyhisselam'dır . Çünkü Hz. Adem a.s. cennetten çıkarılıp yeryüzüne düşünce karnı acıkmış ve evvela buğday çorbasıyla açlığını gidermiş. Onun için bir kimse evine bir adam davet etse, ‘buyurun baba çorbası içelim' der. Sonra Cibril-i Emin vasıtasıyla Adem Nebi buğdayı un edip, hamur yapıp, ekmek pişirmesini öğrendi. Bu sebepten taze ekmek, hususiyle sıcakçası , insana taze can verir.”

Evliya Çelebi merhumun bu anlatımı son derece önemli. Zira ekmeği nimet olarak görmek, hatta birçok nimetin sembolü olarak görmek işte bu bakışın, bu kültürün bir sonucu. Osmanlı'da ekmek, resmi tabelalarda “nân-ı aziz” diye yazılırmış. Yani mübarek, kıymetli ekmek... Anadoluda ise birçok yörede hâlâ, yemek yedim, denmez de, “hadi buyurun biraz ekmek yiyelim” yahut “ekmek yedim” denir.

Aldığımız ücreti, kazancımızı “ekmek parası” olarak niteler, mesleğimiz için “bu işten ekmek yiyoruz” der, evin ihtiyaçları için “çoluk-çocuk ekmek bekliyor” tabirini kullanırız. İşi rast gidene “ekmeğine yağ sürüldü”, aymazlık ya da nankörlük edene “ekmeğini ayağı ile tepti” deriz. “Et ne kadar arık olsa ekmek üstüne yaraşır” diye ekmeksiz sofra düşünmeyiz.

Bazı sosyal bilimciler göre, ekmek medeniyetin ilk adımı. Çünkü insanoğlu ekmek yapmayı öğrendikten sonra her gün gıda aramak zahmetinden kurtulmuş, başka uğraşlara zaman ayırmaya başlamış.

Çağdaş vahşi kültür hariç, ekmeğin her kültürde, her millette müstesna bir yeri olduğu muhakkak. Biz ise ekmeğe o derece hürmet ederdik ki, kırıntılarını bile ayak altında bırakmayıp toplar, düşen ekmek parçasını hemen kaldırır, öper, başımıza koyardık. Ekmekle el ve dudak temizleyenler kınanır, çöpe ekmek atanlar büyük günahlardan birini işlemiş gibi görülürdü.

Bugün durum hayli değişik. Ne ekmek eski ekmek, ne de bizim nimet anlayışımız eskisi gibi. Pasta, sandviç, kek, çikolata gibi nesneler çocuklarımıza kuru ekmek yemeyi çoktan unutturdu. Yere düşen ekmeği öpüp başa koyma adeti artık tarihe karıştı. Evlerimizde ve toplu yemek yenen yerlerdeki ekmek israfı ise nân-ı azizin şerefini çoktan üç paralık etti.

Belki geleneksel anlayışımızda ekmeğe verilen bu değer abartılı gelebilir. Ancak tarih boyunca hayat ve maişet anlamında görülen ekmek, bize verilen tüm nimetleri temsil eder. Değeri de bu nimeti verenden gelir.