๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Tasavvuf Klasikleri => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 25 Eylül 2011, 11:51:53



Konu Başlığı: Nefs Muhasebesi
Gönderen: Zehibe üzerinde 25 Eylül 2011, 11:51:53
Tasavvuf Klasiklerimiz



Eylül 2007 105.SAYI


Ali KAYA kaleme aldı, TASAVVUF KLASİKLERİ bölümünde yayınlandı.

Kûtu’l-Kulûb’dan

Eser Hakkında:

Kûtu'l-Kulûb, 10. asrın meşhur alim ve sûfilerinden Ebu Talib el-Mekkî’nin meşhur eseridir. Eser, Ehli Sünnet tasavvufun temel kitaplarından biri niteliğindedir. Tefsir, hadis, fıkıh gibi ilimlerin yanında, kendisinden önce yaşamış büyük sûfilerin görüşlerini de ihtiva eder.

NEFS MUHASEBESİ


"Biz, kıyamet günü için, adalet terazileri kurarız. Artık kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan iş, bir hardal tanesi kadar küçük dahi olsa, onu hesaba getiririz. Hesap gören olarak biz herkese yeteriz." (Enbiya, 47)

"O gün insanlar, amellerini görmeleri (ve karşılığını almaları) için, grup grup kabirlerinden çıkarlar." (Zilzal, 6)

Hz. Ömer r.a. şöyle demiştir:

“Nefsinizi hesaba çekilmeden önce hesaba çekin. Amelleriniz mizanda tartılmadan önce onları siz (vicdanınızda) tartın. Allah'a arz olacağınız büyük hesap günü için kendinizi (salih amellerinizle) süsleyin. "Hepiniz ilâhi huzura arz olunursunuz. Sizin hiçbir şeyiniz gizli kalmaz." (Hâkka, 18) ayetini unutmayın. Şüphesiz kendilerini dünyada muhasebe edenler için ahiret hesabı kolay olacaktır. Dünyada ölçülü ve sorumlu yaşayanların, mizandaki sevapları ağır gelecektir. Sadece gerçeğin tartılacağı bir terazinin ağır gelmesi kesindir."

ŞÜPHELİLERDEN UZAK DURMAK


"Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyenle amel et. Günah, kalbin yönetip üzerinde durduğu şeydir." (Buharî, Büyu’ 3; Tirmizî, Kıyâme 60; Nesaî, Kudât 11)

Bunun anlamı şudur: Söz ve fiil olarak şüphe ettiğin şeyi bırak; çünkü onu bırakmakta, selamet ve kazanç vardır. Onun yerine, faziletinden ve selametinden kesin emin olduğun işi yap. Kalbine doğan, ama benimsemediğin işleri yapma. Çünkü bu, günahtır. Az bile olsa bundan kaçın.

MUHASEBE NASIL YAPILIR?

Muhasebe şu şekilde yapılır: Kulun kalbine bir düşünce geldiği zaman, işin başında hemen durup düşünür. Eğer akla gelen şey Allah'a ait bir niyet, karar, azim, fiil ve gayret olup, kulu Allah Tealâ'ya sevk ederse, o Allah için, Allah'a ait ve Allah yolunda bir düşünce demektir. Bu durumda o düşünceyi tasdik eder ve gereğini yerine getirirsin. Eğer kalbe gelen düşünce dünyevî bir arzu veya nefsin kötü arzularından kaynaklanan yahut insan tabiatının gereği olan gaşetten ileri gelen bir düşünce ise, onu reddeder ve kalbinden silmek için gayret edersin.

GERÇEĞE UYANIŞ


Rasulullah s.a.v. Efendimiz şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! Sanki dünyada ölüm bizden başkasına yazılmış, sanki ibadet etmek bizden başkasına gerekliymiş, sanki öldüğünü ilan ettiğimiz ölüler, sefere çıkıp kısa bir süre sonra aramıza dönecek gibi onları kabirlerine yerleştiriyor ve miraslarını yiyoruz. Sanki onlardan sonra biz sonsuza dek kalacağız gibi bütün öğüt veren şeyleri unuttuk. Bütün musibetlerden emin mi olduk?

Kendi kusuruyla meşguliyeti, onu başkalarının ayıplarıyla ilgilenmekten alıkoyan, harama bulaşmadan kazandığı malından infak eden, fakir ve miskinlere merhamet eden, fıkıh ve hikmet ehliyle beraber olan kimselere müjdeler olsun!

Yine nefsinin kibrini kıran, ahlâkını güzelleştiren, içini ıslah eden ve insanlara da kötülüğünü bulaştırmayan kimselere de müjdeler olsun!

Aynı şekilde ilmiyle amel eden, malının fazla olanını hayra sarf eden, dilini ihtiyaç olmayan boş konuşmalardan tutan, sünnetle yetinip bid’atlara bulaşmayan kimseye de müjdeler olsun."

(Ebu Nuaym, Hilye, 3/202; Bezzâr, el-Müsned, nr. 3225; İbn Asakir, Tarih, 58/250-253)


BÜYÜK TAVSİYE


Hz. Ebû Bekir r.a. vefatına yakın şu tavsiyelerde bulunmuştur:

“Hak ağırdır, uygulaması zordur ama sonu hoştur.Bâtıl ise hafiftir, kolaydır, ama sonu kötüdür.

Şüphesiz, Allah'ın gündüz yapılacak bir takım emirleri var ki, onları gece kabul etmez. Yine, O'nun için gece yapılacak bir takım ibadetler var ki, bunların da gündüz yapılmasını kabul etmez.

Sen insanların hepsine adaletle muamele etsen de sadece birine zulmetsen, neticede bu zulüm sana dönüp gelir.

Benim bu vasiyetimi tutarsan sana ölümden daha sevimli bir şey olmaz. O mutlaka sana gelecektir. Ama vasiyetimi zayi edersen, bu sefer sana ölümden daha sevimsiz bir şey olmaz. Ama sen ölümün gelmesine engel
olamazsın.”

KURTULUŞ KAPISININ ANAHTARI


Hakk’a uymak, nefsin kötü arzularına karşı durmakla olur. Kurtuluş bundadır. Çünkü nefsin kötü arzusuna uymada fesat ve bozulma vardır. Sabır işin kıvamı olup, sabır oranında kâr ve hayır elde edilir.

Yaratıklara merhamet etmek ve acımak, Yüce Yaratıcı’nın rahmet kapısıdır, güzel ahlâkın anahtarıdır. Herkes hakkında güzel düşünce ve kalbin kurtuluşu bu ahlâkla bulunur.

Bu anlatılanlar, Ashab-ı Kiram'ın sıfatlarıdır


Takdire Rıza Hali


Hz. Ali r.a. şöyle demiştir:

“Sahip olduğun dünyalıklar seni çok sevindirmesin. Elden kaçırdığın şey de seni fazla üzmesin. Sevincin, yapıp ortaya koyduğun salih amellerle olsun. Üzüntün ise yapamadığın vazifelere, ihmal ettiğin
ibadetlere karşı olsun. Meşguliyetin ahiretin, gayretin ölümden sonrası için hazırlık olsun.

Nice uzak görülen şeyler vardır ki aslında çok yakındır. Garip, sevdiği kimsesi olmayan kimsedir. Samimi arkadaş, sana gıyabında sadakat gösterendir. Kötü zan seni sevdiğin dostundan uzaklaştırmasın. Kerem ve cömertlik ne güzel ahlâktır! Hayâ, güzel olan her şeye götüren bir sebeptir. En sağlam tutamak takvadır. Şüphesiz, senin faydana olan dünyalıklar, ancak ahiretini ıslah edip düzelttiğin şeylerdir.

Rızık iki kısma ayrılır: Biri senin aradığın rızık, diğeri ise seni arayan rızık. Bu öyle bir rızıktır ki, sen ona gitmezsen bile o sana gelir. Olan olaylara bak, olacaklar hakkında sonuçlar çıkar. Çünkü işler birbirine benzer.”


Konu Başlığı: Ynt: Nefs Muhasebesi
Gönderen: muhsin iyi üzerinde 25 Eylül 2011, 15:19:38


Kaza ve kader Allah’ın (c.c.) hakkıdır. Çünkü O kullarına dilediği gibi hükmetme hakkına sahiptir. İsterse herkese zulüm yapabilir. Kullarının buna hiçbir suretle itirazları olamaz. Nitekim insan et ihtiyacı için hayvanları kesmekte ve yemektedir. Aklı başında olan hiç kimse hayvanların yaşam haklarının olduğunu, bunun için canlı bir varlık olarak kesilmemeleri gerektiğini savunamaz. Çünkü insanın kısmi irade sahibi bir varlık olarak canlı varlıkların hayatı üzerinde hakkı bulunmaktadır. Bunun gibi Allah (c.c.) da mutlak irade sahibi yaratıcı olarak kulları üzerinde mutlak bir tasarruf ve hükmetme hakkına sahiptir. O’nun yaptığı şeyler üzerinde hiç kimsenin itirazda bulunmaya hakkı yoktur. Ama Allah (c.c.) böyle zorba biri gibi değil de kaza ve kadere en güzel ve insanın hoşuna giden, hayranlık duyduğu sıfat ve güzel isimlerle egemendir. Zira Allah (c.c.) ezeli ilmi (el-Alîm), pek çok hikmeti (el-Hakîm), mutlak adaleti (el-Adl), sınırsız merhameti (er-Rahmân) ile kaza ve kadere hükmeder. Her insanın kaderi Levh-i Mahfuz’da bir hüküm olarak yazılmıştır.  Zamanı geldiğinde bunların meydana gelmesine kaza denir. İnsanın Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi üzerinde rıza göstermesi Allah’ı (c.c.) el-Alîm, el-Adl, er-Rahmân el-Hakîm güzel isimleri ile tazim etmesi (yüceltmesi) anlamına gelir.

Allah (c.c.) kaza ve kaderinde eksiksiz, mutlak adalet sahibidir. Dünyada görünüşte pek çok adaletsizlikler göze çarpar. Örneğin bir insanın İslam diyarında doğması ile küfür diyarında dünyaya gelmesi İslam dinine girmede ve onunla şereflenmede bir adaletsiz durum olarak göze çarpar. Yine bir insanın doğuştan kör yada başka bir organının engelli olması da böyle değerlendirilebilir. İnsanın kadın yada erkek cinsiyetine sahip olarak doğması, zengin yada yoksul bir ailede dünyaya gelmesi, zeki yada geri zekalı olması, güzel yada çirkin yaratılması elinde olmadan, kaza ve kaderle gerçekleşen şeylerdir. Tüm bunlar ve benzerleri görünüşte Allah’ı (c.c.) adaletsizlikle suçlayabileceğimiz konulardır.

Allah (c.c.) kaza ve kadere pek çok hikmeti, ezeli ilmi, mutlak adaleti ve sınırsız merhametiyle hükmeder. Ama bunları dünya sınavı gereği gözlerden saklar. İnsanları bu görünüşte adalete aykırı yaratılış durumları ile sınava tabi tutar.

Allah (c.c.) bazı insanları sözünü ettiğimiz olumsuzluklarla yarattığı için görünüşte zulmetmiştir. Oysa hakikatte “Şu kesindir ki, Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez (Nisa suresi, ayet 40).” O zulüm olarak görülen hoşa gitmeyen şeyler, ahirette birer rahmete dönüşecektir. Belki kişinin ebedi azaptan kurtulmasına birer vesile olacaktır. Onun için Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderinde görünüşte kendisini gösteren adaletsizlikler O’nun ezeli ilminde sınırsız bir merhamet nedenine dayanıyor olabilir. Örneğin İslam diyarında doğmayan kişi Allah’ın ezeli ilminde İslam diyarında doğsa idi Allah’ın (c.c.) dinine açıkça cephe alanlardan olabileceği için Allah (c.c.) onu sınırsız merhametiyle esirgeyip fetret ehlinden (Allah’ın [c.c.] dininin tebliği ile karşılaşmadıkları için ahirette hesaba çekilmeyecek olan batıl din mensuplarından) kılmış olabilir. Yada ona İslam diyarında doğup da İslam dinine açıkça karşı gelenlere göre ahirette daha merhametle muamele edebilir. Ama böyle olmasında muhakkak Allah’ın (c.c.) pek çok hikmeti, mutlak adaleti ile sınırsız merhameti rol oynamıştır. Bir insanın doğuştan sahip olduğu kimlik özellikleri de Allah’ın (c.c.) ezeli ilminde mutlak adaleti, pek çok hikmeti ve sınırsız merhameti gereği öyle olması kula iyi ve yararlı olduğu için seçilmiş yada verilmiştir. Bir insanın doğuştan bir organından ötürü engelli olması da böyledir. Dünyaya geri zekâlı olarak gelen bir çocuk kendisini, anne-babasını, kendisine bakıp koruyanları, yardım edenleri böyle yaratıldığı, sorumluluk sahibi olmadığı ve başkalarına yük olduğu için cehennemden kurtarabilir. Bütün bunları kimsenin bilmesine olanak yoktur. Allah’ın (c.c.) ezeli ilmini, mutlak adaletini, pek çok hikmetini ve sınırsız merhametini ancak ahirette tam olarak kavrayabileceğiz.

Kaza ve kadere rıza gösterme tasavvufta nefis mertebeleri ile de çok yakından ilgili bir konudur. Şöyle ki: Bilindiği üzere yedi nefis mertebesi bulunmaktadır. Bunlar: 1.Nefs-i Emmâre  2. Nefs-i Levvâme   3. Nefs-i Mülhime   4. Nefs-i Mutmainne  5. Nefs-i Raziyye   6. Nefs-i Marziyye  7. Nefs-i Kâmile.

Bu nefis mertebeleri insanın Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi karşısında aldığı tavırla ve rolle çok yakından ilişkilidir.

İnsanın manevi yönü asıl olarak nefis, ruh ve iradeden meydana gelir. Nefis, vücut yönü ile toprağa bağlı olduğu için aşağılık şeylere meyleder. Şehvetlerle dünyaya bağlıdır. Ruh, Allah’tan (c.c.) geldiği için aşk, faziletler  gibi asil bir duygunun kaynağıdır. İlahi güzelliklere ve erdemlere meyleder. İrade ise seçme yetisidir. İnsan bu dünyada yaptığı seçimlerle, ruhuna yada nefsine uymasıyla ebedi ahiret yurdunda ödül yada ceza için sınava tabi tutulmuştur.

Nefsi terbiye etmek kolay değildir. Nefsin içerisinde bulunduğu makam ve aştığı mertebeler kaza ve kader karşısında belli olur. Aşağıda her nefis mertebesini kaza ve kader karşısında aldığı tavır ve rolle değerlendireceğiz:

Nefs-i Emmâre (kötülüğü emreden nefis) sahibi, her zaman kendisini haklı bulur. Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderini yargılar. Başına kötü bir iş geldiğinde haklı ve haksız olduğuna bakmayarak kendisini savunmaya, başkalarına düşmanlık göstermeye bakar. Sabır göstermez. Çıkarları doğrultusunda hareket eder. İşine geldiğinde haksızlığa bile kendince bir gerekçe bulur, onu savunur. Çıkarları zedelediğinde her türlü günahı işleyebilir. Her şeyin bir tesadüf sonucu olduğunu düşünür.

Nefs-i Levvâme (kendini kınayan nefis) sahibi kişi, tövbe-i nasuh (bir daha günah işlememeye kesin niyet) etmiştir. Başına gelen kötü olaylarda her zaman Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını anımsar. Başına gelen bela ve musibetlerdeki ilahi ikazı sezer. Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine rıza göstermenin gerekliğini bilir. Ama çok çabuk zafiyet gösterir. Unutkanlıkla, öfkeyle, şehvetle eski nefs-i emmâre alışkanlıklarını kısmen de olsa bazen nefsine yenik düşerek sürdürebilir. Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderini eleştirebilir. Ama kendisini toparlayıp yine tövbe etmesi de an meselesidir.

Nefs-i Mülhime (ilham sahibi nefis) sahibi kişi, Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi üzerine sırlara yavaş yavaş vakıf olmaya başlar. Allah (c.c.) rüyalarında gayba ait olan şeyleri ona gösterir. Çoğu zaman rüyaları doğru çıkar. Bu sayede kaza ve kadere imanı daha da yakinleşir. Her şeyin Allah’ın (c.c.) ilminde olduğunu, O’nun izni ve yaratması ile meydana geldiğini gözleriyle görüyormuş gibi bilir.

Başına gelen kötü olaylardaki asıl nedeni anlamaya başlar. Allah’ın (c.c.) mutlak adaletini kavrar. Allah’ın (c.c.) kimseye zulmetmediğini görür. Adeta bir doğa kanunu gibi kötü amellerin insanın başına bela ve musibet olarak geri döndüğünü anlar. Ama insanın yaptığına nispetle Allah’ın (c.c.) daha merhametli olduğunu da kavrar. İnsanlara sabrı ve şükrü tavsiye ederken nefsine karşı da böyle davranır.

Allah (c.c.) sadece rüyalarında gabya ait şeylerle ilgili ilhamlarla iltifat etmez. Günlük yaşamda varlıkların, olay ve olguların arkasındaki gerçek nedenleri de kavrar. Bazı sırlar ona açılmaya başlar.
Bu nefis sahibi şeytanın vesveselerini işitebilecek bir merhaleye ulaşabildiği gibi makamın son perdelerinde velilerin de ruhlarıyla konuşabilir.

Nefs-i    Mutmainne (tatmin olmuş nefis) sahibi kişi, Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine hiç itiraz etmez. Artık nefsi varlık, olay ve olgulardaki sırlardan haberdar olduğu için bir gönül tokluğu içerisindedir. Başına gelen kötü şeylerde Allah’ın (c.c.) ezeli ilmini, pek çok hikmetini, mutlak adaletini ve sınırsız merhametini yaşayarak öğrenmiş olur. Hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığını bilir. Her şeyde bir hikmet arar.

Kaza ve kaderine itiraz etmeyen birisine Allah (c.c.), el-Hakîm güzel ismiyle tecellide bulunarak olayların arkasında işleyen gizli yasaları gösterir. Varlıkların, olay ve olguların arka planındaki sırları ona öğretir.

Olayların arkasında işleyen gizli yasalara; varlıkların, olay ve olguların arka planındaki sırlara hikmet denir. Nefs-i mutmainne sahibi, hikmete ermiş bir kişi olarak başkalarına yardımcı olabilecek bir makamdadır. Kaza ve kaderle ilgili sırları yaşayarak öğrendiği için insanlara sabrı ve şükrü tavsiye etmede etkili konuşur. Bu, aynı zamanda velilik makamının başlangıcıdır.

Allah  (c.c.) Kuran-ı Kerim’de hikmet için şöyle demektedir: “(Allah [c.c.]) Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet vermişse kuşkusuz ona büyük iyilik etmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ders alır (Bakara suresi, ayet 269).”

Nefs-i Raziyye (razı olmuş nefis) sahibi kişi, Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine şükreder. Bu şükür sadece başa gelen iyi olaylarda değil kötü olaylarda da söz konusu olur. Çünkü bunlarda Allah’ın (c.c.) ezeli ilmini, pek çok hikmetini, mutlak adaletini, sınırsız merhametini yaşayarak görürken Allah’ın (c.c.) sınırsız merhametinin daha galip olduğunu anlamıştır. Bu nedenle Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine içinde şükürle doğan bir duyguyla razı olmuştur. 

Nefs-i Marziyye (Allah [c.c.] tarafından razı olunmuş nefis) sahibi kişi, kaza ve kadere rıza gösterir. Bu rıza sonucu Allah da ondan razı olur.

Nefs-i Marziyye sahibi kişi rızada öyle bir derecededir ki, başının kesileceğini bilse bile kaza ve kadere gönlünde bir şevk ve aşk duyar. Her şeyin Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile olduğunu bildiğinden ondan gelen bela ve musibeti bir iltifat olarak değerlendirir. Buna içten bir şükürle karşılık verir.

Nefs-i Kâmile (olgun nefis)  sahibi kişi, Allah’ın (c.c.) yeryüzündeki halifesidir. Allah (c.c.) onları kaza ve kaderi üzerine pek çok sırlara vakıf ettiği gibi insanlar üzerinde keşif ve kerametleri ile de üstün kılar. Konuştukları zaman hikmetle ders verirler. Her şeyi Allah’ın (c.c.) izniyle ve rızası için yaparlar. Allah (c.c.) katında duaları geri çevrilmez.

 İnsanları Allah’a (c.c.) ulaştırırlar. Görüldüğünde Allah’ı (c.c.) anımsatırlar. Peygamberin yaşayan varisleridirler. Dinin koruyucusu ve sığınağıdırlar.

Kaza ve kadere rıza derken zulme uğrayan kişinin hakkını aramaması ve adalet için mücadele etmemesi anlaşılmamalıdır. Allah’ın (c.c.) birer güzel ismi de el-Hakk ve el-Adl’dir: “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız, yakınlarınız aleyhinde bile olsa Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun (Nisa suresi, ayet 135).”

Hak ve adalet yolunda Allah rızası için mücadele eden kimselere ise şehitliğin bir mükafat olarak verildiğini de unutmayalım.

Allah bizlere kaza ve kaderine rızayı nasip etsin. Hususiyle rızasını nasip eylesin. Ayrıca Allah bizleri hakkı ve adaleti ayakta tutan şahitler olarak yazsın. Amin.
Muhsin İyi


Konu Başlığı: Ynt: Nefs Muhasebesi
Gönderen: Ekvan üzerinde 25 Eylül 2011, 19:23:09


     Mertebeleri güzel anlatmışsınız da..Bir mertebeden diğerine geçiş nasıl olur?İnişi çıkışı var mıdır bu mertebelerin?bunlardan söz etmemişsiniz..Daha ayrıntılı bilgileri paylaşırsanız,seviniriz..

     


Konu Başlığı: Ynt: Nefs Muhasebesi
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 25 Eylül 2011, 20:31:47
Muhasebe şu şekilde yapılır: Kulun kalbine bir düşünce geldiği zaman, işin başında hemen durup düşünür. Eğer akla gelen şey ALLAH'a ait bir niyet, karar, azim, fiil ve gayret olup, kulu ALLAH Tealâ'ya sevk ederse, o ALLAH için, ALLAH'a ait ve ALLAH yolunda bir düşünce demektir. Bu durumda o düşünceyi tasdik eder ve gereğini yerine getirirsin. Eğer kalbe gelen düşünce dünyevî bir arzu veya nefsin kötü arzularından kaynaklanan yahut insan tabiatının gereği olan gaşetten ileri gelen bir düşünce ise, onu reddeder ve kalbinden silmek için gayret edersin.

Allah razı olsun paylaşım için.


Konu Başlığı: Ynt: Nefs Muhasebesi
Gönderen: muhsin iyi üzerinde 26 Eylül 2011, 18:09:14
uzun yazılar sıkıcı oluyor. bir konu bütünlüğü meselesi var. ben de bu dediğinizi ayrı bir yazıda işleyeceğim inşallah.
ama kısaca cevaplayayım. bu iki yolla oluyor. ya ruhu saflaştırma yolu ile. ki bunun için zikir gerekli. ruh çarkı temizlenince nefis çarkını tezkiye için döndürüp kendisine benzetiyor. bu sayede nefis makam kazanıyor. ikincisi hizmet, oruç, erbain gibi doğrudan nefsin belini kıran ibadetlere yönelmekle nefis tezkiye oluyor. ondan tarikatle ya zikir ya da nefis ayağını kullanmalarına göre özde iki gruba ayrılıyor. nefis yolu ile yol alan tarikatler günümüzde yok. sebebi bunların kurumlara ihtiyaç göstermesi. yani tuvalet olacak mutfak olacak. tarla olacak. buralarda sofi Allah rızası için çalışacak da nefsini ezecekler. mevlevi tarikatı bu cinstendi. mesala bir mevlevi çarşıya gittiğinde arksından birini gönderirlerdi de ona hiç yoktan çatardı kavga çıkarırdı. maksat sofinin nefsini ezmek. daha ne işkenceler. çin işkencesi. yani bu tarikataler bu devirde yaşayamza. ama nakşibendi bu çağa uygun. al zikrini evde yolda her yerde durmadamn çek. sorun yok.


Konu Başlığı: Ynt: Nefs Muhasebesi
Gönderen: Ekvan üzerinde 26 Eylül 2011, 18:38:27


    Konu yine aynı noktada takıldı kaldı benim kafamda..Nefis terbiyesi bu devirde yapılamıyorsa,zikir ehli de değilse kişi,emmarede ya da levvamede takılır kalır mı diyorsunuz özet olarak..

    Oysa başka bir yazınızda ben bu devirde cemaati tavsiye ederim demiştiniz..Tarikati değil..Ben yazılarınızdan net bir sonuca ulaşmaya çalışıyorum..Beni meşgul eden sorular doğrultusunda..Ama henüz böyle bir netlik oluşmadı..

    Hayır yolundaki samimi hizmetkarların Rabbim yar ve yardımcısı olsun..


Konu Başlığı: Ynt: Nefs Muhasebesi
Gönderen: muhsin iyi üzerinde 27 Eylül 2011, 20:08:45
yok tek başına mürşitsiz mülhimeye kadar ulaşır. her makamda 50 bin perde olduğu söyleniyor. mülhimenin sonlarında cinlerlerden şeytanlarla karşılaşır. onlarla savaşabilmesi ve mutmainne nefse yükselebilmesi için mutlaka mürşidi kamilin rabıtasına ihtiyaç vardır. o olmazsa yukarı çıkamaz. çok sıkıntıda kalır. ama tabii mülhimenin o makamlarına da kimse de kolay kolay tek başına çıkamaz. yani Allah dağına göre kar veriyor. merak etmeyin.


Konu Başlığı: Ynt: Nefs Muhasebesi
Gönderen: muhsin iyi üzerinde 27 Eylül 2011, 20:26:47
yani bediüzzaman tarikata karşı değildi kendisi de nakşi ve kadiri tarikati müntesibi idi ama bir gerçeği belirtti devir tarikat devri değil cemaat devri diye. bediüzzaman kutup makamında idi. yüzyılda bir gönderilen irşat kutbu idi. bu sözlerin sonundaki lematta anlattığı yakaza rüyası ile sabit. hani peygamber meclisinde kendisine devrin şahsı hitabı yapılarak söz hakkı veriliyor. bu tasavvuf kitaplarında kutuplara vazife verilirken yapılan bir merasimdir.ehili olan bilir. kuşku bile duymaz. ama ne yazık ki kendisi nefis makamı olarak mülhimede idi. hem de mülhimenin ortalarına bile varamadı. yani irşat kutbu vazifesi ile görevlendirilmişti ama bu devir tarikat devri olmadığı için Allah onu bir kamil şeyh elinde nefsi mutmainne ulaştıramadı. ama vazifesini yaptı. gerçekten o ve öğrencileri peygamberin ve sahabenin yaptığı hizmeti yaptı. rızayı ilahiye nail oldular. vakıa suresinde o kitabı sağ tarafından verilenler diyor. çoğu bu ümmetten diyor surede. ama o ileri geçenler diyor azı bu ümmetten. yani tarikat ehli çogu diyor eski ümmetlerden ilgili surede. işte ahir zaman ümmeti. yani tarikat bu ümmete uygun değil. Mehdi Aleyhisselamın Nakişi olacağı söyleniyor ama ben Vakıa suresinin işaretinden anlıyorum ki o da Bediüzzaman hazretleri gibi ehli tarik değil de iman hizmetleri gibi vazife görecek. çünkü devir cemaat devri. her şey sosyal ilişikilerle yürüyor. insanlar sohbetlerle lezzet buluyorlar. tarikat demek uzlet demek, zikir rabıta gibi ferdi ibadetlerle meşgul olmak demek. beni sorarsanız ben tasavvuf yolunda çok emek verdim. şimdi bu işin meyvelerini yiyorum. tatlı ama benim asosyal kişiliğim olmasaydı buralara gelemezdim. yani bana benzeyen insanlar tasavvuf yolunda yükselebilirler. tabii bu meşrep meselesi.


Konu Başlığı: Ynt: Nefs Muhasebesi
Gönderen: muhsin iyi üzerinde 28 Eylül 2011, 22:04:02
   Nefis, Nefsin Yapısı, Özellikleri, Değişebilirliğinin Zorluğu
   İnsan iki öğeden meydana gelmektedir. Birincisi ruhtur. Ruh Allah’tandır. Onda bütün güzellikler ve faziletler vardır. İyilik ruhtan gelir. İkincisi nefistir. Nefsin temel kaynağı anasır-ı erbadır (toprak, su, ateş, hava). Anasır-ı erba Allah’ın emri ile yoktan yaratıldığı için bütün kötü olan şeyler bunlardan kaynaklanır. Çünkü yokluk bütün kötülüklerin kaynağıdır. Ayrıca yaşanılan kötü anlar da kompleks olarak nefsin nasırları olarak işlev görür. Ona basıldığı zaman sıkıntılar yaşanır. Bir de tabii nefsin içgüdüleri vardır ki nefis bu yönü ile hayvanlarla ortak bir dünyaya sahiptir. Bunların da usulüne göre doyurulması gerekir. Yani nefis bütün çirkinlikleri ve rezillikleri barındırır. İnsan, ruhu ile nefsi arasında bir denge kurarak yaşamaya çalışır. Bazen nefsine meyleder bazen de ruhunun sesine kulak verebilir. 
   Nefis daima dünyaya meyleder, şeytan da onu bu dünya ile kandırır.  Nefis bedene bağlıdır. Bedenin ihtiyaçları karşılanınca nefis de biraz rahatlar. Ama nefis çok açgözlüdür. Onun ihtiyaçları bitmediği gibi bütün dünyaya sahip olsa da tamamen tatmin olması mümkün değildir. Ruhsa bu dünyaya ait değildir. O Allah’tan bir nefhadır. Ruhun gıdası ibadetlerle elde edilebilecek olan nurdur.  Kişi ibadetlerden uzak olduğu zaman ruhu zayıflar, kendisini belli edemez. Böyle bir insanda hâkim olan öğe nefistir. Nefis ibadetleri sevmez. Ruh, ise ibadetlerle yaşayabilir; ibadetlerden sonsuz bir haz alır. Onlarla beslenir.
   Nefis güzelliklere şehvetle yaklaşır. Ruhsa âşık olur. Nefis daima kendini düşünür. Ruh ise diğerkâmdır.
   Çağdaş bilimler, özellikle psikoloji ve psikanaliz insanı sadece nefis yönü ile tanırlar ve tanıtırlar. Ruhu tamamen inkâr ederler. Psikolojik savunma mekanizmaları ve psikolojik hastalıklar olarak tarif ettikleri şeyler tamamen nefisle ilgili şeylerdir. Nefse bilinçdışı veya bunu organı veya yeri olarak kabul ettikleri bilinçaltı (id) derler. Onlara göre insan insanın kurdudur. Bir insanın diğer bir insana menfaatsiz iyilik yapması imkânsızdır. İnsanın yaptığı bütün iyiliklerin altında bir çıkar vardır. Faziletler bu çıkar ilişkilerinden doğar. Allah rızası diye bir kavramı algılamaları imkânsızdır. Zira Allah dini bir kavramdır. Bilimsel düşüncede dine yer yoktur. Onlara göre din de dinsel kavramlar da insanların çıkarları için uydurdukları zihinsel zincirlerdir. Onlarla birbirlerini bağlarlar. Yine onlara göre insanın diğer bir insana âşık olması bilinçsizce bir şehvet hissidir. Şehvet duygusundan uzak bir aşk söz konusu olamaz. Platonik aşk bir psikolojik rahatsızlıktır.
   Psikanalizin kurucusu S.Freud gençken koyu bir Yahudi olarak kutsal kitaplardan yani Tevrat ve onun tefsiri olan Talmut’tan nefis kavramını inceden inceye öğrenmiştir. Sonra olgunlaştığında inanç bunalımı yaşadığı devirde onu seküler alana taşıyıp önce bilinçdışı diye tanımlamış, sonra da hastaları üzerindeki gözlem ve deneylerle çağdaş bilimlerin yöntem ve teknikleri ile açımlamış ve çeşitli bilgilerle ve kavramlarla sistemleştirmiştir. Ruhu ise sistem dışı bırakarak insanı sadece nefisten ibaret cinsel bir yaratık olarak tanımlamıştır. İnsanı en etkili içgüdüsü, yani cinselliği etkisi altında bir oyuncak gibi göstermiş, bu içgüdüsü engellenip tatmin olmayınca çeşitli ruhsal hastalıklara yakalandığını ifade etmiştir. Kuşkusuz söyledikleri sadece nefisten ibaret kalan ve ibadetsiz bir hayatla ruhunu öldürmüş insanlar için doğrudur, yerindedir. Gerçeğin ta kendisidir.  Ama tanımladığı insan Müslüman için eksik kalır. Çünkü bir Müslüman nefsinin bu tür hastalıkları yanında ruhunun gücüyle kurtulur ve cinsel içgüdünün üstünde bazı ruhsal doyumlarla tatmin olduğu için ruhsal yönden sağlığını da korur. İbadet hayatı bir ruhsal sağaltım (terapi) gibi işlev gördüğü için kolay kolay ruhsal hastalıkların kıskacına girmeyecektir.
İnsanı böyle yarım yamalak tanımladıkları, yani ruhu inkâr ettikleri ve insanın sadece nefisten meydana geldiğini ifade ettikleri için psikoloji ve psikanalizle ciddi bir şekilde ilgilenen insanlar, genellikle Allah’ın da varlığını kabul etmezler. Ateist, teist, deist gibi birtakım inanç biçimlerini kabul ederler.
Gerçi bir hadis-i şerifte (bazıları kelam-ı kibar olarak kabul ediyorlar) ‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’ denmektedir. Ama insanı sadece nefis yönü ile bilen Allah’ı inkâr eder. Küfür ve isyan bataklığına gömülür. İnsan, ruhun varlığını kabul ederek nefsini tanırsa büyük bir irfana, marifete kavuşur. Çünkü iç dünyamızı tanımamız büyük bir keşiftir. Bu bilgi bizim kendimizi tanımamızı sağlamakla kalmayacak Allah’ı da tanımamızı sağlayacaktır. Çünkü Allah sadece dış dünyada değil iç dünyamızda da kendi varlık ve birliğine işaret eden pek çok ayet yaratmıştır. Bunları insan tanımaya başladıkça Allah’ı tanımaya ve anlamaya başlayacak, dolayısıyla irfana ve marifete ulaşacaktır. Nefsinin kötü eğilimleri ile şeytanın ortaklaşa hareket etmesi sırrına vakıf olan bir insan düşmanlarını tanıdığı için dünyanın hazinelerinden daha üstün bir hazineye sahip olacaktır. Zira bu bilgi ile cennetin anahtarlarını elde etmek isteyebilir. Çünkü gerçek düşmanlarını bilen Rabbini tanıyacak ve O’nun rızasını kazanacak şeyleri elde etmeye çalışacaktır. Böylece ‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’ sözü tahakkuk edecektir.
Nefsin en büyük özelliği değişmezliğidir. Hâlbuki bu söz yanlıştır. Bu sözün doğrusu şudur: ‘Nefis çok inatçıdır. Kolay kolay değişmez.’ Onun için pek çok atasözü onun bu durumunu anlatmaktadır: İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur. Huy canın altındadır. Can çıkar huy çıkmaz vb. Bu atasözleri insanın nefsinin değişmezliğini, değişmekte direndiğini çok güzel anlatmaktadır. Gerçekten de öyledir. Nefsin değişse bile huylarını devam ettirmekte ne kadar inatçı olduğunu herkes kötü alışkanlıklarını bıraktıktan sonra bile anlayabilir. İçki gibi kötü bir alışkanlığı olan bunu bıraktıktan sonra nefsi çay, soda, gazoz vs. başka bir içeceğin tiryakisi kesilir. Bunlara yapışır. Kaybını bunlarla telafi eder. Eskiden kötü kadınlarla yatıp kalkan bir arkadaşım tövbe edip hak yola dönünce bu sefer de gül gibi karısının üstüne kuma getirmeye kalktı. Yani nefis eski yoldaki alışkanlıklarını bu sefer meşru yoldan telafi etmeye devam edecektir. Nefsi bunlardan alıkoymak, önünü kesmek kolay değildir. Nefis bildiğini başka kılıklarda yine okuyacaktır.
Nefsin bir diğer özelliği de küfür üzere yaratılmış olması ve akılla, nasihatle yola gelmemesidir. Bilindiği üzere tasavvufta nefsin yedi makamı vardır. Bunlar sırasıyla şunlardır: 1.Nefs-i Emmâre  2. Nefs-i Levvâme   3. Nefs-i Mülhime   4. Nefs-i Mutmainne  5. Nefs-i Raziyye   6. Nefs-i Marziyye  7. Nefs-i Kâmile.
Nefsin bu makamları kaza ve kader karşısında aldığı tavırla belli olur. Nefs-i Emmâre kaza ve kadere aleyhine olduğu zaman isyan eder, hep kendisinin haklı olduğunu düşünür. İşlediği günahlarda bile kendince haklı gerekçeleri vardır. Nefs-i levvâme böyle bir durumda bocalamasına karşın bazen kendisini kaybederek yanlış yola koyulabilir. Kaza ve kadere rıza mülhime makamında tomurcuklanmaya, ancak mutmainne makamında meyvelerini vermeye başlar, nefs-i raziyye de ise bu meyveler olgunlaşıp kıvama gelir. Nefs-i marziyye ise kulun kaza ve kadere rızasının Allah tarafından kabul edildiğinin,  nefs-i kâmile ise bunun taltif edildiğinin makamlarıdır. Bu durumda insan şöyle düşünebilir: Bu üstün mertebelere ulaşma, velilik, kutupluk sadece nefsin kaza ve kadere rıza göstermesine bağlı ise bunu niçin herkes kolay bir şekilde gerçekleştiremiyor, tarikatlara girip onca sıkıntılara düşüyorlar? Bu konuda kitaplar yazılsa onları okuyarak ve bu konularda bilinçlenerek nefis makamlarını aşamazlar mı? Evet iş bu kadar basit olsaydı, elbette insanlar bu yola koyulur, kitaplar okuyarak veli olurlardı. Kuşkusuz bu konuda bilinçlenmek bilinçlenmemeye göre güzeldir. Ama insanlar bu konuda bütün kitapları bir ömür boyu okusalar da böyle okumalarla nefis makamlarını aşamazlar. Çünkü nefsin akılla, zekâyla, düşünmeyle pek bağlantısı yoktur. Nefis entelektüel yaşantıyla  değişmez. Nefis bizzat yaşadıklarıyla değişir. Onlardan etkilenir. Yaşantılarla değişir. Düşünceler değil, eylemler, ilişkiler nefse anlamlı gelir. Yani nefsin dili, mantığı çok farklıdır. Ona ulaşmak, hitap etmek, onu değiştirmek, onu bir makamdan diğer makama ulaştırmak o kadar kolay değildir. Ondan yukarıdaki atasözlerimiz onun değişiminin imkânsızlığından söz etmişlerdir.
Nefsi ya bizzat nefse hitap eden ibadetlerle ya da ruha seslenen ibadetlerle değiştirebiliriz. Onun için tarikatlar her ne kadar birbirinden farklı ibadetlerle, yöntem ve tekniklerle nefsi tezkiye, ruhu tasfiye ediyorlarsa da aslında iki gruba ayrılırlar.
Tarikatların bir grubu daha ziyade zikre ağırlık vererek ruhu tasfiye ederek nurlarla güçlendirmeye çalışırlar. Nakşibendiyye tarikatı bu gruba girer. Ruh nurla olgunlaşarak kendisine gelir, yavaş yavaş iç dünyada söz sahibi olarak nefsi kendisine benzetmeye, onu tezkiye etmeye başlar. Yani nurlarla ruh çarkı döndükçe nefis tezkiye olup makam kazanır. Tabii nefsin makam kazanması kolay değildir. Her makamda elli bin perde olduğu söyleniyor. Bu çok yavaş olur. Zikir Allah rızası için çekildikçe olur. Çarklar işler. Onun için zikirde şu cümleyi belli bir periyotla söylemek gerekir: ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Sen’in rızandır.)’  Zira çekilen zikir Allah’a ulaştıracak rüzgâr ise bu ilgili cümle onun rotasıdır. Rota, rüzgar kadar hatta ondan da önemlidir. Zikir bu niyetle çekilmedi mi nefse hizmet eder.  Nefsi bir gaye ile zikir çekilmeye başlanır. Nefis de gitgide şişer, yoldan çıkar. Şeytanın oyuncağı olur. Onu çıkamayacağı uçurumlara atar. Yalancı mehdiler, kutuplar, evliyalar hep bu rotadan sapan insanlardan çıkar. Allah göstermesin. Allah zikrinde bizleri rızası dışında başka noktalara sürüklemesin. İşte zikir Allah rızası için çekilirse ruh saflaşır nefis de Allah’tan gelen şeylere, hususiyle kaza ve kaderine rıza gözlüğü ile bakmağa başlar. Ruh zikri bu niyetle çekip saflaşması ile nefse bu konuda dersler verip onu kendisine benzetmeye çalışır.
Tarikatların diğer bir grubu da doğrudan nefsi hedef alarak onu tezkiye etmeye çalışırlar. Bunun için müritleri zorlu hizmetlere koşarlar. Oruç ve erbain (çile) gibi ibadetlere önem verirler. Bu tür tarikatlar kurumsal alt yapılara ihtiyaç gösterdiğinden zamanımızda kalmamışlardır. Halveti, Mevlevi gibi tarikatlar bu gruba girer. Elbette zikir gerek ferdi gerekse bireysel bu tarikatlarda da vardır, ama birinci planda değildir. Nefis bu zorlu ibadetlerle zamanla dize gelerek nefis makamlarının kat edilmesindeki Allah’ın kaza ve kaderine rızayı öğrenmeye, daha doğrusu bu bilgiyi içselleştirmeye başlar, bu yolla nefis makamları tek tek aşılır.  Ama tabii bunlar çok uzun yılları da alabilir. Yani nefsin değişimi onlarca yıl sürebilir.
Tabii her şeyde olduğu gibi insanların kabiliyetleri de farklı farklıdır. Kimisinin meşrebi nefsi ibadetlerden hoşlanırken kimisi de ruhu geliştiren ibadetlere meyleder. Kimisi tasavvuftan ve tarikattan hiç zevk almaz. Cemaatleri sever.  Cemaatte de belli hizmetler hoşuna gider. Elbette tasavvuf ve tarikat yolu farz değildir. Farz ve yasak olan şeyler bellidir. İnsanlar İslam’ın hükümlerinden sorumludur. Nefsi makamlar kat ettirip mutmainneye ulaştırmak zorunda değiliz. Ama Allah’ın dinini hayatımıza uygulamak, farzları yerine getirmeye ve yasaklardan kaçınmaya mecburuz. Daha doğrusu Allah bizleri bununla sorumlu tutmaktadır. Bunun için bize levvâme (Allah’a dönen, günahlara pişmanlık duyan) nefis de yeterlidir.  Ama herhalukarda nefs-i emmâreden kurtulmak gerekiyor. Zira bu nefis sahibini cehenneme götürür. Allah korusun. Allah hepimize tövbe-i nasuh nasip eyleyip kaza ve kaderine rızayı, hususiyle Kendisi’nin rızasını nasip eylesin. Amin.
Muhsin İyi


Konu Başlığı: Ynt: Nefs Muhasebesi
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 28 Eylül 2011, 23:11:18
Çünkü nefsin akılla, zekâyla, düşünmeyle pek bağlantısı yoktur. Nefis entelektüel yaşantıyla  değişmez. Nefis bizzat yaşadıklarıyla değişir. Onlardan etkilenir. Yaşantılarla değişir. Düşünceler değil, eylemler, ilişkiler nefse anlamlı gelir. Yani nefsin dili, mantığı çok farklıdır. Ona ulaşmak, hitap etmek, onu değiştirmek, onu bir makamdan diğer makama ulaştırmak o kadar kolay değildir. Ondan yukarıdaki atasözlerimiz onun değişiminin imkânsızlığından söz etmişlerdir.  
Rabbim razı olsun, çok değerli bilgiler paylaştınız bizimle, Rabbim hizmetinizi daim eylesin inş.


Konu Başlığı: Ynt: Nefs Muhasebesi
Gönderen: SeLiNaY 8 üzerinde 19 Kasım 2015, 16:26:53
selamun aleykum
Rızık iki kısma ayrılır , biri senin aradığın rızık ,diğeri seni arayan rızık . Bu oyle bir rızıktırkı sen ona gitmessin o sana gelir derken burada  cıkaracağımız ders,  sen bir işi emek vererek yaparsın karşılığında helal kazanç elde edersin . başkasının kul hakkına girmeden kazanırsın .

Allah razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: Nefs Muhasebesi
Gönderen: Damla üzerinde 19 Kasım 2015, 16:45:21
Selamun aleykum.Biz nefsimizin sözlerinden uzak olmalıyız.Onun söylediği yaptırmak istediği şeylere gidersek işte o zaman yanaız.O zaman ibadetten de uzak oluruz,Allah'a da uzak oluruz.Allah bizi nefsimizin sözlerinden ve nefsmizden uzak etsin inşAllah.