๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Tarihül-İslam => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 13 Nisan 2011, 14:41:39



Konu Başlığı: Süd dün haberi
Gönderen: Sümeyye üzerinde 13 Nisan 2011, 14:41:39


Süd'dün Haberi

 

Velîd, Said b. beşir yoluyla Katade'den nakleder: Bana iki kişi Ebu Bekra es-Sakafı'den şöyle nakletti:

-Adamın birisi Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'e geldi ve: Ben Süd'dü gördüm." dedi. Efendimiz (s.a.v.) ona: "Orayı nasıl bir şekilde gör­dün? buyurunca adam: "Çizgili yemen elbisesi şeklinde." dedi.

Bu hadisi Said b. Arûbe Katâde'den mürsel olarak nakleder ve: "Siyah bir çizgi (veya sütun) ve kırmızı bir çizgi (sütun) olarak görmüş­tüm." ilavesini yapar.[819]

Derim ki (Zehebi), burada siyahla demirin siyahını, kırmızıyla da bakırın kızıllığını kast ediyor.

Said b. Ebi Arûbe, Katade'nin Ebu Rafı aracılığıyla Ebu Hüreyre (r.a.)'tan naklettiği hadisinde Nebi (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu anla­tır: "Ye'cuc ve Me'cuc kavmi her gün şeddi eşerler. Neredeyse güneşin şualarını görmeye az kalır da, başlarındaki "dönün artık, onu yarın ka­zalım." der. (Ertesi gün geldiklerinde görürler ki) Allah kazdıkları de­liği ilk halinden daha çetin bir halde geri kapatmış. Böylece aynı uğ­raşma sürüp gider, nihayet onlarm(ilahi takdirdeki) kalış süreleri sona erip de, Allah onları insanların üzerine göndermeyi murad edince, yine kazarlar. Güneş ışınlarım göreyazdıkları bir sıra başkanları, "şimdi dönün de inşaallah onu yarın kazarsınız" der. Ertesi gün gel­diklerinde o delmeye çalıştıkları yeri aynı şekilde (doldurulmamış ola­rak) bulurlar. Böylece deliği delip suru geçerek insanların yanma gelip bütün suları kurutmaya başlarlar. İnsanlar onlardan kaçıp sığmaklarına kapanırlar. Onlar oklarını havaya atarlar. Okları kendilerine kanla dolu olarak döner. Onlar bunun üzerine "Yer yüzü halkım kahrettik, gök­yüzü halkına galip geldik." derler.

Nihayet Allah onların kafalarına bir kurt gönderip onları bununla yok eder." Sonra Peygamber Efendimiz "Nefsim elinde olan Zat'a ye­min ederim ki, yeryüzündeki bütün hayvanlar Ye'cuc ve Me'cuc'un etleriyle beslendiklerinden dolayı semizleşip güçlenecekler." bu­yurdu.[820]

Muhammed b. Cerir et-Taberi Tarih'inde Amr b. Ma'di kerîb'in Matar b. Sele et-Temimi'den şöyle dediğini anlatır:

El-Bâb şehrinde Abdurrahman b. Rabi'a'nm yanına girdim. Berabe­rinde Şehribaz da vardı. Derken üzerinde yolculuktan ötürü zayıflık ve korku hali görünen bir adam gelip, Abdurrahman'ın huzuruna girdi ve Şehribaz'ın yanma oturdu. Matar'm üzerinde Yemen işi, yeri kırmızı süslemeleri siyah renkli kaba adı verilen (ceket vesaire gibi üste giyi­len) bir elbise vardı. Birbirlerine ne var ne yok, hal hatır sordular.

Sonra Şehrberaz dedi ki: Ey komutan! Sen bu adamın nerden geldi­ğini biliyor musun? Ben bu adamı iki yıl kadar önce Süd'de doğru yolladım ki, sed ne haldedir, öte tarafında kimler var, bir bakıp anlayıp gelsin! Ona büyük bir servet hazırlayıp yol tedariki yaptım. Benim ül­kemden sonraki kirala ona yardımcı olması için mektup yazdım ve hediyeler yolladım. Ve onun da kendisinden ötedeki kirala mektup yazıvermesini rica edip yol güzergahmdaki bütün krallara hediyeler yolladım, Her kıral da kendi ile Öteki smırdakine aynı şeyi yaparak, ta Süd'dekine kadar vardırdılar. Böylece bu adam sonunda sed'din üze­rinde bulunan kralın huzuruna vardı, kral da Süd mıntıkasındaki vali­sine bir mektup yazdı. Bu da valinin yanma vardı. Bununla beraber bir de Doğancı (Doğan ve Şahinle avcılık eden kişi) yolladı. Avcının ya­nında Kartalı da vardı. Ona da kuşun içeceği bir çorba verdi."

Kıssanın gerisini o adam şöyle anlattı: Bunun üzerine avcı bana te­şekkür etti. Nihayet oraya varınca ne göreyim iki tane dağ ve ikisi arasında kapalı bir sed uzanıyor, (şeddin boyu neredeyse bu iki dağın üzerine kadar yükseliyor) Şeddin önünde Öyle bir hendek var ki derin­liğinden dolayı içi gece gibi kapkaranlık görünüyor. Ben oradaki gö­rünen her şeye iyice bakıp ne olduğunu en ince teferruatıyla anladım. Sonra geriye dönmek istediğimde bana Doğancı: "Acele etme, ben seni mükafatlandıracağım!  Zira bu geçip geldiğin ülkelerdeki- peş peşe olan kralların her biri sahip oldukları en pahalı dünya malı ile Allah'a yakın olmak istediler ve bu kıymetli eşyaları şu iki dağın ara­sındaki derin vadiye attılar." deyip sonra yanındaki bir et parçasını ya­rıp onu bu vadideki boşluğa attı. Kartal hemen uçup ete doğru sü­züldü. Avı bana "Eğer kartal bu et yere düşmeden ulaşırsa bir şey yok, ama yetişmeden düşerse bir şey var demektir!" dedi. Bir de baktık kartal eti pençesiyle kapmış olarak yanımıza geldi. Ne görelim o ete bir de bir yakut parçası yapışmamış mı! Avcı onu bana verdi. O işte şu!11 dedi. Şehribaz onu aldı, baktı ki kıp kızıl parlıyor, sonra onu Abdurrahman'a   uzattı.   Abdurrahman   da   ona   iyice   baktı,   sonra Şehrberaz'a geri verdi.  Şehrberaz, "İşte şu yakut parçası kesinlikle şundan yani Bâb şehrinden daha değerlidir. Vallahi siz  mülke hakim olma meselesinde benim için İran İmparatorluğu idarecilerinden daha iyisiniz. Eğer biz onların saltanatı altında olmuş olsak da bu yakutun bizde olduğu haberi onlara ulaşsaydı kesin kez onu benim elimden alırlardı. Allah'a yemin olsun ki, siz hakkını ödediğiniz müddetçe veya büyük kralınız bu hakkı verdiği sürece size karşı hiçbir şey dayana­maz." dedi.

Abdurrahman b. Rabîa, bu Süd'den gelen elçiye yüzünü döndü ve "Süd'dün durumu ne? Neye benziyor?" deyince elçi: Şu adamın (yani Matar'in) üzerindeki elbise gibi!" dedi. Matar b. Sele, Abdurrahman'a "Vallahi adam doğru söylüyor, kesinlikle oraya ulaşabilip onu gör-

müş" dedi. Bunun üzerine o da "Evet -elbiseye benzeterek demirin ve bakırın durumunu iyi tarif etti." Diyerek, Kehf suresi 96'nci ayeti olan "Bana demir kütleleri getirin..." ayetini okudu.

Abdurrahman Şehrİbaz'a "Senin gönderdiğin hediyelerin kıymeti ne kadar idi?" deyince, o: "burada benim ülkemde yüz bin. diğer ülke­lerde ise üç milyondan daha kıymetli." dedi.[821]

Sellam et-Tercumân anlatıyor:

-Halife Vasik billah, Zülkarneyn'in yaptığı sed'din rüyasında açıldı­ğını görmüş. Bu yüzden beni o tarafa yollayıp "Orayı gözünle gör ve bana haberini getir." deyip yanıma elli de adam kattı, azıklarımızı te­darik etti. Azıkları yüklemek için iki yüz de katır verdi. Biz yanımıza halifenin Ermenisan valisi İshak'a yazdığı mektubu alarak Sürrü men raâ'dan (Samarra'mn ilk adı) yola çıktık.

îshak o zaman Tiflis'te idi. îshak da bize Serîr kralına bir mektup yazıverdi. Şerir kralı da el-Lelâıı kralına bir mektup yazıp verdi. Ya­nma vardığımızda o da Filan Şah (veya kaplan Şah)'a, o da Hazer kra­lına bir mektup yazıverip bizimle beş tane de kılavuz yolladı. Biz Hazer kralının yanından itibaren yirmi altı gün yol yürüdük. Sonra gide gide simsiyah renkli çok pis kokuşmuş bir araziye geldik. Daha önce -oraya gelmeden yanımıza sirke aldığımız için- bu kötü kokudan kurtulmak için sirke kokluyorduk. Orada on gün daha yürüdük. Sonra içinde kimsenin bulunmadığı harabe şehirlere geldik. Oradan da yirmi yedi gün yol gittik.

Bu şehirler hakkında kılavuzlara sorunca onlar: "İşte Ye'cuc ve Me'cuc'un geceleyin baskın yaparak harap ettikleri şehirler bunlardır." dediler. Sonra şeddin yanında bir kaç kaleye geldik ki, orada Arapça ve Farsça konuşan, dinleri İslâm olup Kur'an okuyabilen bir millete

rastladık. Onların camileri ve medreseleri vardı. Bize nereden gelip nereye gittiğimizi sordular. "Biz mü'minlerin emirinin elçileriyiz" de­dik. Bu sözümüzü duyunca hayrete düşüp "Mü'minlerin emiri mi!" dediler. "Evet!" dedik. Emir yaşlı mı genç mi? diye sordular. "Genç" dedik. "Nerde oturur?" dediler. "Irak'taki Sürrü men raâ denen bir şe­hirde!" deyince, "Biz bu şehri hiç duymadık " dediler. (Sonra onlara nasıl müslüman olduklarını sorduk. Onlar:"yıllar önce bir adamın uzun boyunlu uzun ayaklı bir hayvana binerek geldiğini kendilerinin anladığı dilde konuşup İslâm şeriatım tebliğ ettiğini[822] söylediler.)[823]

Sonra onlarla beraber üzerinde hiç yeşillik olmayan çıplak bir dağa gittik. Dağ eni yüz (elli) arşın olan bir vadi ile ikiye ayrılmıştı. Dağın vadinin iki tarafına uzanan yamaçlarını takiben her iki tarafa bina edilmiş iki tane payanda gördük. Her bir payandanın eni yirmi beş ar­şın (15 mt) idi. Kapının dış tarafında o payandaların alt tarafında on arşınlık bir çıkıntı (Pabuç) görünüyordu. Her biri bakırla karıştırılmış demir (Tunç)'dan dökülmüş tuğlalarla elli arşın (30 mt) boyunda inşa edilmişti. (Bu tuğlaların her biri 1,5 X 1,5 zira eninde dört parmak yüksekliğindeydi. Vadi ağzının iki tarafındaki derbend uzunluğu yüz yirmi arşın (72) olan demirden kütle olarak bu iki payandaların üze­rine geçirilmişti).[824] Her bir payandadaki bu demir 10 X 5 arşın ölçüsündeydi. Bu iki tarafı bağlayan demir- derbendin üzerinde, bu tunç tuğlalardan örülmüş bir duvar vardı ki, yukarısı dağın tepesine çıkmıştı.

Yüksekliği gözün görebildiği yere uzanıyordu, bunun üzerinde deT demirden yapılmış bir takım balkonlar, her balkonda iki uçları bir bi­rine girmiş şekilde boynuz -gibi bir şeyler- vardı.

Bir de demir bir kapı vardı ki, kapalı kanatlarının her birinin eni yüz arşın, (60m) uzunluğu yüz arşın, kalınlığı da beş arşın idi. Üzerinde uzunluğu yedi arşın eni bir arşın olan bir kilit vardı. (Kilidin yerden yüksekliği yirmi beş arşındı). Onun beş arşın yukarısında uzunluğu bu kilitten daha fazla olan ağaçtan bir kilit vardı. Kilit dilinin girdiği (Kafız) yerlerin her biri iki arşın idi. Ağaç kilidin üzerinde uzunluğu bir buçuk arşın olan bir anahtar asılıydı. Onun bağlı olduğu zincir de sekiz arşındı. O da mancınık halkası gibi bir halkada bağlıydı.

(Kapının eşiği on arşın olup kapı payandalarının altında kalan yerler hariç yüz arşın uzunluğunda döşenmişti. Beş arşın da payandalardan dışarıda kalan kısım vardı.)

Buradaki kalelerin komutanı her Cuma on süvari ile atma binip ge­lir. Süvarilerin her birinde demirden bir taş balyozu olup her biri bu balyozlarla üçer defa bu kilide ve kapıya vururlar ve kapının arkasın­dakine bunu duyurmak isterler. Anlarlar ki orada koruyucu vardır. Onlar da diğerlerinin kapıda herhangi bir şey yapmadıklarını anlar. Kapıya vurduklarında, hemen kulaklarını kapıya dayayıp dinledikle­rinde gök gürültüsü gibi müthiş bir gürültü duyarlar.

Buraya yakın bir yerde büyük bir kale vardı. (Dendiğine göre oraya sanatkarlar gelir sığınırmış). Kapının yanı başında da her birinin 200 X 100 ölçeğinde iki kale daha vardı.

Bu kalelerin kapılarında ne olduğu bilinmeyen büyük ağaçlar vardı. Kalelerin ortasında tatlı bir pınar vardı. Kalelerden birinde Sed'din yapımında kullanılan eritme kazanı, demir eriyiği dökmek için kullanılan kepçe vs. gibi aletlerle demir tuğlaların artanı paslandığından, birbirine yapışmış olarak orada duruyordu. Tuğlalar 1,5 X 1,5 ebadında ve bir karşı kalınlığında idi. Biz orada yaşayanlar "Ye'cuc ve Me'cuc kavminden hiç bir kimseyi görüp görmediklerini" sorduk. Onlar, kendilerinin bir kere seddeki balkonlarda onlardan bir kısmını gördüklerini o sırada esen bir kara yelin onları oradan savurup yanlarına düşürdüğünü, onların boylarının bir buçuk (ya da iki buçuk) olduğunu anlattılar.

Geri dönerken kılavuzlar bizi Horasan tarafından götürdü. Biz de devam edip sonra Semerkand'ın yedi konaklık mesafe arka tarafına geldik. Kale halkı bize yetecek kadar yol tedariki yapmışlardı.

Sonra Abdullah b. Tahir'in yanına geldik. Selam et-Tercuman der ki: Ben ona yaşadığımız olayı anlattım. O da bana yüz bin dirhem, ya­nımdaki diğerlerinin her birine de beş yüz dirhem bağışta bulundu. Sonra Sürra men raâ (Samarra) şehrine, oradan ayrılışımızdan yirmi sekiz ay sonra geri gelmiştik.[825] "El-Mesalik ve'1-Memalik" adlı eserin yazarı (İbnu Hürdâzebe Ö.300 h.) "Bana Selam et-Tercuman böyle yazdırmıştır." der.[826]

 

Hicri Yirmi Uçuncu Yıl Olayları Fesa Ve Dârabecird Şehirlerinin Fethi[827]
 

Bu yıl Ömer (r.a.) hutbe okurken birden: "Ya Sariye, dağa dağa!" diye bağınnıştı.[828] (İşte hadise)

(Seyf b. Ömer, Ebıı Ömer Disâr b. Ebi Şebîb, Ebu Osman ile Ebu Amr b. el-Alâ aracılığıyla Mazinoğullarından birinden şöyle dedikle­rini anlatır:

-Hz. Ömer (r.a.), Sariye b. Züneym ed-Düelî'yi Fesa ve Darapecird şehirlerini zabta yolladı. O da varıp kuşattı. Sonra imdad istediler de her taraftan toplanıp birleştiler ve Sariye'ye saldırdılar. Ömer o gün Cuma namazının hutbesini okuyordu. Birden "Ya Sariye! Dağa, dağa!" diye bağırdı. Harp günü olduğunda müslümanlarm yanı ba­şında bir dağ vardı. Eğer bu dağa sığınabilSeler, düşman onlara tek bir taraftan hücum edebilirdi. Onlar da hemen dağa varıp sırtlarını dağa verip onlarla çarpışmaya başlayarak müşrikleri yendiler.

Sariye büyük bir harp ganimeti elde etti. Bunlar arasında bir sepet dolusu Cevher (maden) de vardı. Sariye ordudakilerden bu cevheri Ömer'e hediye etmelerini istedi. Onlar da onu bağış olarak verdiler.

Sariye de onu fetih müjdesiyle beraber Hz. Ömer'e yolladı. O zaman elçilerin ve delegelerin mükafatlandırılma ve ihtiyaçlarının karşılan­ması adet idi. Adama: Bu mükafatına karşılık mükafattan ödemek üzere bulunmayacağın vakitteki ailenin ihtiyacına yetecek miktar borç iste!, dedi. Adam Basra'ya geldi ve onların ihtiyaçlarını borç olarak görüp oradan ayrılıp Hz. Ömer'e geldi.

O sıra Hz. Ömer fakirlere yemek veriyordu. Elçiye otur dedi. O da oturdu. Ömer oradan ayrılınca adam ardından kapısına kadar geldi. Hz. Ömer adamı doymadı sanarak buyur edip, içeri girdiler. Hz. Ömer'e yemeği getirildi. Menü; ekmek, zeytin ve iri öğütülmüş tuzdan ibaretti. Hz. Ömer hanımına: "Bre kadın, çıkıp yemek yemeyecek mi­sin?" deyince hanımı: "Ben yanında birinin sesini duyuyorum!" dedi. Hz. Ömer "Evet" deyince hanımı "Benim erkeklerin olduğu yere gir­memi istiyorsan bana bu üstümdekinde başka bir elbise alman gerek!" dedi. Ömer de: "Sen, sana Ali kızı Ümmü Gülsüm, Ömer'in hanımı denmesine razı olmuyor musun?" dedi. Hanımı da "Böyle denmesi benim ne kadar ihtiyacımı giderecek ki!" dedi.

Sonra Hz. Ömer adama: "Haydi buyur" diyerek, "Eğer hanım razı olsaydı seni gördüğünden daha iyi muamele ederdi." dedi. Yemeği yedikten sonra elçi Hz. Ömer'e "Ya Emira'l-Mü'minin! deyince Hz. Ömer "Merhaba" diyerek adama yaklaşıp dizi dizine değdi. Elçiye müslümanların oralardaki vaziyetini ve Sariye'yi sordu. Elçi sorulara cevap verip yanındaki cevher kutusunu anlattı. Hz. Ömer kutuya bakıp bir nara attı ve sonra da "Olmaz, böyle ikram olamaz, şimdi sen gidip o orduya varacak ve bunu onlara bölüştüreceksin!" diye hediyeyi al­madı. Adam "Ey Mü'minlerin emiri, ben buraya gelmek için devemi dermansız koydum, ve senin elçiye vereceğin mükafatı alırım ümi­diyle bir sürü borca girdim. Sana müjdesini verdiğim şeye karşılık bana bir şeyler ver." dedi. Bu konuda ısrar edince Hz. Ömer onun yor­gun devesini alıp yerine zekat develerinden birini adama verip ötekini onun yerine koydu. Elçi hediyeden mahrum kızgın bir halde Basra'ya geldi.

Medine'nin ileri gelenleri daha ayrılmadan elçiye "Sariye ve harp hakkında sorular sorup, siz harp günü bir şey işittiniz mi?" diye sor­muşlardı. O da "Evet, Ya Sariye dağa dağa!" diye bir ses duyduk, ne­redeyse helak olmak üzereydik. Hemen dağa sığındık Allah da zaferi nasip etti!" dedi.[829]

Yine rivayet olunur ki, Ömer (r.a.)'a daha sonra söylediği bu "Ya Sariye dağa" cümlesi hakkında soru sorulmuş, o da bunu hatırlamamış.[830]




[819] Taberi, Tefsir cüz 17 s. 23 Kelif suresi ayet 25'in tefsirinde. Katade rivayetini verirler ki bu mürseldir. Buharı bu haberi muallak olarak nakleder. Nuaym b. Hammad el-Mervezi, Kitabu'l-Fiten 2/584 h. No 1632

[820] İbnu Mace, Fiten h. No 4080; Müsned-i İmam Ahmed 2/510; Hakim, Müstedrek 4/48S; İbnu Asakir, Tarih-i Dımışk 2/2; Tirmizi 3153 tefsir sure 18; Müslim Fiten'de geçen 2137 nolu Nevvas b. Sem'ân hadisinde Decca! ile ilgili haberinde bu olaya değinir. İbni Hibban 8/292

[821] Taberi, Tarih 2/542 (22. yıl olayları)

[822] Onların da kabul ettiklerini, sonra Kur'ani ve manasını öğrettiği

[823] Bu kısım Nihayet'lİrab'dan ilave edildi.

[824] İlave el-Mesâlik ve'l-Memâliks. 165 ile Mu'ceınu'l-Buldan'dandır. 3/199

[825] El-Mesaiik ve'1-Memalik s. 162-170. Yakut, Mu'cemu'l-Buldan 3/199-200. Yakut bu haberin sonunda şöyle der: Ben Süd'de dair kitaplarda bulduğum şeyleri yazdım, ama bu naklettiklerimin doğru olduğunda kesin kararlı değilim. Çünkü rivayetler çelişkilidir. Doğrusunu Allah bilir. Her halükarda Süd hadisesinin doğruluğunda ise asla şüphe yoktur. Zira onun varlığı Allah'ın kitabında bildirilmiştir.

[826] İmam Zehebi, Tarihü’l İslam Cantaş Yayınları 5/343-350

[827] Zehebi  metni  Taberi'den  almasına rağmen  çok kısalttığından  biz tercemeye Taberi'yi esas alıyoruz.

Fesa İran'da Şiraz'a dört fersah mesafede bir şehirdir. Darabicerd'de yine irandaki o dönem vilayetlerden biri olup Fesa da oraya bağlıdır.

[828] İbni Ömer'in bu konudaki rivayetinin kısaltılmış bir özeti. Bkz İbnu Asakir 20/24 ve 44/336; El-İsabe 2/3

[829] Taberi, Tarih 2/553, 554; İbnu Asakir, Tarihi Dımışk 20/26, 27; İbnu'l-Cevzi, Menakib-i Ömer s. 172, 173; Vakidi 2/42

[830] Tarihi Dımışk 44/336

İmam Zehebi, Tarihü’l İslam Cantaş Yayınları 5/351-353


Konu Başlığı: Ynt: Süd dün haberi
Gönderen: Mehmed. üzerinde 02 Mart 2022, 12:50:37
Esselamü aleyküm Rabbim bizlerin ilmini artırsın Rabbim paylaşım için razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: Süd dün haberi
Gönderen: Sevgi. üzerinde 05 Mart 2022, 01:46:32
Aleyküm Selam. Bilgiler için Allah sizlerden razı olsun kardeşim