๑۩۞۩๑ Güncel Haberler & Tarihden Başlıklar ๑۩۞۩๑ => Tarihten Başlıklar => Konuyu başlatan: Sefil üzerinde 04 Ocak 2012, 16:44:20



Konu Başlığı: Moralı Osman Efendi ve Menderes ailesi
Gönderen: Sefil üzerinde 04 Ocak 2012, 16:44:20
MORALI OSMAN EFENDİ VE MENDERES AİLESİ    
   
Sultan II. Mahmud’un devlet ricalinden mühürdarı, nişancısı ve sırdaşı, Halet Efendi denilen bir zat vardı. Zeki, hatip, fakat bir o kadar da kindar ve çıkarcı idi.
 
 Çıkarlarına çomak sokanların amansız düşmanı olur, sataşmadığı kimse kalmazdı. Hatta Mevlânâ Halid-i Bağdâdî bile onun şerrinden nasibini almış, padişaha şikâyet edilmişse de onun “Biz âlimlere dokunmayız” cevabıyla teşebbüsü akim kalmıştı. Padişah üzerindeki nüfûzu ve amansız şerrine uğramaktan korkulduğu için etrafı yüzsuyu döküp yağcılık edenlerle çepeçevre sarılmıştı.
Onun elinden çok çekmişlerden biri de ricalden Defterdar Moralı Osman Efendi’ydi. Vakur, haysiyet sahibi ve şerefli olan bu zat Halet Efendi’nin tezgâhlarına âlet olmadığından, defalarca makamından, mansıbından olur. Sürgünlere gider, beş parasız kalır, ama bir kere bile eyvallah çekmez, doğru bildiğini söylemekten sakınmazdı.
Günün birinde Halet Efendi, İzzet Molla ile otururken Osman Efendinin geldiği söylendi. Halet Efendi hemen sofaya kadar koşarak karşıladı, izzet ikramda bulundu ve giderken de merdiven başına kadar inip uğurladı. Olan biten karşısında İzzet Molla şaşkınlık ve hayretle  şunları söyleyecekti: “Bilirim ki bu adamı bitiniz kadar sevmez, elinizden gelse bir kaşık suda boğarsınız. Ona etmediğiniz fenalık kalmadı, şimdi de utanmadan  bu kadar iltifat ettiniz. Sebebi nedir anlayamadım?” diye sorunca Halet Efendi şu cevabı vermişti: “Evet çok fenalık ettim, elinden valiliğini, memuriyetini, rütbesini, mevkiini hatta inanır mısın Molla; ekmeğini bile aldım, lâkin üzerinde bir Osman Efendilik vardır ki onu alamıyor, gördükçe de işte böyle iltifata mecbur oluyorum.”1
Bu kıssa ya da hikâyecik; hayatı çile ve mazlûmiyet içinde geçmiş şahsiyetlere; hakkında anlatılanların tam aksine neden sarsılmaz bir saygı ve hürmet beslediğimizin ipuçlarını vermiyor mu sizce de? Devlet başkanlığı ve siyaseti tartışılır ve bazı yönlerden çok eleştirilere maruz kalsa da meselâ bir Vahdeti'nin serencam-ı hayatında yüreklere oturan o hüznün içinde işte bu “Osman Efendiliğe”  duyulan saygının emaresi yok mudur? İkbalden sürgüne giden yolda kahır ve zahiren sefalete onunla beraber sürüklenen topyekûn Hanedan-ı Âl-i Osman’ın son temsilcilerinde, hayatın her türlü sillesini yemişliğin içinde bile, üzerlerinden zerre miskal silinmeyen asaleti, hayranlık ve ibretle müşahede etmiyor muyuz?
İşte bu ruhî kemâlâta kim hangi devirde haizse içinde bulunduğu şartlara hiç bakılmaksızın aynı hisleri uyandırmakta gecikmiyor. Bir hadiseyle tekrar gün yüzüne çıkıyor; tıpkı geçtiğimiz günlerde duyduğumuz bir vefat haberinde olduğu gibi.
Aydın Menderes’in vefatı, Menderes ailesinin ıztırap, hüzün, dram, hasret yüklü hayatının tekrar hatırlanmasına sebep oldu. Milletin kapanmayan yürek acısı yeniden sızladı. Devrin Halet Efendisinden daha şerir ve daha zalim olanlar şehit başbakanın elinden her şeyi almakla kalmayıp, aile fertlerinin her birine ömürleri boyunca sürecek çeşit çeşit acıları yaşatmaktan gocunmadılar, sıkılmadılar. Canlarını aldılar, mallarına el kondu, maddî manevî işkencelerle izzet-i nefislerini kırdılar, haysiyetlerini ayaklar altında çiğnediler. Fakat bir şeyde muvaffak olamadılar: Onların üzerlerine yapışan, yapışan da ne kelime ruhlarına yazılan nezaketi ve asaleti söküp alamadılar. Canına kastedenlere karşı; “Reis Beyefendi Hazretleri, müsaade buyurursanız arz edeyim” diyordu eski başbakan. Muhakkak daha yakıcı ve sert üslûpla da konuşabilirdi belki, ama karşısındakilerin insanlıktan bu derece çıkmış olmalarını aklı havsalası kabul etmediğinden,  bazılarının iddia ettiği gibi korkaklık veya merhamet dilenmekten asla değil, başka türlü konuşmaya veya hareket etmeye terbiyesi müsaade etmediğinden böyleydi üslûbu. Zaten bunun böyle olmadığını son sözleriyle ispat ve darbecileri milletin nezdinde idama mahkûm ediyordu: “Sizlere dargın değilim, sizin ve diğer zevâtın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki: ‘Adnan Menderes, hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir. İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme karar-ı metanetle gittiğimi, silâhların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz?
“Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine de 1950’de kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek, Adnan Menderes’in ölümü sizi ebediyete kadar takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen merhametim sizlerle beraberdir.”2
Eşi Berrin Hanım ise bir asalet, vakar ve haysiyet abidesi olarak kazınmış hafızalarımıza. Kanlı ihtilâlin her gününün ıztırabını, çilesini çekerken eşinden sonra iki evlâdını da kaybetmenin acısını yaşamış, ama Allah’ın lütfettiği ömür dakikaları boyunca etrafında uyandırdığı saygı ve hürmetten bir şey eksilmemiş, bir eski zaman hanımefendisi hüviyetini her daim muhafaza etmiş bir şahsiyet. Hakkında hiçbir şey bilmesek bile sadece şu misâl bile bize o ruh asaletini anlatmaya kâfidir her halde:
1952 yılında Başbakan Menderes’in teklifi ile Osmanlı ailesinin hiç olmazsa hanım üyelerinin ülkeye dönüşü serbest bırakılmıştı. II. Abdülhamid’in eşi Müşfika Kadınefendi ile kızı Ayşe Osmanoğulları da bu kanundan yararlanıp yurda dönmüş ve bir kira dairesine yerleşmişlerdi. Kiraları ve günlük masrafları başbakan tarafından karşılanan ana-kız bunu bilmiyorlar, ev sahibi olan mühendisin kendilerine himmet ettiğini düşünüyorlardı. 1959'da yaşadığı uçak kazasından yaralı olarak kurtulan başbakana o anda ne düşündüğü sorulduğunda şu cevabı vermişti: “Acaba Berrin Hanım, Abdülhamid'in yadigârlarının ev kirası ve harçlıklarını mühendise ödemeye devam eder mi? Etmez miydi?”
Hem de bakın nasıl; eşinin idam tarihi olan 17 Eylül 1961'den birkaç gün sonra, mühendis alacaklarını toplamak için kapıya dayanmıştır. Elde yok avuçta yok dememiş, biz şimdi onlardan daha kötü durumdayız diye düşünmemiş, şimdi bunun sırası mı demeye zaten tenezzül etmemişti. Ne bir yerden gelir ne de borç para alabilecek kimsenin olmadığı o zor şartlar altında, sırf eşinin verdiği sözü ayaklar altında bırakmamak için ondan kalan kıymetli yadigârı; içinde “Adnan Menderes” yazılı nişan yüzüğünü, oğlu Mutlu aracılığıyla sattırmış, borcu ödemişti.3
Rahmetli Aydın Menderes’in vefatı sonrasında medyada siyasî hayatına atıflar yapan oldu, bu dram perdesini aralayanlar da. Fakat herkesin hemfikir olduğu şey, babasının adını şerefle taşıması ve tevarüs ettirmesine yapılan vurguydu. Bu hüznün hem şahidi, hem de hayatı boyunca bir diğer mağduru olmasının rağmına hiçbir şey ona da  “Osman Efendiliğinden” bir şey kaybettirememişti.
İşte 27 Mayıs 1960 karanlığının; bunları karartmaya da karalamaya da gücü yetmedi. Ve 25 Aralık 2011’de ailenin son yetimini duâlarla ebediyet âlemine uğurlarken aslında yapılan; onun şahsında bu aileye duyulan derin saygı ve hürmetin milletçe tescilinden başka bir şey değildi.
       
Dipnotlar:
1- Örneklerle İslâm Ahlâkı. Doç. Dr. M. Yaşar  Kandemir.
2- http://www.enfal.de/tarih7.htm
3- Yüzük sattıran asalet - Rahim Er- tarih ve medeniyet, Nisan 1994.
 
ZEYNEP ÇAKIR