๑۩۞۩๑ Güncel Haberler & Tarihden Başlıklar ๑۩۞۩๑ => Tarihten Başlıklar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 28 Nisan 2010, 18:40:17



Konu Başlığı: Kudüsün Fethi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 28 Nisan 2010, 18:40:17
Kudüs'ün Fethi

Kudüs’ün fethi bir birlik öyküsüdür. Küçük hesaplarla didişip parçalanmış olanların, sonunda büyük hesabı görüp bir araya gelmesidir. Bu hesabın yine yapılması, tekrar tekrar yapılması gerekir. Kudüslerin kurtuluşuna başka çıkar yol yok.

Kudüs nasıl kaybedilir? Kaybetmenin formülü o gün de bugün de aynıdır: Bölük pörçük olmak... Şüpheye gerek yok, düşman elimizdekileri gelip alacaktır. Küçük hesapların peşinden giden küçük adamlar, büyük bir tarihi mirası hayret verici bir süratle kemirebilirler. XI. yüzyılın sonuna iyice yaklaşılmışken olan da budur.

İlk tokat, ilk uyanış

Alparslan, Melikşah ve büyük vezir Nizamülmülk’ün bırakmış olduğu miras kısa süre içerisinde tükenmeye yüz tutmuştu. Falanca şehrin valisi filanca şehrin vergisini cebe indirmek için ordularını sürüp müslümanı müslümana kırdıradursun, Avrupa’dan gelen ilk dalgada Mısır’dan Anadolu’ya dek, doğu Akdeniz’in tüm kıyı şeridiyle beraber Urfa haçlıların eline düşmüş ve buralarda kalelerinin burcunda haçların dalgalandığı devletçikler kurulmuştu. Bu ilk dalga Kudüs’ü de yuttu.

Kudüs nasıl kurtulur? Kazanmanın formülü o gün de bugün de aynıdır: Hak etrafında birleşmek. İlk Haçlı şokunun atlatılması kısa sürmedi. Irak Selçukluları’nın Musul valisi İmadeddin Zengi, didişmeleri bir kenara bırakıp birleşmek ve gerçek düşmanın üzerine yürümek fikrini işlemeye başladığında işi hiç de kolay değildi. Ama 1144 yılında Urfa’dan Haçlılar sökülüp atıldığında, artık yeni bir coşku tüm İslâm alemini sarmaya başlayacaktı. Selahaddin Eyyubî henüz altı yaşındaydı.

Kudüs için

Halep’te bir marangoz özene bezene yaptığı minberi atelyesinin bir köşesine koymuştu. Hiç kimse ondan böyle bir talepte bulunmamıştı. Ama sorumluluk hissi taşıyanlar için hiçbir şey yapmadan beklemek mümkün olabilir mi? Kutsal şehrin mübarek mescidi el-Aksa Haçlılar tarafından çiğnenmiş ve minberi sökülüp atılmıştı. Marangozun elinden gelen de buydu işte...

O günler Urfa’nın Haçlılardan temizlendiği ve bu coşkuyla bütün müslümanların artık Kudüs’ü kurtarma fikrine kilitlendiği günlerdi. Bebekler gözlerini Kudüs’e dair ninnilerle açıyor ve biraz büyüyüp ayaklandıklarında, tahtadan kılıçlarını karşılarında Templier şövalyelerini hayal ederek savuruyorlardı.

Kudüs, oyunlarda binlerce kez kurtarıldı. Zaman geldiğinde, kaderine kutsal şehri kurtarmak yazılmış adam ortaya çıktığında, bu çocukların hayalleri gerçek olacaktı. Kabzalarını sıkıca kavradıkları çelikleri, Kudüs’ün yeniden gülümsemesi için tüm güçleriyle indireceklerdi şövalyelerin zırhlarına.

Selahaddin’in kederi

Zaman büyük bir ismin, İmadeddin Zengi’nin oğlu Nureddin Mahmud’un sayesinde müslümanlar lehine aktı. Selahaddin’in yolunu temizleyen adam odur. Bütün ömrü müslümanlar arasında birliğin tesisi ve Haçlılarla mücadele yolunda harcanmıştır.

Selahaddin ona tâbi olarak bu mücadelelere iştirak etmişti. Nureddin öldükten sonra Selahaddin onun misyonunu devraldı ve Haçlılara nihaî darbeyi vurmak için hazırlıklarını tamamlamaya çalıştı. 1183’de çevredeki bütün müslüman emirlerin davet edildiği bir toplantı düzenledi.

Salahaddin’in ruh halini anlayabilmek için en kestirme yol, herhalde onun yakınlarında bulunan insanların ifadelerine müracaat etmektir. Sırdaşı Kadı Bahauddin ibn Şeddad şöyle diyor:

“Selahaddin Kudüs hakkında öyle dertli idi ki, onun bu dert ve üzüntüsünü dağlar kaldıramazdı. O, çocuğunu kaybeden bir anne gibi şaşırmış kalmıştı. Atını bir yerden bir yere koşturup Kudüs’ü haçlıların elinden kurtarmak için kalabalık arasına dalıp; ‘Müslümanlar! İslâm için, İslâm için!’ diye bağırarak herkesi cihada davet ediyordu. Kudüs’te katledilen onbinlerce müslümanın halini hatırladıkça boğazından yemek inmiyordu.”

Hıttin’in boynuzları

Sene 1187... Yanıbaşındaki gölün ismini taşıyan Teberiye şehri 2 Temmuz’daki hücumla müslümanlar tarafından geri alındı. Artık tespihin ipi kopmak üzeredir.

Frenkler bütün kuvvetlerini bir araya getirerek Kudüs kralı Guy önderliğinde Teberiye’ye doğru harekete geçti. Selahaddin beklenen saatin geldiğini düşünerek ordusunu Frenklerin Teberiye’ye ulaşmak için geçmek zorunda oldukları yol üzerindeki suyu bol bir mevkiye, Hıttin’e çekti. Hıttin’in yukarısındaki tepede otuzar metre yüksekliğinde iki kaya sütunu Frenkler’in son durağı olacaktı.

Frenkler 3 Temmuz’da kavurucu bir sıcak altında Teberiye’ye doğru ilerlediler. Hıttin’in boynuzlarına vardıklarında susuzluk artık büyük bir kâbusa dönüşmüştü. Kuyuya koşturdular. Kupkuruydu.

Selahaddin, Abbasî halifesi Nâsır’a gönderdiği mektupta bu durumu şöyle anlatıyordu:

“Öğlen, Allah kâfirleri yardımdan ve destekten yoksun bırakmışken, Frenk orduları sapkın inançlarının onlara neye mal olacağını görmek için geldiler. Kral ve kâfir yoldaşları, şafağın, küfür karanlığını yok etmek üzere olduğundan habersizdi.”

Frenkler geceyi Hıttin’in boynuzları arasında geçirmeye karar verdiler. Bir an önce harekete geçmeleri gerektiğini bildikleri halde, yorgunluk onları kaçınılmaz sonlarını kendi elleriyle hazırlamaya itmişti.

“...bâtıl üzerine kurmuş olduğu düzeninin bir örümceğin ağından daha zayıf olduğunu ve zulmün yardakçılarının keyfinin kaçacağını idrak etmeksizin haçını dikti...” (Aynı Mektup)

Gece tepenin yamaçlarındaki müslümanların dua ve tekbirleriyle yürekleri daha da daraldı. Selahaddin ızdıraplarına ızdırap katmak için etraflarını çeviren çalıları ateşe verdirerek, gecenin serinliğinden biraz olsun istifade etmeyi uman Frenkleri hararet ve dumana boğdu. Moralleri dibe vurmuştu ve aynı anda sımsıkı bir muhasaraya alınıyorlardı. Ertesi sabah İslâm ordusu tekbirlerle hücuma geçtiğinde, ellerini kılıçlarının kabzalarına atmak mecburiyetinde hissettiler kendilerini.

Toynak izleri

Olan biteni Selahaddin’in mektubundan okumaya devam edelim:

“Atlar tozdan bir kubbe kurarken, onun yıldızları da mızrak uçlarıydı. Müslümanların atları kartallar gibi üzerlerine dalarken ayakları kanat, yularları pençe olmuştu. Mızrakların gözleri kalplerine yöneldi; en kuytudaki ganimetlerini ararcasına. Kılıçtan seller hâlâ nefes alabilenlerini arayıp buldu; hastalıklı ne varsa temizlemek istercesine.

(...) Kont, Allah’ın laneti üzerine olsun, kaderin aleyhlerine döndüğünü gördüğünde ardına döndü ve şöyle dedi: ‘Sizinle hiçbir ilgim yok. Ben sizin görmediğinizi görürüm.’ Sonra atları onlardan kurtulmaya çalıştı ve toz kubbe yıldızlarını üzerlerine fırlattı. Allah tevhid inancının ve onun süvarilerinin zaferine hükmetti.

(...) Artık Kral, Allah’ın laneti üzerine olsun, batıl inançlarının kendisinden neleri gizlediğini açıkça gördü ve savaş ona ahmakça yargılarının yine hangi gerçeklerle kendisi arasında perde olduğunu apaçık gösterdi. O ve avenesi keskin kılıçların öfkesinden kurtulmak ümidiyle atlarını terkederek bir tepeye çekildiler. Kral için direği teslis akidesi üzerinde yükselen kırmızı bir çadır kuruldu. Adamları çadırın halatlarını korumaya hevesliydiler ama sonuçta onun birer kazığına dönüştüler.

Askerlerimiz atlarından inerek, ümit ettikleri neticeye ulaşmak için kararlı, tepeye tırmandılar. Oklar yeniden yuvalara yerleştirilirken, mızraklar da düşmanın susuzluktan kurumuş etlerinden şikayetçi, söylene söylene hedeflerine yöneldi. Atlar ayaklarına Frenk kanının bulaşmadığı yerlerde hiddetle kişnerken, yeryüzü de üzerinde dönüp duran hilâllerin süslediği göğe nispet, toynak izleriyle kendisini bezemenin peşindeydi. Kılıçlar duruma hakim olsalar da, zorunlu olan adaletin çizdiği sınırı aşmadılar.” (Aynı Mektup)

Hizmetçinin yemini

Müslümanlar tepeye hücum ettiği sırada Selahaddin’in oğlu Efdal babasının yanındaydı. O bu anı daha sonra şöyle anlatacaktır:

“Bundan sonra bizim adamlarımız tekrar düşmanın üzerine atıldılar ve düşmanlar tepeye doğru geri çekildiler. Frenkleri kaçarken görünce, sevinçle ‘Onları kaçırdık!’ diye haykırdım. Fakat babam bana dönerek ‘Sus! Yukarıdaki çadır ayakta durduğu sürece onları yendik sayılmayız.’ dedi. Tam o sırada çadır devrildi. Babam hemen atından inerek secdeye kapandı ve gözlerinde yaşlarla Allah’a hamdetti.”

Yeniden büyük komutanımızın mektubuna dönelim:

“Kral esir alındı ve bu kâfirler için çetin bir gün oldu. Prens, Allah’ın laneti üzerine olsun, ele geçirildi ve hizmetçi (Selahaddin kendisini böyle anıyor) yemin ettiği gibi onu kendi elleriyle öldürerek kökünü kesti. Ölüleri kırk binden fazlayken, onun devletinin liderlerinden bazıları ve sapık inacının ileri gelenleri esir edildi. Templiarlar’dan hiç birisi sağ bırakılmadı. Ölüm ve esaretin birbirlerine yol verdiği, kurdun akbabaya eşlik ettiği bir nezaket günüydü. Kâfirler topluca zincire vuruldu.” (Aynı Mektup)

Mektupta bahsi geçen Prens, Renaud de Chatillon idi. Adam tam bir cahildi. Antlaşmalara uymak gibi bir derdi yoktu ve pek çok kervan yağmalayıp sayısız müslüman öldürmüştü. Mekke’ye kadar yürümek gibi ahmakça hayalleri vardı. Selahaddin onu kendi elleriyle öldürmeye yemin etmişti. Yakalanıp huzuruna getirildiğinde ona yaptıklarını hatırlattı. Adam aksi bir cevap vermeye kalkıştığında sözü yarım kaldı zira Selahaddin derhal kılıcıyla adamın başını gövdesinden ayırıverdi. Sonra da diğer esirlere iyi muamele yapılmasını bir kez daha hatırlatma gereği duyarak yerine oturdu.

Tam da o gün

Hıttin’de tespihin ipi kopmuştu. Birkaç hafta içinde Haçlılardan geri alınan irili ufaklı şehir sayısı 52 idi ve sıra artık Kudüs’e gelmişti. Teslim teklifi reddedilince kuşatma başladı. Ama onuncu gün içeridekiler Selahaddin’e teslim görüşmeleri için haber gönderdiler.

Halkın çok az bir fidye karşılığında şehri terk etmesine izin verildi. 88 yıl önce Haçlılar bu şehirde tek bir müslümanı (ve yahudiyi de) sağ bırakmamış ve yollardan neredeyse diz boyu kan akmıştı. Buna mukabil Selahaddin zorunlu olan yolu takip etti ve hıristiyan halka sataşılmasını önlemek için devriyeler çıkarttı. Patrik kendi kurtuluşu için sadece 10 dinar ödedi ve orasına burasına doldurduğu altınlarıyla beraber yalpalayarak uzaklaştı. Hıristiyan halkın özgürlüğü için tek bir kuruş vermeden alelacele çekip gitmesi müslümanları bile hiddetlendirdi.

Selahaddin Kudüs’e 2 Ekim’de girdi. Daha doğrusu Recep ayının 27’sinde... Evet, tam da o gün, Allah Rasulü s.a.v.’in Mescid-i Aksa’dan göklere yükseltildiği gün...

Derhal Kubbetü’s-Sahra’nın üzerindeki devasa haç indirildi; onun ve Mescid-i Aksa’nın işgal döneminden kalma bütün hıristiyanlık izleri silindi ve her ikisi de gülsuyuna boğuldular. 9 Ekim’de Selahaddin muhteşem bir cemaatle Cuma namazını kıldı. Ve tabii Mescid-i Aksa’ya yeni bir minber yerleştirilmişti.

Halepli marangozun minberi mi? Bunun ne önemi var... Onun niyeti Mescid-i Aksa’ya ille de kendi yaptığı minberin yerleştirilmesi değildi. Yarın, din gününde “Kudüs için ne yaptın?” sorusuyla karşılaştığı takdirde kabul edileceğini umduğu bir cevap hazırlamıştı o...