๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Tarih => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 24 Haziran 2012, 12:27:33



Konu Başlığı: Osmanlı döneminde eğlence hayatı
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 24 Haziran 2012, 12:27:33
Osmanlı döneminde eğlence hayatı
Şemsettin ŞEKER • 66. Sayı / TARİH


Öteden beri “üslûb-ı beyânın aynıyle insan” olduğu söylenir. Büyük cedlerimizin eğlence hayatına şöylesine bakmak bile, onların hayatındaki canlılığı, hayattan ve cemiyetten beslenen zevk u sefayı bize aynen gösteriyor. Eskilerin, hayatı ve neşeyi bizden çok daha iyi bildikleri, malumu ilam kabilinden. Külfetsiz, basit gibi görünen lâkin kendi içinde pek çok zorlukları ve hikmetleri ihtiva eden geçmiş zaman eğlenceleri üzerinden cemiyet hayatımızdaki değişimleri görebiliyoruz. Eskiler eğlenceye ayırdıkları vakitleri israf olmaktan çıkarıp nasıl bereketlendireceklerini, faydalı hâle getireceklerini çok iyi biliyorlardı.

Osmanlı’nın ilk zamanlarında atalarımızın eğlenceye ayırdığı vakitler cemiyetin içerisinde bulunduğu hâl ve ahvalden (fetih ve göçebelik) bağımsız değil. Henüz toplumun büyük bir kısmının tam olarak yerleşik hayata geçmediği bu zamanların eğlenceleri harekete, bilgiye ve faydaya yönelikti. Bu asırlarda cülus törenlerinde, sultanların ve ricalin evlilik merasimlerinde, şehzadelerin velâdetlerinde ve kazanılan zaferlerin ertesinde düzenlenen şenliklerin yanında; halkın bayramlarda, yağmur duasına çıkıldığında, düğünlerde, sünnet ve nişan merasimlerinde, yörüklerin yaylaya çıkış ve hasat zamanlarında, uzun kış gecelerinde belirli mekânlarda toplanarak anlatılan efsane, hikâye ve masallar eşliğinde çeşitli eğlenceler düzenlendiğini de biliyoruz. Anadolu’da her yıl Söğüt’te Ertuğrul Gazi’nin Türbesi’nin Yörükler tarafından ziyareti de bir nevi kuruluş kutlamasıydı.

Osmanlı’nın her bakımdan zirveye ulaştığı 16. asırda eğlence hayatının da çeşitlendiğini görüyoruz. Bu asırdan sonra devletin yönetim merkezi olmasının da tesiriyle şaşaalı ve debdebeli eğlenceler İstanbul’da karşımıza çıkıyor. Cülus, velâdet, teehhül ve zafer şenliklerinde yapılan ve “donanma” adı verilen şenlikler dillere destandı. Bu şenlikler esnasında bir nevi ricalle halkın kaynaştığını görebiliriz. Devletin resmî bayramı olarak da görebileceğimiz padişahların tahta çıkış günlerinde -cülus merasimlerinde- toplar atılıyor, tellâllar bağırtılıyor, şehir baştanbaşa süsleniyor, yollara taklar dikiliyor, minareler arasına mahyalar asılıyor, meydanlara çadırlar kurularak havai fişekler atılıyor, akrobatlar, canbazlar, sühan-sazlar, zor-bâzlar, esnaf alayları, gölge oyuncuları, kuklacılar, köçekler, hünerlerini gösteriyorlar, fener alayları düzenleniyor, büyük ziyafet sofraları açılıyor, askerîn ve muhtacîne paralar dağıtılıyordu.

Sefer vakitlerinde icra edilen alaylarda da seyrine doyum olmayan şenlikler yapılıyordu. Padişahın katıldığı seferlerde “Aleyke avnullah!.. Uğrun açık olsun, ikbâlin efzun, Padişahım devletinle bin yaşa!”, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!”, “Uğrun açık ola, Hak Teâlâ efendimize uzun ömürler vere! Devletinle bin yaşa!” nidaları/duaları arasında sefer için bismillah çekilir, 70 bin Yasin, 124 bin Fetih suresi okunur, tekbir ve salâvat-ı şerifelerle ordu uğurlanıyordu. Fetihlerden sonra yapılan zafer alayları ile selamlık alayları, Hac için yapılan Surre Alayı, Kadir gecesi düzenlenen Kadir Alayı, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v) mübarek velâdetleri hürmetine düzenlenen Mevlid Alayı inançla bağlantılı olarak yapılan şenlikler arasındaydı.

Bir başka şenlik de bütün bir mahallenin iştirak ettiği Âmin alaylarıydı. Çocukların okula başlama töreni olan bu alayda önde Kur?an ve rahle taşıyan bir hocaefendi yahut kalfa, arkasında ata veya faytona bindirilmiş süslü giysiler içerisinde talebe; ilahiler, dualar ve âminler ile okula götürülüyor ve hocanın önüne diz çöktürülerek ilk tahsiline başlıyordu.1

En büyük şenlikler cüluslardan sonra bayramlar ve ramazan aylarında yapılırdı. Hazırlık sürecinden tutun da sergileri, iftarı, teravih sonrası eğlenceleri, kandil ve mahyaları, sahuru, bayram âdet ve geleneklerine kadar her şey bu ayın bereketiydi. Özellikle Ramazan ayında teravih sonrası kahvehaneler ve odalarda meddahlar, gölge oyuncuları, halk hikâyecileri, karagözcüler, ortaoyuncuları2 ve mûsikî erbâbı; zevk ve safa erbabına tarifi imkânsız safalar bahşederler, kalpleri mesrur gönülleri rûşen ederlerdi.

Lale Devri
18. asır her şeyiyle adeta bir eğlence asrıydı. Sanattan edebiyata, mimariden, askerliğe kadar bu asrın ilk çeyreğine damgasını vuran Lale Devri, İstanbul için büyük fetihten sonraki en mesut devirler arasındaydı.

Sanat ve estetik açıdan güzelliğinin yanında bu devir, bazı kaynaklara göre tam bir israf devriydi. Lale ve Sa?dâbad temaşagâhı, çerağan sefaları ve Boğaziçi eğlenceleri bu devre damgasını vurmuştu. Bu devirde İstanbul’un bütün mesire yerleri arasında en ünlüsü şüphesiz Kâğıthane olmuştur. Sadece Sultan III. Ahmed döneminde değil çok daha önceleri de Kâğıthane deresi kıyıları şaşaalı eğlencelere sahne olmuştu. Kâğıthane, İstanbul’un fethinden beri gezip eğlenme yeri ittihaz edilmişti. Gerçi o zamanlar burada III. Ahmed devrinde olduğu gibi kâşaneler, kasırlar, sanatlı köp¬rüler yoktu. Fakat ilkbahar geldiği zaman Kâğıthane deresinin kenarındaki çayırlara yüzlerce çadır kurulur, ahali güruh gü¬ruh Kâğıthane’ye dökülür, İstanbul’un zevk ve safa erbabı tarafından neşeli ve ahenk dolu eğlenceler düzenlenir, aylarca eğlenilirdi. Geceleri fişekler ye toplar atılır, her ta¬rafta binlerce kandiller yanar, saz ve söz âlemleriyle vakit geçirilirdi. Gündüzleri de hokkabaz, ateşbaz, sihirbaz, sinibaz, ayı, may-mun, köpek oyunları, pehlivan güreşleri temaşası ile eğlenirdi.

Bu eğlencelere bizzat kendisi de katılarak şahit olmuş Evliya Çelebi'nin “yârân-ı safanın birinin” ağzından naklettiği şu cümleler o devir eğlence hayatını tüm çıplaklığıyla veriyor: “Bu Devlet-i Âlî Osman zuhûr edeli hiç bir gezinti yerinde bu Kâğıthane sevinçliliği gibi bir sevinçlilik olma¬mıştır. Bu îd-gâhı görmiyen âdem arzda bir şey görmüş de¬ğildir.” III. Ahmed ve İbrahim Paşa’nın ikbal devri Kâğıthane’nin en talihli zamanıydı. Mizaç ve estetik anlayışta birbirlerini bütünleyen bu iki devlet adamı Sa?dâbâd deresinde İstanbul halkına misli ancak “Binbir Gece Masalları’nda” görülecek günler ve geceler yaşatmışlardı. Padişah buraya ecnebi sefirleri çağırarak Osmanlı’nın debdebesini bütün cihana göstermek istemişti. İsmet Özel’in bu husustaki değerlendirmeleri hadisenin bu tarafını çok iyi gösteriyor: “Lale Devri dediğimiz zaman, batılılaşmanın başladığı zaman olduğu söyleniyor, benim anlayışım içinde Lale Devri, Türk toplumunun mütekebbir bir müdafaasıydı. Yani kibirli bir savunmaya geçmişti. Eğer Batı’da bir medeniyet varsa, İstanbul’dan verilen işaret şudur: Biz de sizin çok övündüğünüz şeylerin, çok üstünde değerler mimlenmişti. Bunu çok rahatlıkla gösterdiler.”

Şunu da belirtmeden geçmeyelim: II. Mahmud’a kadar devlet erkânının tebaasıyla birlikte eğlenmesi devam etti. Bu padişahtan sonra devlet erkânının halkla eğlendiğini göremiyoruz. Bu devirde özellikle kış gecelerinde, şiir, musiki, sohbet ve helvanın merkezde olduğu eğlencelerden biri de “sohbet-i helva” veya “şeb-i helva” terkipleriyle ifade edilen helva sohbetleriydi.

Tanzimat’tan sonra

Tanzimat Fermanı’ndan sonra eğlence anlayışımız da değişmeye başlamıştı. Müzik aletlerine Batı kökenli piyano ve flütün katılması ile umuma açık yerlerde kadın-erkek bir arada yapılan eğlenceler ilk bakışta göze çarpan değişikliklerdendir.

Bu asırda Mısır ricali 1850’den sonra, özellikle Boğaziçi’nde düzenledikleri eğlencelerle Batılı yaşamın taşeronu olmuşlardı. Bunların Boğaziçi’ndeki geniş ve müreffeh yalılarda-köşklerde masalsı âlemler düzenlemeleri ve bu âlemlerdeki israf, bir yerde zenginin zengine kibri-azameti olarak görülebilir. 19. asrın sonlarında giderek halk da bunlara uymuştu. Kahvehaneler, gece kulüpleri, sinema ve tiyatro binalarına da bu asırda rastlayabiliriz. Özellikle tiyatronun, kültürel hayatımızda ve zihnî dönüşümde belirgin tesirleri olmuştu. Bu asırda; meyhane ve gazinolarda âlem-i âb tesmiye edilen içki tüketiminin oldukça arttığını görüyoruz. İçkili eğlenceler daha çok batılı hayatın yaşandığı Beyoğlu gibi muhitlerdeki meyhanelerde ve mesire alanlarında küçük gruplar hâlinde yapılırdı. Daha sonraları kendimize mahsus bir hayattan beslenen eğlenceler gittikçe azalmış, cemiyet hayatımızdaki değişme-bozulmayı müteakip eğlencelerimiz de faydadan hâlî hâle gelerek âdeta kendi kendimizle beraber etrafımızdaki her şeyi tüketir bir mâhiyet arz etmeğe yüz tutmuştu.

Kaynakça:

1. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Bir Eğitim Tasavvuru Olarak Mahalle/Sıbyan Mektepleri Hatıralar-Yorumlar-Tetkikler, Haz: İsmail Kara-Ali Birinci, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2005.

2. Ortaoyunu, Karagöz ve saz âlemleri az çok bir hazırlık gerektirdiğinden bunlar içerisinde en çok rağbet göreni meddahlardır. Hikâye söylemenin merkezde olduğu bu türde hafızanın kuvvetinin yanında dilin her türden taklide yatkın olması gerektiği de izahtan varestedir. Meddahların menakıpnameleri, tarihleri, letâifleri, destanları, manileri, gazelleri, masalları ve güncel hadiseleri büyük bir maharetle anlatıp halkın istifadesine sunmaları göz önüne alındığında eğlencede zaman israfının nasıl önüne geçildiği kolayca anlaşılır.