๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Tarih => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 05 Haziran 2012, 16:42:22



Konu Başlığı: Bayezid Devri’nin Küllerinden Doğan Kenti
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 05 Haziran 2012, 16:42:22
Bayezid Devri’nin Küllerinden Doğan Kenti
Önder KAYA • 56. Sayı / TARİH


Fatih zamanında İstanbul’a getirilen çok sayıda Türkmen ve gayrimüslimin kentin muhtelif köşelerine yerleştirilmesi şehrin nüfus demografisinde ciddi bir dönüşüme sebep olurken, özellikle II. Bayezid döneminde yapılan imar çalışmalarıyla da kent adeta küllerinden doğarak bambaşka bir çehreye kavuşmuştu.

Fatih zamanında Anadolu’dan getirilen çok sayıda Türkmen, kentin muhtelif köşelerine yerleştirilirken, yine fethedilen bölgelerdeki sanat erbabı pek çok gayrimüslim de İstanbul’a sevk edilmişti. Böylelikle şehrin nüfus demografisi ciddi bir dönüşüm içine girmişti. İhtiyaçlar çerçevesinde Osmanlı devlet adamlarının ön ayak olması sonucu şehir, külliye ve çeşitli sosyal müesseselerle donanmıştı. Bunun yanında nüfusla orantılı olarak bazı bölgelerdeki eski Bizans kiliseleri, daha Fatih zamanında camiye çevrilmişti. II. Bayezid zamanında da bu durum devam etti. Nitekim onun saltanatı devrinde Haliç kıyısındaki Aya Teodosia Manastırı Gül Camii’ne, Aksaray’daki Aya Lips Manastırı Molla Fenari İsa Camii’ne, Laleli’nin arka tarafındaki Miryelon Manastırı Bodrum ya da diğer adıyla Mesih Ali Paşa Camii’ne, Sergios Bakhos Kilisesi Küçük Ayasofya Camii’ne, Studion Manastırı İmrahor İlyas Bey Camii’ne, Aya Andreas Kilisesi de aynı zamanda bir semte adını veren Koca Mustafa Paşa Camii’ne çevrilecektir. Özellikle bu son mahalle daha önce Fatih devri vezirlerinden Davud Paşa’nın bugün Cerrahpaşa hastanesinin karşısına düşen külliyesi ve Vatan-Millet caddelerinin kesişim noktasında bulunan Murat Paşa’nın inşa ettirdiği külliye ile bir arada düşünüldüğünde, yoğun bir Müslüman nüfusu etrafında toplayacaktı. Böylelikle sonraki yıllarda üç aşağı beş yukarı suriçi İstanbulu’nda geçerli olacak nüfus dağılımı belirmiş oldu.

Bugünkü Fatih, Aksaray, Cerrahpaşa, Kocamustafapaşa semtleri Müslümanların tercih ettikleri mekânlar olurken, Marmara kıyıları ile Haliç kıyıları ekseriyetle gayrimüslimlerin yaşam alanlarını oluşturuyordu. Surdışında Müslüman nüfusun yoğunlaştığı yerlerin başında ise Eyüp Sultan gelmekteydi. Hz. Muhammed’i (s.a.v.) evinde ağırlayan bu son derece saygın sahabenin mezarı etrafına inşa ettirilen kompleksin çevresi, kısa sürede kalabalık bir yerleşim yeri haline gelecekti. Bunun dışında tersanenin bulunduğu Kasımpaşa ile top döküm atölyelerinin bulunduğı Tophane semti de, İslam nüfusunun yoğun olduğu diğer mekânlardı. Boğaz’ın karşı tarafındaki Üsküdar semti, doğudan gelen kervanların son durağında olmasının yanında, Anadolu istikametinde sefere çıkan Osmanlı ordularının da ilk durağı olması nedeniyle kısa sürede gelişti ve önemli bir merkez haline geldi.

Bayezid döneminde İstanbul’un manevi imarı


Bu zamanda İstanbul’un dikkat çeken bir diğer bölgesi de Pera’ydı. Bölgede inşa edilen en dikkat çekici yapı, bizzat padişahın emriyle temelleri atılan Galata Sarayı Ocağı’ydı. Söz konusu yapı, saray hizmetinde görevli devşirmelerin yetiştirildiği en önemli okullardan biri olacak, 19. yüzyılda ise Fransız modelinde eğitim veren ve devletin bürokrat ihtiyacını yetiştirmeye hasredilen Mekteb-i Sultani’ye dönüşecekti. Bu bölgede şehrin tasavvuf tarihi açısından da önemli bir gelişme yaşandı. 1491’de II. Bayezid devri vezirlerinden İskender Paşa’nın Galata sırtlarındaki av çiftliğinde, İstanbul’un ilk Mevlevi tekkesi tesis edildi. Tekke, 19. yüzyılda burada postnişinlik yapan meşhur divân şairi Şeyh Galib’in adıyla da anılıyor.

İstanbul’un bu dönemdeki diğer iki önemli tasavvufî merkezi ise Vefa ile Kocamustafapaşa’dadır. İlk merkezin adı, aslen Konyalı olduğu rivayet olunan Şeyh Ebu’l Vefa’dan geliyor. Kendisi, Fatih ve II. Bayezid devrinin önde gelen âlimlerinden olup, politikadan uzak tavrı ve devlet adamlarının ziyaretini kabul etmemesi ile tanınıyordu. Nitekim kaynaklar, gerek Fatih’in gerekse de Bayezid’in kendisi ile görüşme talebinde bulunduklarını, ancak nazik bir dille red cevabı aldıklarını kaydediyor. Diğer devlet adamlarını da halkın huzurunda kabul eder, herhangi bir yanlış anlamaya mahal vermemek için özel görüşme isteklerini geri çevirirdi. Buna rağmen Fatih’in cenaze namazı kendisi tarafından kıldırılmıştı. Bayezid’in ise sağlığında göremediği şeyhin, ölüm haberini alınca derhal dergâhına koştuğu ve kefenlenmiş olan naşını açtırarak yüzünü öpmek suretiyle hürmetini gösterdiği rivayet olunuyor. Kendisi, daha sağlığında iken inşa olunan ve yazdığı şiirlerinde kullandığı “Ebu’l-Vefa” mahlası nedeniyle aynı adı alan cami içindeki mütevazı türbesinde gömülüdür. Ebu’l-Vefa ne kadar politikadan uzak durmaya çalışmışsa, Sünbüliye Tarikatı’nın kurucusu olan Yusuf b. Ali ya da halk arasındaki adıyla “Sünbül Sinan Efendi” de o kadar politik bir tutum sergilemişti. Müritleri ile şehzade Bayezid ve Cem arasındaki mücadelede Bayezid’i desteklemiş ve bunun neticesinde II. Bayezid devrinin en güçlü simalarından biri haline gelmişti. Nitekim tekkesi, Bayezid’in sadrazamlarından Koca Mustafa Paşa’nın camiye çevirttiği Aya Andreas kilisesinde faaliyet gösterdiği gibi, bu güçlü sadrazam da kendisine mürit olacaktı. Yavuz Sultan Selim ise iktidarı döneminde bu nüfuzu kırmaya çalıştı. Sonuçta Sünbüliye Tarikatı ile iktidar arasında baş gösteren gerginliğin bedelini, sadrazam Koca Mustafa Paşa hayatı ile ödedi. Sünbül Sinan Efendi’nin belki de en büyük başarısı, Merkez Efendi gibi bir zâtı yetiştirmiş olmasıydı. Bu sayede tarikatın bağlı olduğu Halvetiye, İstanbul’da altın çağını yaşayacaktı.

II. Bayezid devrinin en kayda değer imar faaliyeti, hiç şüphesiz kendi adını taşıyan külliyesiydi. Sultan, tıpkı babası gibi şehrin hâkim bölgelerinden birinde adını ölümsüzleştirecek yapı kompleksinin temellerini attırdı. Bayezid’in seçtiği yer, Bizans devrinde Teodosius forumunun bulunduğu alandı. Fatih, şehrin kurucusu Konstantin’in kilise ve mezarının bulunduğu yeri kendi camisi için seçerken, oğlu da Bizans’a parlak bir devir yaşatan Teodosius’un forumunun bulunduğu alanda karar kılıyordu. İmparator Teodosius 393’de bölgede bir kilise, hamam, zafer takı ve kendisi ile çocuklarının heykellerini yaptırmıştı. Bayezid de burada cami, aşhane, imaret, sıbyan mektebi, medrese, hamam ve kervansaraydan oluşan bir külliye inşa ettirecekti. Sonradan bunlara oğlu Selim tarafından bir de türbe eklenecekti. Bu arada Bayezid’in, türbesi için Eyüp Sultan’da üstü açık bir mekân düşündüğünü, ancak vasiyetinin aksine camisinin kıble tarafına inşa olunan bir türbeye gömüldüğünü de hemen belirtelim. Mimar Hayreddin tarafından inşa olunan camisi ise 1506’da bitti. Yapı, Fatih’in inşa ettirdiği caminin 1766 depreminde tamamen yıkıldığı göz önüne alınırsa, hâlihazırda İstanbul’daki en eski selâtin camisiydi. Evliya Çelebi, caminin kalabalık bir cemaate sahip olduğunu bildirerek bunu iki nedene bağlar. İlki, caminin bedestene ya da bugünkü Kapalıçarşı’ya olan yakınlığı. Bölge, bu nedenle gün içinde kalabalık bir nüfusu barındırıyordu. İkincisi ise sultanın halk arasında “velî” olarak anılmasıydı. Nitekim ölümünden sonra oğlu Selim tarafından yaptırılan türbesi, halkın en çok rağbet ettiği evliya makamlarından biri olacaktı. Bir rivayete göre camisinin açılışında kimin imam olacağı meselesi ortaya atıldığında Sultan, “bu vakte kadar namazlarının sünnetini tastamam edâ eden kim varsa o imamlığa geçsin” teklifinde bulundu. Koca cami içinde böyle bir ademoğlu çıkmayınca da “Hamdolsun sünnetlerimizi bu vakte kadar eda eyledik” diyerek kendisi imamete geçti. Ancak Bayezid’in şehre en büyük yadigârı olacak bu yapılar topluluğu, 1509’da büyük bir tehlikeye maruz kalacaktı.

İstanbul’un küçük kıyameti

İstanbul, kurulduğu ilk devirlerden itibaren sürekli deprem tehlikesine maruz kalagelmiştir. Eylül 1509’da vukua gelen ve halk arasında, meydana getirdiği tahribattan dolayı “küçük kıyamet” olarak adlandırılan deprem, şehrin gördüğü en yıkıcı doğal afetlerden biriydi. Deprem, bir salı günü yatsı ile sabah namazı arasında meydana gelmiş ve bu felakete yataklarında yakalanan çok kişinin canını almıştı. Kayıp sayısı dönemin kaynaklarında 5-10 bin arası bir rakam olarak geçer ki, bu da şehir nüfusunun neredeyse onda biri anlamına geliyor. Artçı şoklarla birlikte 45 gün kadar devam eden deprem nedeniyle, halk korkudan dışarıda gecelemek durumunda kalmıştır. Zelzeleden Topkapı Sarayı da etkilenmiş ve Sultan II. Bayezid’ın yatak odasının tavanı çökmüştü. Padişah, odadan bir saat kadar önce çıkmış olduğu için ölümden kurtulmuştu. Belki de bundan dolayı Sultan II. Bayezid, deprem sonrasında şehri terk ederek geçici bir süre için Edirne’ye geçmişti.

Her ne kadar Osmanlı kaynaklarında yer almasa da bazı Batılı kaynaklarda Marmara Denizi’nde tsunami olduğundan ve Galata semtinin sular altında kaldığından bahsedilir. Tsunami iddiası tartışıladursun, deniz tarafındaki surlar Yedikule’den İshakpaşa kapısına kadar yıkıldığı için ihtimaldir ki Marmara denizinin suları buralardan iç kesimlere girmiş ve çevreye büyük zararlar vermiş olabilir. Kara surları da Eğrikapı’dan Yedikule’ye kadar büyük ölçüde yıkılmıştı. Hasar gören başka tanıdık yapılar da vardır ki bunların başında Kızkulesi ile Anadolu ve Rumeli Hisarları geliyor. Fatih, Bayezid ve Davutpaşa camilerinin kubbeleri depremden büyük zarar görürken, son ikisinin birer minaresi yıkılır. 109 mescit ve 1070 ev, bu depremde kâmilen yıkılmıştı.

II. Bayezid, depremin durulmasından hemen sonra geniş bir imâr faaliyetine başladı. Anadolu ve Rumeli’ye yolladığı fermanlarla çok sayıda amelenin İstanbul’a gönderilmesini emretti. Nitekim bunun sonucunda Anadolu’dan 37 bin, Rumeli’den ise 29 bin kişi başkentteki inşaat faaliyetlerinde çalıştırılmak üzere yollandı. İki aylık hummalı bir çalışma sonrasında şehir yeniden imar edildi. Bu nedenle Sultan II. Bayezid’i İstanbul’u imar eden en önemli simalardan biri saymak gerekir. Nitekim İstanbul imarı denilince akla gelen bir diğer padişah olan III. Mustafa da, saltanatı devrinde meydana gelen deprem nedeniyle ciddi faaliyetlere girişerek şehre çok sayıda eser kazandıracaktı.

Alma mazlumun ahını…

Bayezid zamanında sadece deprem yaşanmadı, 1490 yılında şehirde sel ve yıldırım felaketleri de görüldü. Bu tarihte Atmeydanı’ndaki Güngörmez Kilisesi’ndeki barut deposu, yıldırım isabeti neticesinde havaya uçtu. Söz konusu kilise Azize Efemiya Martyrion’u olarak da bilinmekteydi ki, sonradan üzerinde bulunduğu alana bugün Türk-İslam Eserleri Müzesi olarak kullanılan İbrahim Paşa Sarayı yapılacaktı. 1501’de bu sefer Galata’da baruthane binası olarak kullanılan bir binaya yıldırım isabet etti. Yangının hızla yayılması ve zaman zaman meydana gelen infilaklardan dolayı büyük taş parçalarının etrafa yayılması, felaketin kontrol altına alınmasını zorlaştıracaktı. Nitekim yangını söndürmekle vazifeli yeniçerileri gayrete getirmek üzere bölgeye gelen sadrazam Mesih Paşa, infilak neticesinde kendisine isabet eden büyük bir taş parçası nedeniyle hayatını kaybedecekti. 1492 ile 1502 yıllarında ise kentte Avrupalı tacirlerin sebep olduğu iki önemli veba salgını yaşandı. Tüm bu gelişmeler halkın bir kısmı tarafından ağabeyi ile giriştiği taht kavgasını kaybederek 1495’de gurbet ellerde ölen Cem Sultan’ın ahına yorulmuştu.

II. Bayezid bilindiği üzere tahtını ölüm nedeniyle değil, oğlu Trabzon Sancakbeyi Selim’in girişimleri neticesinde kaybetti. Selim, babasının en büyük oğlu olan Amasya Sancakbeyi Ahmet’i veliaht ilan etmesi ve Doğu’da beliren Safevi tehdidi karşısında da pasif kalması üzerine isyan ederek II. Bayezid’ın üzerine yürüyecekti. Her ne kadar şehzade Selim, Çorlu yakınlarında yapılan savaşı kaybetmiş olsa da, kapıkullarının desteği ile tahta çıkacaktı. Yavuz Sultan Selim devrinde ise esasen İstanbul’da köklü bir imâr faaliyetine tesadüf olunmaz. Bunun en temel nedeni, Yavuz’un sekiz yıllık saltanatının büyük bir bölümünü seferlerde geçirmesidir. Nitekim o, Şam’da bugün de halen mevcudiyetini muhafaza eden Muhyiddin İbnü’l Arabî türbesini inşa ettirdiği gibi, Konya’da çeşmeler yaptırıp, Kahire’de yollar açtırmıştı. Ancak İstanbul’da babasının mezarı üzerine inşa emrini verdiği türbe ve Haliç’in karşı sahilinde kurdurduğu Kasımpaşa tersanesi dışında köklü imar faaliyetlerinde bulunmamıştı. Nitekim ani ve erken ölümü nedeniyle kendi cami ve türbesi de oğlu Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılacaktı. 1515’te I. Selim’in saltanatı zamanında şehrin büyük bir afete maruz kaldığını da hemen belirtelim. Safeviler üzerine yapılan Çaldıran Seferi’nden bir süre sonra şehrin bedesteninde çıkan yangın, Gedikpaşa’ya kadar yayılmıştı. Yavuz, yangının söndürülmesine bizzat nezaret etti. Nitekim bu olay sonrasında sadrazamına “Bu yangın Tacizade Cafer Çelebi’nin ateş-i âhıdır” dediği meşhurdur. Böylelikle bir hafta kadar önce haksız yere idam ettirdiği ilmiye sınıfının bu değerli simasının kaybından duyduğu pişmanlığı dile getiriyordu. İstanbullular ise bunu Selim’in babası II. Bayezid’e karşı gelmesine yoracaktı. Zira halk arasında meşhur bir rivayete göre “velî” lakaplı Bayezid, oğlunun isyanına pek içerlemiş ve ona “oğul kılıcın keskin lakin ömrün kısa olsun” diye beddua etmişti. Söylentinin doğru olup olmadığını bilemeyiz ama gerçek olan şu ki, Selim sekiz yıl padişahlık yaptıktan sonra 1520’de henüz 53 yaşında iken hayata gözlerini yumdu. Onun ölümü sonrasında İstanbul’da Mimar Sinan ile onun hamisi Kanuni Sultan Süleyman’ın ön ayak olduğu bir altın çağ başlayacaktı.