๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Tahavi Şerhi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 10 Ocak 2012, 20:15:59



Konu Başlığı: Yapılması İstenen Şey İki Türlüdür
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 10 Ocak 2012, 20:15:59
Yapılması İstenen Şey (Murad) İki Türlüdür: Bizatihî Murad ve Liğayrihî Murad


Şunu bilelim ki murad: Bizatihi murad ve liğayrihi murad olmak üzere iki türlüdür.

Bizatihi murad demek, bizzat kendisi ve muhtevasındaki hayırları dolayısıyla istenen ve sevilen şey demektir. İşte bu gaye ve maksatları itibariyle istenen şey’dir.

Liğayrihi murad ise, bazen istekte bulunan irade sahibinin maksadı olmayabilir. Zatı itibariyle kendisinin herhangi bir faydası-her ne kadar maksat ve murad olunan şeye ulaştırıyor olsa dahi- bir maslahatı da bulunmayabilir ve bu, bizatihi ve kendisi itibariyle hoşlanılmayan bir şey olmakla birlikte; kişiyi maksadına götürüp ulaştırması bakımından istediği bir şey olarak ortaya çıkar. Buna göre böyle bir maksatta iki husus bir arada bulunmaktadır. Bir taraftan o şeye buğzedilirken, diğer taraftan o şey istenmektedir. Bunların alakalı oldukları husus farklı olduğundan dolayı aralarında çelişki ve zıtlık yoktur. Buna, hoşlanılmayan fakat bu ilacı alacak olanın, bununla şifa bulacağını bildiği ilacı örnek verebiliriz. Kanser olmuş bir organın kesilmesi halinde vücudun geri kalan bölümünün kurtarılacağı bilinmesi şartıyla o organın kesilmesi, kişinin maksadına ve istediği şeye ulaştıracağı bilindiği takdirde katedilmesi çok zor mesafeyi katetmek gibi.

Hatta aklı başında olan bir kimse kesin sonuç onun için aydınlık kazanmasa zannı galib ile de olsa, bu gibi sonuçları elde edeceğini bilen bir kimse, bu hoşlanılmayan işi tercih eder ve ister. Peki ya bu konuda herhangi bir kapalılık yoksa durum ne olur?

İşte Yüce Allah, bir şeyden hoşlanmamakla birlikte, bu durum başkasından ötürü ve böyle bir şeyin kaçırılmasındansa daha çok sevilen bir sonuca sebeb olacağı için, o şeyi irade etmesine aykırı değildir.

Buna onun, dinlerin, amellerin, itikad ve iradelerin fesat bulmasının ana kaynağı ve sebebi olan İblis’i yaratmış olması örnek gösterilebilir. O pekçok kulların bedbaht olmasına; Yüce ve Mübarek Rabbi gazaplandıracak işler yapmalarına sebebtir. Yüce Allah’ın sevip razı olduğu şeylere muhalif durumlara düşülmesi için çalışıp çabalayan odur. Bununla birlikte o, Yüce Rabbin mahlukatı üzerinde ortaya çıkması gereken bir çok sevilen şeyin meydana gelmesinin de vesilesidir ve bu gibi şeylerin var olmasını Yüce Allah yokluğundan daha çok sever.

Buna verilecek örneklerden birisi de şudur: Bu yolla Yüce Rabbin birbirine zıt ve birbirine karşıt şeyleri yaratma kudreti kullar tarafından açıkça görülür. Varlıkların en kötü ve en şerlileri olan ve aynı zamanda yaratılmış zatların en şereflisi, en temizi, en arı ve durusu olan, her türlü hayrın ana maddesini teşkil eden Cibril’in zatının tam karşı konumunda yer alan İblis denilen zatı yaratması böyle bir kudreti açıkça ortaya çıkarmaktadır. Tıpkı O’nun gece ile gündüzü, ilacı ve hastalığı, hayatı ve ölümü, güzeli ve çirkini, hayır ve şerri yaratmasında kudreti ortaya çıktığı gibi.

O bu zıt şeyleri yaratıp bunların birini diğerinin karşıtı olarak var etmiştir. Bunları tasarruf ve tedbirinin ortaya çıktığı hususlar olarak yaratmıştır. Bunların bir bölümünün dahi varlık aleminde hiçbir şekilde bulunmaması O’nun hikmetini, tasarrufunun kemalini, mutlak egemen olduğu kainatın yönetim ve idaresini işlemez hale getirmektir.

Bu hikmetlerden bir diğeri de Yüce Allah’ın kahredici isimlerinin etkilerinin ortaya çıkmasıdır. Kahhâr, Muntekim (intikam alıcı), Adl, Dırr (zarar veren), Şedidu’l-İkab (cezası pek çetin), Serîu’l-hisab (hesabı pek hızlı), Zu’l Batşi’ş-şedîd (şiddetle yakalayan), Hâfid (alçaltan), Müzill (zelil kılan) gibi.

Şüphesiz ki bu isimler ve fiiller kemali ifade eder. Bunların taalluk ettiği bir varlık kaçınılmazdır. Eğer cin ve insanlar da meleklerin tabiatı gibi bir tabiata sahip olsalardı, bu isimlerin eserleri, tecellileri ortaya çıkmazdı.

Bir diğer hikmet de Yüce Allah’ın hilm, afv, mağfiret, setretmek (kötülükleri gizlemek), hakkını bağışlamak, kullarından dilediğini azad etmek gibi muhtevalara sahip isimlerin etki ve tecellilerinin ortaya çıkmasıdır.

Şâyet Yüce Allah bu isimlerin tecellilerinin ortaya çıkması sonucunu veren ve kendisinin hoş görmediği bir takım sebebleri yaratması olmamış olsaydı, bütün bu hikmet ve faydalar ortaya çıkmazdı. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bu gerçeğe şu buyruğuyla işaret etmektedir: "Eğer sizler günah işlemeyecek olursanız, Allah sizi yok eder ve yerinize günah işleyen bundan sonra mağfiret dileyen ve kendilerine de mağfiret olunan bir kavim getirir."[147]

Bir diğer hikmet de Yüce Allah’ın Hakim ve Habir oluşunu ifade eden isimlerin tecellilerinin ortaya çıkmasıdır. O Hakim ve Habir olandır. Herbir şeyi olması gereken yerine koyar, ona yakışan konumunda bulundurur. Hiçbir şeyi olmaması gereken yere koymaz. İlminin kemalinin, hikmetinin ve herşeyden haberdar oluşunun gerektirdiği gerçek konumundan başka bir konumda tutmaz.

O risaletlerini nerede bırakacağını (kimlere peygamberlik vereceğini) en iyi bilendir. Bu risaleti kabul edebilmeye kimlerin elverişli olduğunu, böyle bir risalet kendisine verildiği için kimlerin şükredeceğini ve bunlara kimlerin elverişli olmadığını en iyi O bilir.

Şâyet hoşlanılmayan sebeblerin olmadığını var sayacak olsaydık. Pek çok hikmetler ortaya çıkmaz, sayılamayacak kadar çok maslahatlar, menfaatler elde edilemezdi. Eğer bu gibi sebebler ihtiva ettikleri şerler dolayısıyla var edilmeyecek olsalardı bu sebeplerde bulunan şerden çok daha büyük olan hayır ortaya çıkmazdı. Mesela sebeb oldukları şerlerin kat kat fazla menfaatler ihtiva eden güneş, yağmur ve rüzgar buna örnektir.

Bir diğer hikmet de şudur: Şâyet iblis yaratılmamış olsaydı, çeşitli yönleriyle ortaya çıkması da söz konusu olmayacak ubudiyyetin hasıl olmasıdır. Şüphesiz ki cihad ile kulluk, Yüce Allah’ın en çok sevdiği kulluk çeşitlerindendir. Eğer insanların tümü mü’min olsalardı, bu ibadet ve kulluk ile buna bağlı olan Yüce Allah’ı dost ve veli edinmek, O’nun uğrunda düşmanlık etmek kulluğu ortaya çıkmazdı. Aynı şekilde iyiliği emredip münkerden alıkoymak kulluğu, sabır kulluğu, hevâya muhalefet etmek, Allah’ın sevdiklerini tercih etmek, tevbe ve istiğfar kulluğu, düşmanından kendisini korumak için düşmanının hile, tuzak ve eziyetlerine karşı kendisini muhafaza etmek için Allah’a sığınmak kulluğu... ve buna benzer akılların idrak etmekten acze düştüğü daha bir çok hikmet de ortaya çıkmayacaktı.

Bu sebepler olmaksızın bu tür hikmetler var olamaz mı? Diye bir soru tutarsız bir sorudur. Çünkü bu, böyle bir şeyi gerektiren husus olmadan sonucun varlığını var saymak kabilindendir. Tıpkı baba olmadan oğlun varlığını, harekete geçiren olmadan hareketin varlığını, tevbe eden kişi bulunmadan tevbenin varlığını var saymak gibi bir şeydir.

Şâyet: Eğer bu sebebler sonuç olarak neden oldukları bir takım hikmetler dolayısıyla meydana gelmeleri istenen şeyler ise, bu bakımdan kendilerinden razı olunan ve sevilen şeyler midirler yoksa bütün yönleriyle kendilerine gazap duyulan şeyler midirler? Diye sorulacak olursa cevap şudur:

Böyle bir sorunun iki bakımdan sorulmaması gerekir (reddolunur.) Evvela Yüce Rab cihetinden ve bu acaba sevdiği şeye ulaştırması bakımından -bizatihi ona buğzetse dahi- onun sevdiği bir şey olabilir mi cihetinden, ikincisi de kul cihetinden. Zira kul’un kendisi dahi bu açıdan böyle bir şeye razı olabilir mi? Bu oldukça önemli bir sorudur.

Şunu bilelim ki; kötülük bütünüyle yokluğa yani hayrın yokluğuna ve buna götüren sebeblere raci’dir. Bu yönüyle bu şer’dir, ancak katıksız olarak varlığı bakımından onda herhangi bir şer yoktur. Mesela kötü ruhların, şahısların varlığı var olması bakımından bir hayırdır. Ancak onlardaki hayır kaynağının kurutulması suretiyle onlar için şer hasıl olmaktadır. Bu varlıklar aslı itibariyle hareketli varlıklar olarak yaratılmışlardır, eğer onlara ilim ile hayra ilham edip yönlendirmekle yardım edilecek olursa, bunlar da o şekilde hareket ederler. Şâyet oldukları halde bırakılacak olurlarsa tabiatları gereği aksi yönde hareket ederler. Bunların hareketleri hareket olmak itibariyle bir hayırdır. Bunların şer olmaları ise başkalarına nisbetledir, yoksa bizatihi hareket olması açısından değildir.

Şerrin tümü ise bir zulümdür, zulüm de bir şeyi olması gereken yerden başka yere koymak demektir. Eğer olması gereken yere konulacak olursa, şer olmaz. Böylelikle böyle bir şeydeki şer yönünün nisbî ve görecelî olduğu anlaşılmaktadır.

İşte yerli yerince uygulanan cezaların özleri itibariyle hayır olmaları -gerçekleştikleri yer bakımından kötü olsalar dahi- bundan dolayıdır. Gerçekleştikleri yerde bir acıya sebeb olduklarından dolayı o yere nisbetle kötüdürler. Halbuki o yerin tabiatı onun zıttı olan lezzeti alma kabiliyetine de sahipti ve bu istidadı taşıyordu. İşte böylelikle duyulan o acı bu yere nisbetle şer olmuştur. Halbuki yerli yerince uygulanması bakımından da, bu işi yapan açısından da hayırdır.

Yüce Allah bütün yönleriyle ve bütün bakımlardan katıksız bir şer yaratmış değildir. Çünkü O’nun hikmeti buna kabil değildir. Allahu Teala için bir şeyin her bakımdan fesat olmakla; o şeyin yaratılmasında hiçbir açıdan bir maslahat bulunmamakla birlikte o şeyi irade buyurması imkansızdır. Bu muhal (imkansız) olarak görülen şeyden dahi daha açıktır. Çünkü hayır bütünüyle O’nun elindedir, şer ise O’na nisbet edilmez. Aksine O’na nisbet edilen herşey hayırdır.

Şerrin ortaya çıkması sadece bu izafetin ve bu nisbetin O’na yapılmayışından dolayıdır. Eğer bu iş O’na nisbet edilecek olursa, şer olamaz. Bu husus üzerinde iyice düşünmek lazımdır. Yani bir şeyin O’na olan nisbetinin ortadan kalkması o şeyi şer yapan asıl sebebtir.

Şâyet: Şerrin yaratılması ve meşieti itibariyle O’na nisbet edilmesinde bir kesinti yoktur, denilecek olursa şöyle cevap verilir: Bu şer olmaması cihetinden böyledir. Çünkü o şeyin varlığıdır, asıl O’na nisbet edilen ve o bu yönüyle bir şer değildir. Ondaki şer hayrın ve hayır sebeblerinin o işe ulaştırılmaması, verilmemesi dolayısıyladır. Olmayan bir şey (adem, yokluk) ise, hayrı elinde bulundurana nisbet edilmedikçe, yok demektir.


[147] Müslim 2749.