๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Tahavi Şerhi => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 08 Ocak 2012, 11:43:34



Konu Başlığı: Veliler ve Velilik
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 08 Ocak 2012, 11:43:34
Veliler ve Velilik


Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Haberiniz olsun ki ALLAH’ın velilerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de. Onlar iman edip takvâlı davrananlardır." (Yunus, 10/62-63)

Veli terimi, düşmanlığın zıttı olan (ve dostluk anlamına gelen) -vav harfi üstün olarak- "velâyet"ten gelmektedir. Hamza, Yüce ALLAH’ın: "Sizin onlarla hiçbir velâyetiniz yoktur." (el-Enfâl, 8/72) buyruğundaki "velâyet" kelimesinin "vav" harfini esre olarak "vilâyet" diye okumuş; diğerleri üstün olarak "velâyet" diye de okumuşlardır. Bu iki okuyuşun iki ayrı söyleyiş olduğu söylendiği gibi; "velâyet" şeklindeki okuyuşun yardım etmek anlamında, "vilayet" okuyuşunun emirlik anlamında olduğu da söylenmiştir.

ez-Zeccâc dedi ki: Esreli okuyuşun caiz olması, bir takım kimselerin bir takım kimseleri veli edinmesinde bir çeşit sanat ve iş (amel) bulunduğundan dolayıdır. Bu tür bir anlam ihtiva eden bütün kelimelerde aynı durum söz konusudur. el-Hiyâta (terzilik) gibi...

Mü’minler -buna göre- ALLAH’ın velileridir. Yüce ALLAH da onların velisidir. O şöyle buyurmaktadır: "ALLAH iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkartır. Kâfir olanların velileri ise azgınlar (Tağût)dır. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkartırlar." (el-Bakara, 2/257); "Bu böyledir. Çünkü ALLAH iman edenlerin velisidir. Kâfirlerin ise hiçbir velisi yoktur." (Muhammed, 47/11)

Mü’minler de birbirlerinin velisidirler: "Mü’min erkeklerle, mü’min kadınlar birbirlerinin velisidirler." (et-Tevbe, 9/71); "Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler, ALLAH yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd edenler, (muhâcirleri) barındıranlar ve (ALLAH’ın dinine) yardımcı olanlar (var ya); işte onlar birbirlerinin velisidirler." (el-Enfâl, 8/72) surenin sonuna kadar...

Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sizin veliniz ancak ALLAH’tır, O’nun Rasûlüdür, namazı dosdoğru kılan, rükû ederek zekatı veren mü’minlerdir. Kim ALLAH’ı, Rasûlünü ve iman edenleri veli edinirse; (bilsin ki) muhakkak ALLAH’ın (dininin) taraftarları galip gelecek olanların ta kendileridir." (el-Maide, 5/55-56)

Bütün bu nasslarda, mü’minlerin birbirlerinin velisi oldukları, ALLAH’ın da onların hem velileri, hem de mevlâları olduğu tespit edilmektedir. ALLAH, mü’min kullarını veli edinir. O onları sever, onlar da O’nu. O onlardan razı olur, onlar da O’ndan hoşnut olurlar. Kim ALLAH’ın bir velisine dahi düşmanlık ederse, ALLAH’a karşı tek başına savaş ilan etmiş demektir.

ALLAH’ın mü’minleri bu şekilde veli edinmesi, O’nun rahmet ve ihsanındandır. Yaratığın yaratığa muhtaç oluşu dolayısıyla veli (dost) edinmesine benzemez. Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Ve de ki: ‘Çocuk edinmemiş, mülk (ve hakimiyetin)de hiçbir ortağı olmayan, âcizliğinden ötürü velisi (yardımcısı) da bulunmayan ALLAH’a hamd olsun.’ O’nu tekbir ettikçe et!" (el-İsra, 17/111)

Buna göre acizliğinden ötürü Yüce ALLAH’ın velisi (dost ve yardımcısı) yoktur. Aksine izzet bütünüyle ALLAH’ındır. Kendisine yardımcı olacak bir veli edinmeye ihtiyacı bulunan hükümdarlara ve başkalarına benzemez O.

Velilik, bir bakıma imana benzer. O takdirde hocamızın maksadı şu olur: Veliliğin aslı itibariyle bütün veliler birbirine eşittir. Ancak bunun kamil olanı var, eksik olanı var. Kemal derecesinde velilik, takvâ sahibi mü’minler için söz konusudur. Nitekim Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Haberiniz olsun ki, ALLAH’ın velilerine hiçbir korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip takvâ’lı davrananlardır. Onlar için dünya hayatında da, âhirette de müjde vardır." (Yûnus, 10/62-64)

Buradaki "onlar iman edip takvâlı olanlardır" buyruğu, iman edip takvâ sahibi olanların "ALLAH’ın velisi" olduklarını, bunun onların bir özelliği olduğunu ortaya koymaktadır. Bu üç âyet-i kerîmede sözü edilen vaadlere layık olanlar onlardır. Bu ise, çok oruç tutmakla, çok namaz kılmakla ya da üstü başı yırtık pırtık olmakla, riyazetle (bedeni mahrumiyetlere katlanmakla) olacak bir şey değil; sevdiği ve gazap ettiği hususlarda O’na uygun düşmektir. (Yani sevdiklerini sevip gazap ettiklerine gazaplanmaktır.)

Bu hususta daha önce iman meselesinde geçtiği üzere, ehl-i sünnet arasında lafzî, onlarla ehl-i bid’at arasında da mana ile ilgili bir anlaşmazlık bulunmakla birlikte, mü’min bir kimsede bir bakıma velilik (dostluk), bir bakıma düşmanlık bir arada bulunabilir. Nitekim bazen onda küfür ve iman, şirk ve tevhid, takvâ ve fücür, nifak ve iman da bulunabilir. Ancak Şarî’e hem lafız, hem mana itibariyle muvafakat etmek, yalnızca mana itibariyle O’na muvafakat etmekten iyidir. Nitekim Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Onların pek çoğu ALLAH’a şirk koşmadıkça, bir türlü O’na iman etmezler." (Yusuf, 12/106); "De ki: ‘İman etmediniz. Ancak teslim olduk, deyiniz.’" (el-Hucurât, 49/14)

Bu âyete dair açıklamalar ve buradaki muhatapların, konu ile ilgili iki görüşten doğru olanına göre münafık olmadıklarına dair izahlar, daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "Dört haslet vardır ki, kimde bulunurlarsa katıksız münafık olur. Kendisinde bunlardan bir tanesi bulunan kişide de, -onu terkedinceye kadar- münafıklık hasletlerinden birisi var demektir: Konuştu mu yalan söyler, antlaştı mı bozar, söz verdi mi sözünde durmaz, tartıştı mı haddi aşar."[80] Bir rivayette de "söz verdi mi sözünde durmaz" yerine: "ona bir emanet verildi mi hainlik eder" denilmektedir. Buharî ve Müslim bunu, Sahih’lerinde rivayet etmişlerdir.

İmanın şubelerine dair hadis de daha önceden geçmiş bulunmaktadır.[81]

Hz. Peygamber’in: "Kalbinde zerre ağırlığı kadar iman bulunan kimse, cehennem’den çıkacaktır"[82] hadisi de daha önceden geçmişti.

Bundan anlaşılıyor ki; bir kimsede münafıklığın bir çok hasleti bulunsa dahi, imanın (esasını teşkil eden) en az bir miktarına sahip olmuş ise, o kişi ebedî olarak cehennem’de kalmayacaktır. Bu kimse sahip bulunduğu münafıklık hasletleri miktarınca azab görecek, sonra da cehennem’den çıkartılacaktır.

Buna göre itaatler imanın şu’beleri, masiyetler küfrün şu’beleridir. Küfrün şu’belerinin en başı inkar, iman şu’belerinin en başı da tasdiktir.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in söylediği rivayet edilen: "Bir araya gelip toplanan her bir topluluk arasında mutlaka ALLAH’ın dostu (veli) bir kimse vardır; ne o, onlar onun varlığını bilirler, ne de kendisi kendisini bilir" sözü ise asılsızdır ve bu batıl bir sözdür. Çünkü bu topluluğun fertleri kâfir olabilirler; ya da fâsık olarak öleceklerden olabilirler.

ALLAH’ın kamil velilerine gelince; bunlar, Yüce ALLAH’ın şu buyruklarında nitelikleri belirtilen kimselerdir: "Haberiniz olsun ki, ALLAH’ın velilerine hiçbir korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip, takvâlı davrananlardır. Onlar için dünya hayatında da, ahirette de müjde vardır." (Yunus, 10/62-64)

Takvâ ise Yüce ALLAH’ın buyruğunda şöylece anlatılmaktadır: "Yüzlerinizi doğuya ve batıya döndürmeniz birr (iyilik, takvâ) değildir. Fakat asıl birr, ALLAH’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba, peygamberlere iman edenin, ona olan sevgisine rağmen malı akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolculara, dilenenlere, kölelere verenlerin, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren, ahitleşince ahitlerini yerine getirenlerin, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin yaptığıdır. Sadakat gösterenler işte bunlardır. Takva sahibi olanlar da ancak bunlardır." (el-Bakara, 2/177)

Takva sahipleri: Muktesid (orta yollu) olanlar ile mukarreb (yakınlaştırılmış) olanlar, olmak üzere iki kısma ayrılırlar.

Muktesid olanlar, kalp ve azalar ile ifa edilen amellerin farz olanlarını işleyerek Yüce ALLAH’a yaklaşan kimselerdir.

Sâbikun (ileri geçen ve yakınlaştırılmış olan mukarrebler) ise; Yüce ALLAH’a farzlardan ayrı olarak nafilelerle yakınlaşan kimselerdir. Nitekim Sahih-i Buharî’deki rivayete göre; Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-den, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-, şöyle buyurmuştur: "Yüce ALLAH buyuruyor ki: Kim benim bir veli’me düşmanlık ederse, bana teketek savaş ilan etmiş demektir. Hiçbir kulum bana kendisine farz kıldığım şeyleri eda etmeye denk bir amelle yakınlaşmış değildir. Kulum nafilelerle bana yakınlaşmaya devam edip durursa sonunda Ben de onu severim. Onu sevdim mi, artık Ben onun kendisiyle işittiği kulağı, kendisi ile gördüğü gözü, kendisi ile yakaladığı eli, kendisi ile yürüdüğü ayağı olurum. Eğer Benden dilekte bulunursa, andolsun ki ona (dileğini) veririm. Eğer Bana sığınırsa, Ben de onu himayeme alırım. Yapmayı murad ettiğim işler arasında kendisi ölümden hoşlanmadığı, Ben de kendisine kötülük yapmayı istemediğim için mü’min kulumun canını almakta tereddüt ettiğim kadar hiçbir hususta tereddüt etmem."[83]

Veli: Düşmanın zıttıdır. Bu kelime, yakın olmak, yakınlaşmak anlamındaki "el-vely"den türemiştir. Buna göre veliyullah (ALLAH’ın velisi); ALLAH’ın sevdiği şeyler hususunda O’na muvafakat etmek suretiyle ALLAH’a yakın olan ve O’nun razı olacağı işleri yaparak O’na yakınlaşmaya çalışan kimsedir. Bunların durumu ise Yüce ALLAH’ın şu buyruğunda dile getirdiği gibidir: "Kim ALLAH’tan korkarsa ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona ummadığı bir yerden rızık verir." (et-Talâk, 65/2-3)

Ebu Zerr -Radıyallahu anh- dedi ki: Bu âyet nazil olunca Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Ya Ebu Zerr, şayet insanlar bu âyet gereğince amel ederlerse, hiç şüphesiz onlara yeter."[84]

Yüce ALLAH, insanlar için darlık olan hususlarda takvâ sahiplerine çıkış yolu gösterir ve ummadıkları yerlerden kendilerine rızık gönderir. Böylelikle Yüce ALLAH, zararlı şeyleri kendilerinden uzaklaştırır, faydalı şeyleri elde etmelerini sağlar ve onlara açıklaması uzun vakit alacak türlü keşib ve tesirler bağışlar.

 

"ALLAH nezdinde en kerim olanları, ALLAH’a en çok itaat edenleri ve Kur’ân’a en çok uyanlarıdır."

 

Yani mü’minlerin en kerim (üstün ve değerli) olanları, ALLAH’a en çok itaat edip Kur’ân’a en çok uyanlardır. İşte en müttakî olan budur. En müttakî olan da en kerim olan demektir. Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ALLAH nezdinde en kerim olanınız, en takvâlı olanınızdır." (el-Hucurât, 49/13)

"Sünen" diye bilinen hadis eserlerinde de şu hadis-i şerif kaydedilmektedir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Arap olanın Arap olmayana, beyazın siyaha, siyahın beyaza, -takvâ dışında- hiçbir üstünlüğü yoktur. Bütün insanlar Âdem’dendir, Âdem de topraktadır."[85]

İşte bu delil dolayısıyla, "sabırlı fakir mi, yoksa şükreden zengin mi faziletlidir?" meselesi ile ilgili olarak ilim adamlarının görüş ayrılığına düşmelerinin, birini ötekine tercih etmelerinin pek yerinde olmadığı; tahkikin gereğinin şu sonuca varılması gerektiği ortaya çıkmaktadır: Birinin diğerine üstünlüğünde fakirlik ya da zenginliğin herhangi bir ilgisi yoktur. Mesele amellerle, hallerle ve hakikatlerle ilgilidir. Dolayısıyla böyle bir sorunun ortaya atılması yanlıştır. Çünkü ALLAH nezdinde faziletli olmak, takva ve imanın hakikatleriyle ilgilidir. Zenginlik ya da fakirlikle ilgisi yoktur. Herhalde Ömer -Radıyallahu anh-ın şu sözünü söylemesinin de sebebi bu olmalıdır: "Zenginlik ve fakirlik iki binektir. Hangisine binersem bineyim, umurumda değildir."

Zenginlik ve fakirlik, Yüce ALLAH’ın bir imtihanıdır. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Ama insan, Rabbi kendisini sınayıp da ona ikramda bulunup, nimetler verse: ‘Rabbim beni şereflendirdi, bana lutfetti’ der." (el-Fecr, 89/15)

Eğer sabırlı fakir ile şükreden zengin, takvâ itibariyle birbirine eşit olursa, dereceleri de eşit olur. Onlardan birinin takvası, diğerinden üstün olursa, ALLAH nezdinde daha faziletli o olur. Çünkü fakirlik ile zenginlik bizatihi ameller arasında tartıya girmezler. Tartıya giren yalnızca sabır ya da şükürdür.

 

"İman: ALLAH’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayrıyla şerriyle, acısıyla tatlısıyla kadere ve (hepsinin) ALLAH’tan geldiğine iman etmek demektir."

 

Bu hususların dinin esaslarını teşkil ettiğine, sahih olduğu ittifakla kabul edilmiş Cibril Hadisi’nde Hz. Peygamber’in bunları sayarak cevap vermiş olduğuna dair açıklamalar, önceden geçmiş bulunmaktadır.

Cebrail -Aleyhisselam- bedevî bir arap kılığında ona gelmiş ve ona İslam’ın ne olduğunu sormuştu. O da buyurmuştu ki: "(İslam), ALLAH’tan başka hiçbir ilah olmadığına, Muhammed’in ALLAH’ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, Ramazan (ayı) orucunu tutman, oraya yol bulabilirsen Beyt(ullah)ı hac etmendir.

Ona imanın ne olduğuna dair soru sorunca da şu cevabı vermişti: "(İman) ALLAH’a, meleklerine, Kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmendir. (Ayrıca) hayrıyla, şerriyle kadere de iman etmendir.

Ona, ihsan’ın ne olduğunu da sormuş ve şu cevabı almıştı: "(İhsan) ALLAH’a, O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen O’nu görmüyorsan dahi O, seni görür."[86]

Sahih(-i Müslim) de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in sabah namazının (sünnet olan) iki rek’atinde "ihlas sureleri" diye bilinen, el-Kâfirûn ile el-İhlâs surelerini okuduğu[87] da iman ve İslam’ı anlatan iki âyeti okuduğu da sabittir. Bunlardan birisi el-Bakara suresindedir: "Deyin ki: Biz ALLAH’a ve bize indirilene... iman ettik..." (el-Bakara, 2/132)

Diğeri de Al-i İmrân suresindeki şu âyet-i kerimedir: "De ki: Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda âdil olan bir kelimeye geliniz..." [88] (Al-i İmran, 3/64)

Sahih olduğu ittifakla kabul edilmiş Abdu’l-Kays Heyeti ile ilgili hadisinde de imanı, onlara söylemiş olduğu şu sözleriyle açıklamış bulunmaktadır: "Size bir ve tek olarak ALLAH’a iman etmeyi emrediyorum. ALLAH’a imanın ne olduğunu biliyor musunuz? ALLAH’tan başka hiçbir ilah olmadığına, bir ve tek olduğuna, O’nun ortağının bulunmadığına şehadet etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekatı vermek ve ele geçirdiğiniz ganimetlerin beşte birini vermektir."[89]

Kalbî iman olmadıkça bu amellerin iman demek olduğunu kastetmemiş olduğu bilinen bir husustur. Çünkü başka yerlerde kalbî imanın varlığının kaçınılmaz olduğunu bildirmiş bulunmaktadır. Bunların kalbî iman ile birlikte (imandan olacağı) böylece bilinmiş olmaktadır. Zaten bu hususa dair açıklamalarımız daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Tasdik ile birlikte olmadıkça yalnızca amel ile kişi hakkında iman hükmünün sabit olmayacağına delil olan buyruklar, Kitap ve sünnette dolup taşmaktadır. Bu, namaz ve zekatın ihtiva ettiği anlamdan daha ileri birşeydir. Çünkü namaz ile zekatın ne demek olduklarını (mahiyetlerini) sünnet açıklamış olduğu halde; imanın anlamını hem Kitap hem sünnet açıklamış bulunmaktadır.

Kitap’ta bu husustaki buyrukların bazıları: "Gerçek mü’minler, ancak o kimselerdir ki, ALLAH anıldığı zaman kalpleri titrer..." (el-Enfâl, 8/2); "Mü’minler ancak ALLAH’a ve Rasûlüne iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen... kimselerdir." (el-Hucurât, 49/15); "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (en-Nisa, 4/65)

Nihaî amaç olan bu hakem yapma ve teslimiyetin varlığı gerçekleşmedikçe, imanın da söz konusu olmayacağının belirtilmiş olması, bu nihaî amacın insanlara farz olduğunu göstermektedir. Bu amacı gerçekleştirmeyen, tehdide muhatap kimselerden olur. Sahiplerine azabsız olarak cennete gireceklerine dair vaatte bulunulmuş ve gerçekleştirilmesi farz kılınmış olan iman ehlinden olmaz.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Cibril hadisinde imanı açıklaması ile Abdu’l-Kays Heyeti ile ilgili hadisteki açıklaması arasında çelişki vardır, denilemez. Çünkü Cibril hadisinde imanı, İslam’ı açıkladıktan sonra açıkladı. Buna göre o hadiste iman, İslam’ı açıklarken sözünü ettiği amellerle birlikte; ALLAH’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman demek olur. Nitekim, ihsan da, daha önceden açıklanan hususları da kapsamaktadır.

Abdu’l-Kays Heyeti ile ilgili hadiste ise durum böyle değildir. Çünkü bu hadiste ilk olarak imanı açıklamaktadır. Ondan önce İslam’a dair herhangi bir açıklama geçmemiştir.

Ancak hocamız Tahâvî’nin "iman"a dair açıklamaları ile bizim bu cevabımız arasında bir uygunluk yoktur. Onun açıklamasına göre; Abdu’l-Kays Heyeti hadisini açıklamak zordur.

Sorulan hususlardan birisi de şudur: Yüce ALLAH’ın farz kılmış olduğu zahirî ameller, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in, sözü geçen Cibril hadisinde verdiği cevabın da söz konusu ettiği beş hasletten daha çok olduğuna göre, o neden İslam’ın bu hususlardan ibaret olduğunu söylemiştir?

Bazıları; bunlar, İslam şeârinin en açık ve en büyükleridir. Bunları yerine getirmek suretiyle kişinin teslimiyeti tamam olur; bunları terketmesi ise, onun İslam’a olan bağlılığının gevşediği ya da çözüldüğü intibâını verir, derler.

İşin gerçek mahiyeti ise şudur: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- kulun Rabbine mutlak olarak teslimiyeti demek olan dini söz konusu etmiştir. Bu dinde, muayyen olarak herkesin katıksız bir şekilde ALLAH’a ibadet etmesi gerekir. O bakımdan buna güç yetiren herkesin Yüce ALLAH’a dinini halis kılmak suretiyle bu amellerle ibadet etmesi gerekir. Söz konusu ameller ise sözü edilen bu beş esas ile birlikte, bunların dışında kalan diğer amellerdir. Bunlar da bir takım maslahatlar sebebiyle vacib olduklarından, bunların vacib oluşu bütün insanları kapsamamaktadır. Aksine cihad, emr-i bi’l-ma’ruf, nehy ani’l-münker ve buna bağlı olarak emirlik, hakimlik, fetva vermek, Kur’ân okutmak, hadis nakletmek ve buna benzer kifaye yoluyla farz olan ameller de vardır.

Ya da bir takım ameller insanların (kulların) hakkı sebebiyle vacib olmaktadır. Bu vacib ameller ise kendisi lehine vacib olan ile kendisi üzerine vacib olana hastırlar. Kimi zaman hak sahibinin vazgeçmesiyle bu haklar sakıt olabilmektedir. Borçların ödenmesi, emanetlerin ve gasbedilenlerin geri verilmesi, kan, mal, namus, şeref ve haysiyet ile ilgili haksızlıkların hakkının alınması, eş ve çocukların hakları, sıla-i rahim ve benzeri haklar böyledir. Bu gibi haklardan Zeyd’in üzerine vacib olanlar, Amr’ın üzerine vacib olmayabilir.

Oysa Ramazan orucu, Beytullah’ın haccedilmesi, beş vakit namaz ve zekat böyle değildir.

Zekat her ne kadar malî bir hak ise de ALLAH için yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Sekiz sınıf ise zekatın harcanacağı yerleri göstermektedir. O bakımdan zekatta niyet farzdır. Başkasının mükellef adına onun izni olmaksızın yerine getirmeye kalkışması caiz değildir. Zekat kâfirlerden de istenmez.

Kul hakları için ise niyet şartı yoktur. Mükelleften başkası onun izni olmaksızın, onun adına eda edecek olursa mükellefin zimmeti ibrâ olur (sorumluluktan kurtulur) ve bu hakların yerine getirilmesi kâfirlerden de istenir.

Keffaret gibi Yüce ALLAH için yerine getirilmesi gereken haklar ise, kulun kendisi sebebiyle söz konusu olur ve bunlarda bir çeşit ceza manası da vardır. Bundan dolayı zekât vermek için mükellefiyet şarttır ve -ilgili yerlerde belirtildiği üzere- Ebu Hanife ve arkadaşlarına -ALLAH’ın rahmeti üzerlerine olsun- göre küçük çocuk ve deli zekâtla mükellef değildir.


[80] Buhârî 34, 2459, 3178; Müslim 58; Ebû Dâvûd 4688; Tirmizî 2632; Nesaî, VIII, 117; Müsned, II, 189.

[81] Buhârî 9; Müslim 35; Ebû Dâvûd 4676; Tirmizî 2614; İbn Mâce 57; Müsned, II, 414, 445.

[82] Buhârî 7510; Müslim 193, 326; İbn Mâce 4312; Müsned, III, 116, 244, 247, 248.

[83] Buhârî 6502.

[84] İbn Mâce 4220.

[85] Müsned, V, 411.

[86] Buhârî 50, 4777; Müslim 8, 9; Ebû Dâvûd 4695; Nesâî, VIII, 97, 101-103; İbn Mâce 63, 64; Müsned, I, 28, 51, 52.

[87] Müslim 726.

[88] Müslim 727.

[89] Buhârî 53, 87, 523, 1398, 3095, 4368, 4369, 6176, 7266, 7556; Müslim 17; Tirmizî 2611; Ebû Dâvûd 3692; 4677; Nesai, VIII, 120, 323; Müsned, I, 228.



Konu Başlığı: Ynt: Veliler ve Velilik
Gönderen: Mehmed. üzerinde 07 Nisan 2021, 08:37:15
Esselamü aleyküm Rabbim bizleri doğruların yolundan ayırmasın Rabbim paylaşım için razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: Veliler ve Velilik
Gönderen: Sevgi. üzerinde 10 Nisan 2021, 00:31:42
Aleyküm selam. Bu bilgileri bizlerle paylaşan kardeşlerimizden Allah razı olsun