Konu Başlığı: Muhaliflerin Şüpheleri Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 23 Mayıs 2011, 17:21:04 MUHALİFLERİN ŞÜPHELERİ Şâtibî (r.h), demiştir ki:[791] "Sünnet, mânâsı itibariyle Kitab'a râcidir; sonuçta ona dayanır. Çünkü sünnet ya Kur'ân'ın mücmelini açıklar, ya müşkilini beyân eder veya öz ve özet hü-kümlerinin tafsilâtını yapar." Sonuçta sünnet, Kitab'ın bir açıklamasıdır. Bunu şu âyet-i kerîmeden anlıyoruz: "Sana da kendilerine indirileni insanlara açıklaman için Zikri (Kur'ân'ı) indirdik."[792] Buna göre Kur'ân'ın, icmâlen veya tafsilâtla, sünnette mânâsına delâlet etmediği hiçbir uygulama göremezsin. Kur'ân'm, şeriatın temeli ve bütün hükümlerinin kaynağı olduğunu gösteren bütün deliller, aynı zamanda sünnet için de bir delil olmaktadır. Çünkü ALLAH Teâlâ: "Rasûlüm! Şüphesiz sen, büyük bir ahlâk üzeresin,"[793] buyurmuştur.yy Hz. Aişe (r.h), bu âyeti: "Çünkü O'nun ahlâkı ancak Kur'ân idi," şeklinde tefsir etmiş,[794] ahlâkının sadece Kur'ân'dan ibaret olduğunu bildirmiştir. Bu da O'nun bütün söz, fiil ve tasviplerinin Kur'ân'a dayandığını göstermektedir. Çünkü ahlâk; söz, fiil ve tasviplerden oluşur. Hem ALLAH Teâlâ, Kur'ân'ı herşey için bir açıklama yapmıştır. Bundan dolayı sünnetin de herşeye dahil olarak tamamıyla Kitab'da bulunması gerekmektedir. Çünkü Kitab'da bulunan ilk ve öncelikli hükümler, emir ve nehiylerdir. Şu âyet de yukarıdaki görüşü ifade etmektedir: "Biz, Kitab'da hiçbir şeyi bırakmadık, açıkladık."[795] "Bugün sizin dininizi tamamladım,"[796] âyetini de konumuza bir delil olarak gösterebiliriz. Ayette, dinin tamamlanmasıyla Kur'ân'ın nazil oluşu kasdediliyor, O halde sünnet, Kur'ân'ın içindekiler için bir açıklama olmakta ve manen Kur'ân'a katılmaktadır. ALLAH'ın izniyle, bundan sonra açıklayacağımız dördüncü meselede de bu kesin sonuç ortaya çıkacaktır. Yukarıdaki deliller bölümünün evvelinde: "Sünnet, Kitab'a râcidir; sonuçta ona dayanır, " demiştik. Böyle olmazsa, onu kabul etmemek gerekir. Bu, temel bir esastır". Şâtibî'nin sözleri burada bitti. Şimdi, bu görüş ve açıklamaların bir değerlendirmesini yapacağız. Cevap: Şâtibî'nin: "Sonuçta sünnet, Kitab'ın bir açıklamasıdır," sözünü ele alalım. O, bununla bütün sünnetin ancak bir açıklama olduğunu, müstakil hüküm koyan hiçbir sünnetin bulunmadığım anlatmak istiyor. Bu anlayışını, "Kur'ân'ın, icmâlen veya tafsilâtla, sünnetle mânâsına delâlet etmediği hiçbir uygulama bulamazsın," sözü de destekliyor. Onun asıl iddiası da budur. Nitekim son sözünde de: "Sünnet, sonuçta Kitab'a dayanmakta ve ona dahil olmaktadır," diyerek bunu itiraf etmiştir. Bu, onun ortaya attığı bir iddia ve değerlendirmedir; açık ve direkt olarak bunu gösteren bir âyetle iddiasını isbat etmek kendisine düşer. Biz, kendisine katılmıyoruz ve yanıldığını söylüyoruz. Şâtibî'nin, sözüne delil olarak gösterdiği: "Ey Rasûlüm, sana da kendilerine indirileni insanlara açıklaman için Kur'ân'ı indirdik"[797] âyetine gelince; onda, Kur'ân'm sadece açıklamak için indirildiğini gösteren bir delil yoktur. Bunu ancak: "Bu söz, hassaten açıklama konusunda söylendi ise hasr ifade eder," diyenin tarifine göre kabul edebiliriz. Buna göre âyetin mânâsı: "Biz, sana Kitab'ı ancak kendilerine indirdiğimiz hükümleri insanlara açıklayasın diye indirdik," olur. Fakat bundan, sünnetin görevinin sadece Kitab'da olanları açıklamak olup, müstakil bir hüküm koyma yetkisinin bulunmadığı sonucuna varılamaz. Çünkü âyetten anlaşılması gereken şudur: ALLAH (c.c), Rasûlullah (s.a.v)'a Kitab'ı ancak onu insanlara açıklaması için indirdi; yoksa açıklamasını ihmal ederek içindeki hükümlerden insanları câhil bırakmak için indirmedi. Bu, Hz. Peygamber (s.a.vyin, hakkında Kitab'da nass bulunmayan bazı konularda tek başına birtakım hükümler koymasını ortadan kaldırmaz. Meselâ sen, bir âlime iki kitap versen ve: "Bu birinci kitabı sana ancak talebelerine açıklaman ve şerh etmen için verdim," desen bu sözle, senin ikinci kitabı da ancak onunla birinciyi açıklaması için verdiğini ve ikinci kitapta, birinci kitaptaki mevcut kaidelerden farklı ve fazla bir şeyin bulunmadığını anlatmak mı istemiş olursun? Elbette ki hayır. İşte, bizim içinde bulunduğumuz konu da aynı şekildedir. ALLAH Teâlâ, Rasûlü'ne (s.a.v) iki türlü vahiy indirdi. Birisi, vahy-i metlûv (Kur'ân), diğeri de gayr-i metlûv vahiy (sünnet). Ve kendisine: "Sana şu metlûv vahyi ancak içindeki hükümleri insanlara açıklaman için indirdim," buyurdu. Bu, gayr-i mevlûv olan vahyin yani sünnetin, mevlûv vahiy (Kur'ân) için sadece bir açıklama olduğunu, Kur'ân'da bulunmayan hiçbir şeyin onda mevcut olmadığını gerektirmez. Şayet âyetin, sünnetin kendisi için sadece bir açıklama olduğunu ifade ettiğini kabul etsek bile, Kitab'ın kapalı hükümlerini açıklamasının mânâsı, insanlara hükmü açıklamak ve tanıtmaktadır. Bu hüküm, daha önce Kitab ve sünnette kapalı olarak zikredilmiş veya edilmiştir; değişen bir şey yoktur. Ayette geçen, "kendilerine indirilenleri" ifadesi, Kitab'ı ve onun dışındaki vahiy çeşitlerini içine almaktadır. Bu âyette geçen zikir, meşhur görüşe göre sadece Kitab (Kur'ân)'dır. O zaman âyetin mânâsı şöyle olur: "Biz sana (fesahat, belagat ve hikmetiyle) beşeri benzerini getirmekten âciz bırakan Kitab'ı, ancak senin peygamberliğinin hak olduğuna bir delil ve ALLAH'ın ahkâmına muhalefet edildiğinde hak edecekleri cezayı, ona yapıştıklarında da elde edecekleri sevabı bir hatırlatıcı olarak indirdik. Böylece kendilerine indirdiğimiz bütün vahiy çeşitlerini müstakilen veya bir açıklama olarak insanlara açıklaman senin için mümkün olur. Ve bu açıklaman, onları bağlayan ve sorumluluğa sokan bir delil olur. Çünkü biz, bu Kitab'la senin hak peygamber olduğunu ortaya koyduk; ona uyanları Cennetle müjdeledik ve muhalefet edenleri azapla korkuttuk." Eğer zikirle Kitab kasdedilmiş ise âyete verilecek mânâ budur. Yok eğer bazı müfessirlerin dediği gibi[798] zikirle ilim kasdedilirse, o zaman durum açıktır. Çünkü zikir^ilim mânâsında kullanılınca sadece Kitab'la sınırlandırılmaz. Bu izaha göre âyetin mânâsı: "Biz, sana bütün vahiy türlerini içlerindeki hükümleri insanlara açıklayıp ortaya koy asın diye indirdik," olur. Beyân, Kur'ân'da "mutlak açıklama" mânâsında kullanılmıştır. Kur'ân, pek çok âyette kendisini bu sıfatla anlatır. Meselâ şu âyetlerde, Kitab'ın beyân sıfatıyla birlikte zikredildiğini görüyoruz: "Bunlar, helâl ile haramı beyân eden Kitab'ın âyetleridir."[799] "Sana bu Kitab'ı, herşeyi beyân eden bir vahiy olarak indirdik."[800] Görüldüğü gibi açıklamaya çalıştığımız âyette, Şâtibî'nin sahip olduğu ve savunduğu görüşe delâlet edecek bir şey yoktur. Muhâtabla meseleyi tartışmak için âyette onun görüşünü ifade eden ve bizim ulaşamadığımız başka bir ihtimalin varlığı kabul edildiğinde bu ihtimali ortaya koyan delilin ne olduğu sorusu akla gelecektir. Bu delil, tercihe veya terke lâyık olsa da aynı mıdır? Şâtibî'nin: . "Kur'ân, şeriatın temeli ve tamamıdır, bütün ahkâmın kaynağıdır," sözünü ele alalım: Eğer bununla, Kur'ân'da bütün temel İslâmî kaidelerin ve müçtehidlerin fer'î hükümleri istin-bat ederken dayandığı delillerin -bu deliller, ister Kur'ân'ın hüküm bildirmediği konularda müstakil hüküm koysun, isterse Kur'ân'ın kapalı olarak ifade ettiği hükümleri açıklasın- zikredildiğini kasdedi-yorsa, buna katılamayız. Gerçi biz de Kur'ân'm dinin esası olduğunu söylüyor ve ona iman ediyoruz. Hem bu, dinin kesin olarak bilinen bir gerçeğidir. Fakat burada sözkonusu olan durum nedir? Onun iddiası kabul edilebilir mi? Elbette hayır. Onu, bu hükme: "Sana Kitab'ı, herşeyin açıklayıcısı olarak indirdik,"[801] âyetiyle, "Biz Ki-tab'da hiçbir şeyi eksik bırakmayıp tesbit ettik,"[802] âyeti sevketmiş-tir. Bu da ancak âyet-i kerîmedeki Kitab'la, levh-i mahfuz'un kasde-dilmediği görüşü kabul edildiği takdirde böyledir. Aslında o da iddiasına delil olmamaktadır, Eğer Şâtibî, yukarıdaki sözüyle bütün hükümlerin Kur'ân'da kapalı olarak zikir ve ifade edildiğini söylemek istiyorsa, bunu da kabul edemeyiz. Çünkü vakıa, kendisini yalanlamaktadır. Onun bu. konuda zikrettiği âyetlerin, böyle bir görüşün aksine tefsir edilmesi gerekmektedir. Yoksa âyetler, yalan söylemiş olacaktır. Şöyle ki: Eğer, âyetleri zahirine göre ele alsak ve muhatabımızla tartışalım diye bunun doğru olduğunu kabul etsek, o zaman bu âyetler, Kur'ân'ın, şeriatın tamamı olduğuna bir delil olurdu. Bunun mânası: "Kur'ân, bütün hükümleri icmali ve tafsili olarak ihtiva ve ifade etmektedir. Hz. Peygamber'in sünneti, Kur'ân'ı açıklama ve müstakil hüküm koyma durumunda değildir," demektir. Sen, bunları söyleyebilir misin? Elbette hayır! Öyleyse bu müşkilâttan kurtulmak için söyleyeceğin nedir? Bunun için: "Kur'ân, pek çok açıklamaları ihtiva etmektedir. Öyle ki, açık ve kesin bir şekilde sünnetin bunlarda bir delil olduğunu da açıklamıştır," diyecek değil misin? Senin tafsilâtlar hakkında söylediklerini, biz başka hükümler hakkında söyledik. Eğer sen: "Kur'ân, bu tafsilâtların esaslarını ihtiva eder, diyerek bu müşkilâttan kurtulurum," dersen deriz ki: Tartışma gereği olarak, Kur'ân'ın bu esasları ihtiva ettiğini ve gerçekte tafsilâtın da onlara dahil olduğunu kabul edelim. Fakat sana ve senden başka akıl, anlayış ve Kur'ân'ın mânâlarını idrak bakımından daha üstün olan kimselere bu temel esaslardan şu tafsilâtın hepsini çıkarmamız mümkün müdür? Eğer "evet" dersen, bu durumda sen, büyüklenen bir kimsesin! Seninle konuşmak doğru değildir. Eğer "hayır" dersen, sana deriz ki: O zaman Kur'ân, bu ümmetten herhangi bir müçtehi-din kendisinden çıkaramadığı tafsilâtları açıklar. Hem Kitab'ın sıfatı olarak gelen "tibyânen" kelimesi, bir şeyi en son noktasına kadar açıp izah etmektir. İşte Kur'ân da bunu yapmıştır denebilir mi? Bu, doğru değildir. O halde, senin bu te'vilin de gayr-i sahihtir. Şayet biz, bu tafsilâtı senin yahut bir başkasının anlayabileceğini kabul etsek, o zaman: "Rasûlullah (s.a.v), müstakil hüküm koymadığı gibi Kitab'ı açıklamış da değildir," diyebilir miyiz? Böyle düşünüldüğünde biz, bütün hükümleri icmâlen ve tafsilatıyla anlarız ve artık Hz. Peygamber (s.a.v)'in yeni bir açıklamada bulunmasını ve müstakil olarak hüküm koymasını gerektirecek bir sebep yoktur, sonucu ortaya çıkmaz mı? Halbuki biz, ittifakla şunu söylüyoruz: Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.v), daha işin başında Kur'ân'ı açıklamış ve bu tafsilâtları ortaya koymuştur. Sadece Kur'ân'da zikredilenleri destekler mahiyetteki beyânlarla yetinmemiştir. Eğer sen: "Bizim bu hükümleri kendi başımıza anlamamız mümkün değildir. Fakat Kur'ân'ı, işin aslına bakarak bütün bunların bir açıklayıcısı olarak vasıflandırmak sahihtir. Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in bizim anlamamız için daha işin başında onları açıkladığını ve ortaya koyduğunu kabul etmek de doğrudur," diyorum dersen, deriz ki: Biz de aynı şeyi söylüyoruz. Şüphesiz, sünnetin tek başına ortaya koyduğu ve Kur'ân'da, bizim kendilerini anlamamızı mümkün kılan bir nassm bulunmadığı hükümler, her ne kadar aslında Kur'ân'ın temel kaidelerine dahil olsalar da zahirde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bunları ortaya koyduğunu göstermektedir. Halbuki tartışılan konu, müçtehidlerin kendisinden hükmü anlayabildikleri nasstır. Yoksa, bir şey anlaşılamayanın temel esaslara dahil edilmesi değildir. Çünkü hüküm çıkarmak isteyen bir müçtehide göre bunun bir kıymeti yoktur. Özetle söyleyecek olursak Kur'ân'da, namazda tatbik edilecek fiiller ve ninenin mirası hakkında bunları anlayıp öğrenebileceğimiz bir nass yoktur. Kur'ân ise kendisini bunların açıklayıcısı olarak vas-fetmiştir. Halbuki bunların ne olduğunu ve nasıl uygulanacağını bize ilk olarak Hz. Peygamber belirtmiş ve ortaya koymuştur. Bu, nasıl değerlendirilecektir? Burada olan bütün hadise şudur: Namazın fiillerini dikkate aldığımızda, Hz. Peygamber'in namazla ilgili açıklama ve uygulamalarına, ıstılahta "beyân" (açıklama) ismini veriyoruz. Çünkü namazın hükmü, Kur'ân'da kısa ve kapalı olarak zikredilmiştir. Durumu ninenin mirasına göre düşündüğümüzde de meselenin hükmünün, Kur'ân tarafından ortaya konduğu söylenemez. Çünkü bu konuda bir nass yoktur. Biz, bu hükmü koyana, müstakil sünnet ismini veririz. Eğer sen, ALLAH Teâlâ'mn: "Herşey için bir açıklama olan Ki-tab'ı indirdik" âyeti, ninenin mirasını tesbit eden sünneti iptal eder, hükümsüz bırakır dersen, aynı şekilde namazla ilgili tafsilâtı ortaya koyan sünneti de hükümsüz bırakması gerekir. Rasûlullah (s.a.v)'m fiillerine: "O, ancak Kur'ân'da bildirilenin aynısını söyleyerek ve uygulayarak onu te'kid eder" demek, doğru değildir. ALLAH Teâlâ'nm: "Rasûlüm! Şüphesiz sen, büyük bir ahlâk üzeresin"[803] sözü, ne güzel bir övgüdür. Bu, ne güzel bir sıfattır ve Rasûlullah (s.a.v), ne güzel bir sıfat sahibidir. O (s.a.v), şerefli bir ahlâk, yüce bir fazilet sahibidir. Bunda herhangi bir şüphe var mı? Hz. Âişe'nin (r.h) bu âyeti tefsir şekli, kendine aittir ve bizim için bir hüccet değildir. Eğer hüccet kabul edersek, onun has bir ifade olduğunu kabul ederiz. Buna göre, onun tefsirinden anlaşılacak olan şudur: "Hz. Peygamber (s.a.v)'in ahlâkı ve kendisinden meydana gelen fiilleri, Kur'ân'a muhalif olmaz." Hz. Âişe'nin (r.h): "O'nun ahlâkı ancak Kur'ân idi," sözündeki "ancak" ifadesinden, az önce söylediğimiz anlaşılır. Üstelik burada, Kur'ân'm sükût ettiği konulara herhangi bir değinme yoktur. Biz, (zımnen de olsa) değinmiş olduğunu kabul ederiz. Onun sözünde, muhatabımızın anlatmaya çalıştığı gibi müstakil sünneti ortadan kaldırmaya yönelik bir delâlet mevcut değildir. Şû bir gerçek ki, Allah Teâlâ, Kur'ân'da hakkında sükût edilip Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olan şeyleri tebliğ etmesini ve onlara uymasını kendisine emretmiştir. Ayette, şöyle emir verilmiştir: "Ey Peygamber! Sana Rabbin tarafından indirilen şeyleri tebliğ et.”[804] "Rabbin tarafından sana vahyedilenlere uy."[805] Âyetteki vahiy umûmîdir; metlûv olan vahiyle (Kur'ân), gayr-i metlûv olan müekkid, mübeyyin ve müstakil sünneti içine alır. Bu da müstakil hüküm bildirilen gayr-i metlûv vahyi (sünneti) tebliğde ve ona ittibada kendisini yalan ve hatadan koruyacak yüce ahlâkının Kur'ân'la aynı olduğunu ve ona uyduğunu göstermektedir. Buna göre bu tür sünnet çeşidi, "O'nun ahlâkı Kur'ân'dan ibaretti," sözünün içine girmektedir. Şâtibî'nin, Kitab'm bütün dinî hükümleri içerdiğine delil olarak gösterdiği: "Bugün sizin dininizi tamamladım,"[806] âyetini ele alalım: Bunun mânâsı, Kâd-ı Beydâvî ve diğer müfessirlerin dediği gibi Allah Teâlâ, yardımı ve bütün dinlere karşı üstün kılmasıyla dini tamamladı, demektir. Yahut delil sahibinin de dediği gibi ALLAH (c.c), içinde akâid temellerini zikrederek, hükümlerin asıllarını ve içtihadın kanunlarını koyarak Kur'ân'la dini tamamladı, demek olur. "Bütün çeşitleriyle sünnet, hükümde müstakil olanı da dâhil, hepsi bir hüccettir," hükmünü de bu esaslara katabiliriz. Yoksa âyetin mânâsı; ALLAH Teâlâ, sünnette belirtilen bütün hükümleri Kur'ân'da zikrederek dini tamamladı, değildir. Eğer böyle olsaydı, bütün tafsilât ve teferruatı ihtiva etmesi gerekirdi. Çünkü hükümler, mücmel olarak (kısa ve kapalı bir şekilde) zikre dilme siyle tamam ve kâmil oldu denmez. Dinin ve hukukun kemâli ancak bütün hükümlerinin tamam, açık ve net bir şekilde belirtilmesiyle olur. Kur'ân'ın tek başına bunu yapmadığı kesindir. Kısaca burada söyleyeceklerimiz, yukarıda: "Herşey için bir açıklama olarak Kitab'ı sana indirdik," âyetinin açıklamasında söylediklerimizdir. Şâtibî'nin: "Daha sonraki meselede anlatacaklarımız, bunun böyle olduğunu kesin olarak ortaya kor," sözüne karşı deriz ki: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Hz. Ebû Bekir'le diğer sahabelerin (r.h) görüş lerindeki ihtilâflarla birlikte bütün fakihierin kitaplarında vardığı sonuç, onun görüşünün aksini göstermekte, çıkardığı sonucun noksan ve yaptığı değerlendirmenin bazı bölümlerinde anlayış hatası olduğunu ortaya koymaktadır. Şâtibî'nin, az önceki cemaatın görüşlerini yorumlarken bazen: "Kur'ân bunu zikretmemiştir," demesi, bazen: "Bu, Kur'ân için bir açıklamadır," ve bazen de: "Kur'ân bunu zikretmiştir," şeklindeki değerlendirme çabası boş bir uğraşıdır. Bunun böyle olduğunu, birazdan yapacağımız açıklamalarla anlayacaksın inşaallahâALLAH. Şâtibî'nin: "Bu söylediklerimiz, Kitâbu'l-Edüle'nin evvelinde geçmişti,"[807] sözüne gelince, orada yazdıklarını birinci bahiste naklettik ve açıklamasını yaptık. Oraya bakabilirsin. [791] Şâtibî , el-Muuâfakât, IV, 12-13. [792] Nahl, 44. [793] Kalem, 4. [794] Müslim, Müsâftrin, 139. [795] En'âm, 37. [796] Mâide, 3. [797] Nahl, 44. [798] Bkz. Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, XIII, 136. [799] Kasas, 2. [800] Nahl, 89. [801] Nahl, 89. [802] En'âm, 38. [803] Kalem, 4. [804] Mâide, 67. [805] En'âm, 106. [806] Mâide, 3. [807] Bkz. Şâtibî, el-Muvâfakât, III. |