๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Süneni Ebu Davud => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 08 Aralık 2011, 21:23:50



Konu Başlığı: İyi Yada Kötü Bir Yola Çağırmanın Hükmü
Gönderen: Zehibe üzerinde 08 Aralık 2011, 21:23:50
6 - (İyi Yada Kötü) Bir Yola Çağırman (ın Ve O Yollardan Birini Tutmanın) Hükmü

 

4609... Ebu Hureyre (r.a.)'den (rivayet olunduğuna göre) Rasûlullah (s.a.): "Kim (insanları) doğru yola çağırırsa, kendisine uyanların sevabı

kadar ona da sevap yazılır. Bu (kendisine) uyanların sevabından bir-şey eksiltmez. Kim de bir sapıklığa çağırırsa kendisine uyanların gü­nahı kadar ona da günah yazılır. Bu (kendisine) uyanların günahın­dan bir şey eksiltmez" buyurmuştur.[114]

 

Açıklama
 

Bu hadis-i şerif, hayırlı işler yapmanın teşvik edildiğini, kötü çığır açmanın da haram olduğunu ifa­de eden açık bir delildir. Hayırlı bir çığır açıp diğer insanların o çığırdan gitmesine sebep olan kimse, kıyamet gününe kadar o yoldan gidenlerin sevabına nail olacağı gibi, kötü çığır açan da kıyamet gününe kadar o yol­dan gidenlerin kazandığı günahlar kadar günah kazanmakta devam ede­cektir."[115]

Davet edildikleri hayrı işleyenlerin sevabının, onu işleyenler kadar, ay­nen davet eden kişiye de yazılması, onu işleyelerin bu hayırdan kazandık­ları sevabı eksiltmediği gibi; şerri işleyenlerin günahının, aynen ona da­vet eden kişiye de yazılması, o şerri işleyenlerin bu serden kazandıkları günahı eksiltmez. Ancak bu konuyu: "Herkesin kazandığı yalnız kendi­sine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiçbir kimse bir başkasının (günah) yükünü taşımaz..."[116] ayet-i kerimesi ile karıştırmamak lazım. Çünkü, burada, bir kimsenin, diğer bir kimsenin günahını çekeceği ifa­de edilmiyor. Sadece bir kimsenin, işleyeceği günahtan kazandığı vebal kadar, vebal yükleneceği ifade edilmektedir ki ayet-i kerimede kasdedilen mesele ile bu mesele birbirlerinden tamamen farklıdırlar.[117]

 

4610... Amir İbn Sa'd'ın babasından rivayet edildiğine göre Rasûlul-lah (s.a.): "Şüphesiz ki müslümanlar arasında en büyük günahkâr müslüman, haram kılınmamış bir hususa dair soru sorup da, (sırf) kendisi soru sorduğu için o hususun insanlara haram kılınmasına sebep olan kişidir" buyurdu.[118]

 

Açıklama
 

Bu hadis-i şeriften maksat çok sual sormayı, bilhassa vuku bulmamış şeylerin sorulmasını, yasaklamaktır.

Çok sual sormak, şu sebeplerden dolayı kerih görülmüştür:

1. Müslümanlara o şeyin haram kılınmasına sebep olabilir. Bu suret­te onlara meşakkat celbetmiş olur.

2. Verilen cevapta, soran için, hoşlanmayacağı bir şey olabilir.

3. Ashab-ı Kiram tekrar tekrar sual sormakta ısrar ederlerdi. Bu ise Peygamber (s.a.)'e eziyet verirdi. Helâklarına sebep olabilirdi. Bundan dolayıdır ki, Zât-i Bari Hazretleri: "Ey iman edenler, çok soru sorma­yın. Çünkü size açıklanırsa hoşunuza gitmeyebilir" (Maide, (5), 10i) buyurarak lüzumlu lüzumsuz olmuş veya olmamış her şeyi sormayı yasak ettiği gibi,

"Şüphesiz ki Allah ve Rasulüne eziyet verenlere, Allah, hem dün­yada, hem âhirette lanet eder, onlar için dehşetli azab hazırlanmış­tır." (Ahzab (33), 85) buyurarak Rasulüne eziyeti de haram kılmıştır.

Kaadi Iyaz hadisteki "cürmü" müslümanlara meşakkat vermek diye tefsir etmişse de Nevevi bunu beğenmemiş, hatta batıl olduğunu söyle­miş, sonra sözüne şöyle devam etmiştir: ''Doğrusu bu hadisin şerhinde Hattâbî ile Tahrir sahibinin ve cumhur ulemanın söyledikleridir ki şudur: Burada cürümden murad suç ve günahtır. Bu hadis lüzumsuz yere tekel-lüf ve ısrar göstererek sual soranlar hakkındadır. Bir zaruretten dolayı me­sela bir şey vuku bulduğu için sual sormak günah değildir. Bu hususta muaheze yoktur. Hadis-i şerifte başkasına zarar verecek bir şey yapmanın günah olduğuna delil vardır."[119]

 

4611... (Muaz b. Cebel'in arkadaşlarından olan Yezid îbn Amira) de­di ki: (Muaz b. Cebel) vaaz etmek için her oturuşunda "Allah adaletli bir hakimdir. (Bundan) şüphe edenler helak olurlar" derdi. Bir gün de (şöy­le) dedi: "Muhakkak ki sizin önünüzde (birtakım) fitneler vardır. O za­manda mal çoğalır (her yerde insanlar tarafından) Kur'an (ı-Kerim) açıl (ip okun)ur. Hatta Kur'an'ı mü'min, münafık, erkek, kadın, küçük, bü­yük, hür, köle (herkes) al(ıp ok)ur. Bir sözcünün (herkesin böyle Kur'an okuyup ta onu anlamadıklarını ve şeytana uyup çeşitli bidatlere saptıkla­rını görerek kendi kendine): Bu insanlara ne oluyor da ben Kur'an okudu­ğum halde bana uymuyorlar? Ben (din adına) kur'an'a aykırı olan şeyler ortaya atmadıkça onlar bana uyacak değildir, diyeceği günler yakındır. Si­zi (dine aykırı olarak, din adına) ortaya atılan yeniliklere karşı uyarıyorum. Çünkü din adına ortaya atılan (bu tür) yenilikler, batıldır. Sizi alim bir kimsenin sapıklığından da sakındırırım. Çünkü şeytan bazan batıl sö­zü alim kişinin diline söyletir. Bazan da doğru sözü münafık söyler."

(Yezid b. Amira) dedi ki: Ben (burada) Muaz İbn Cebel'e: "Allah sa­na rahmet etsin (iyi ama), ben alim kimsenin bazan batıl söylediğini, mü­nafığın da bazan doğruyu söylediğini nasıl anlayabileceğim?" dedim. (Hz. Muaz şöyle) cevap verdi:

"Evet, sen (bu hususta şöyle hareket et): Alimin herkesin gözüne batan ve hakkında (insanlar tarafından): Bu da nedir böyle? de (yip tepki gös­ter) dikleri sözünden sakın. (İşte bu söz alimin ağzından kaçırdığı sapık sözlerdendir.) Fakat alimin bazan böyle yanılması seni on(un sözlerini dinlemek)den vazgeçirmesin. Çünkü onun (o sözünden hakka) dönmesi (her zaman için) mümkündür. Ve sen hakkı işittiğin zaman (onu kimin ağ­zından çıktığına bakmadan mutlaka) al. Çünkü hakkın üzerinde nur var­dır.

Ebu Davud der ki: Bu hadisi Zührî'den Ma'mer'de rivayet etmiştir. (Ancak Ma'mer:) "Seni vazgeçirmesin anlamına gelen: "La yüsniyenne-ke" kelimesi yerine ("seni ondan uzaklaştırmasın" anlamına gelen) "yu­rt iyenneke" sözünü rivayet etmiştir. Salih îbn Keysan da Zühri'den (riva­yet ettiği) bu hadiste "herkesin gözüne batan" anlamına gelen "el-müş-tehirât sözü yerine ("şüpheli" anlamına gelen)=el-müştehihat" sözünü rivayet etmiş ve "la yüsniyenneke" sözünü de îbn Akil gibi "la yüsniyen-neke" diye rivayet etmiştir.

İbn İshak da Zühri'nin (bu hadisi) şöyle rivayet ettiğini söyledi: Evet (alim insanın hatıl olan sözü) sana şüpheli gelen ve hatta senin (bu adam­cağız) bu sözle neyi kasdediyor, diye (kendi kendine) sorduğun (sözü)dür.

îbn İshak da Zühri'nin (bu hadisi) şöyle rivayet ettiğini söyledi: Evet (alim insanın hatıl olan sözü) sana şüpheli gelen ve hatta senin (bu adam­cağız) hu sözle neyi kasdediyor, diye (kendi kendine) sorduğun (sözü)dür.[120]

 

Açıklama
 

Hadis-i şerif asr-ı saadetten sonra müslümanlar arasında malın ve Kur'an-ı Kerim nüshalarının ço­ğalacağını fakat Kur'an-ı Kerim'i hakkıyla anlayanlar azalacağı için fit­nelerin ve bid'atlerin de artacağını, bu bid'atlere öncülük etmek hevesinin yaygınlaşacağını haber vermektedir. İstikbale dair verdiği haberlerin ay­nıyla gerçekleştiği için bu hadisin Hz. Peygamberin mucizelerinden biri olduğunda şüphe yoktur.

Hadis-i şerifin ihtiva ettiği uyanlardan biri de alimlerin bazan şeytanın ağına düşerek batıl sözleri, münafıkların da bazan hak sözleri söyleyebi­leceklerine dair olan uyarıdır.

Gerçekten bu iki husus, mtislümanların son derece uyanık ve hassas ol­maları gereken hususlardır.

Bir alimin herhangi bir meselede yanılması, artık bir daha ondan yüz çevirip sözlerine kulak vermemeyi gerektirmez.

İlim adamlarının yandan bir alimden yüz çevirmeyip ona yakın dura­rak onu uyarmaları, onun hakka dönmesine yardımcı olmaları gerekir. Esasen yaralan bir alimin hatasını anlayıp hakka dönmesi her zaman için mümkündür. Bu bakımdan insanların alimin bir hatasına bakarak ondan yüz çevirmeleri asla doğru değildir.

Hele ilimden behresi olmayan kimselerin ondan yüz çevirip sözlerini dinlememeleri büsbütün tehlikelidir. Esasen ilimden nasibi olmayan kim­selerin ilim adamlarının sözlerini kendi kafalarına ve bilgilerine göre eleş­tiriye tabi tutmaları son derece büyük bir cinayettir. Bu çok tehlikeli bir tutumdur. Böylesi bir kimse alimin bir sözünün yanlışlığını kendi şahsi bilgisine ve Ölçülerine göre tayin ve tesbit edemez. Olsa olsa gerçekten il­mi irfanı herkes tarafından tasdik ve teslim edilen kişilerin verdikleri hü­kümle ya da o sözün gerçekten İslami kültürün canlı ve yaygın olduğu bir toplumun fertleri tarafından yadırganıp kabul edilmediğini görmekle an­layabilir.

Fakat İslami kültürün ortadan kalkıp yerini cehalete ve bidatlara terket-tiği toplumlarda fertlerin bir alimin fetvası hakkındaki eleştiri ve yargıla­rının hiçbir değer ve önemi yoktur.

Müslümanların uyanık olmaları gereken ikinci husus da, münafıkların, sözleri arasında bulunan bazı doğrulara bakıp da onların, her sözünün doğru olduğu kanaatine varmanın, doğuracağı vahim neticelerdir.

Esasen en tehlikeli yalan doğruyla karışık olan yalandır. Müslüman bunun şuurunda olup, hakkı ve hakikati İslamî ölçüler çerçevesinde tere­yağından kıl çekercesine dikkatle tesbit ettikten sonra, hak ve hakikati (şöyle) dediği kimin ağzından çıktığına bakmadan almalıdır.

Bu hadis-i şerif mevkuftur. Yani sahabi sözüdür. Ancak, bilindiği gibi, sahabilerin sözlerinin, Hz. Peygamberden işittikleri bir sözden veya gör­dükleri bir fiilden kaynaklanmış olması kuvvetle muhtemeldir.[121]

 

4612... Süfyan (es-Sevri) (r.a.)'den (rivayet edilmiştir:) Demiştir: Bir adam kaderi (mânâsını) sormak üzere Ömer İbn Abdiî-Aziz'e bir mektup /azdı. (Hz. Ömer İbn Abdil-Aziz de bu adama bir mektup yaz (arak şu ce­vâbı ver)di... "Gelelim mevzûmuza (ey mektub sahibi!) Sana AUah'dan torkmayı, Allah'ın emrin(i yerine getirme)de orta yolu (tutmanı) Pey­gamberinin (s.a.) sünnetine uymayı ve (Hz. Peygamberin) sünneti yürür-üğe girdikten sonra bidatçilerin (bid'atlerine Allah tarafından) bırakılmadığı halde (din adına) ortaya attıkları bidatleri terketmeni tavsi-tt ediyorum. Sana gereken sünnete sarılmaktır. Çünkü sünnet, Allah'ın zniyle senin için bir güvencedir.

Şunu bil ki; İnsanların ortaya attığı ne kadar b.vl'at varsa mutlaka bu »id'at (ortaya atılmaz)dan önce onun kötülüğüne dair (Kur'an ya da sün-tette) bir delil, yahutta onun hakkında bir söz geçmiştir. Çünkü (bir yol olarak) sünneti, -hatâ, sürçme, budalalık, zorluk çıkarma gibi- sünnetin ksini de bilen bir zât, ortaya koymuştur. -Ancak İbn Kesîr: "bilen" anlamındaki) lafzı kullanmamıştır.- (İbn Kesir'in rivayetine göre Hz.Ömer İbn.Abdu! Aziz'in mektubu şöyle devam ediyor: Ey mektup sahi­bi) sahâbe-t kiramın (kendileri için) seçtikleri yolu sen de kendin seç. Çünkü onlar (oldukları) bir bilgiye sahiplerdi. (Meselelerin aslına) nüfuz eden bir görüşle (dine aykırı olan davranışlardan) uzak kalırlar ve muhak­kak ki onlar, (dini) işleri (n hakikatini) kavramakta (başkalarından) daha kuvvetlidirler. (Binaenaleyh Sahâbe-i Kiram) sahip oldukları (bu) fazi­letler) sebebiyle dini meselelerde (örnek alınmaya) daha layıktırlar.

(Ey, bidatçiler)! Eğer (sizce) hidâyet, üzerinde bulunduğunuz bid'atler ise o zaman siz, onlardan önce ona (hidayete) erişmişsiniz demek olur. (Halbuki bu düşüncenizin tamamen yanlış ve asılsız olduğu açıkça bellidir).

Şayet: Onlardan sonra yeni bir takım şeyler ortaya çıktı (bunun için biz de bid'atleri çıkardık), diyorsanız; şunu bilin ki, onlardan sonra ortaya çıkan (bu bid'at) lan, onların yolundan başka bir yolu takip eden ve onlar­dan yüzçeviren bir kimse ortaya koymuştur. Çünkü sahabe-i kiram din konusunda (gelecek nesillerin ihtiyacına) yeterli olan hususları söylemiş­ler ve (onlara) şifa verecek açıklamayı yapmışlardır. Onlar(m daraltmala­rının altında bir daraltma, onlar(ın getirdiği genişliğin üstünde bir geniş­lik (yapmak, doğru) olamaz. Bir topluluk, onların (kısıntılarmın) aşağısın­da bir kısıntı yaptılar da bir daha i'tidal sınırına erişemediler. Bir takım topluluklar da onlar(m ölçülerinin üstüne çıktılar (bunlar da) sınırı aşmış oldular. Oysa ashab-ı kiram, bu iki ölçüsüzlüğün arasında doğru bir yol üzerindedirler. (Ey mektup sahibi) mektubunda kadere imânı soruyorsun. Allah'ın izniyle (bu hususu) tam bilene sordum. İnsanların (din adına) or­taya attığı hiçbir yeniliğin ve bidatçilerin geliştirdiği hiçbir bidatin (dini bir) eser ve mesele olarak kadere imandan daha açık olduğuna inanmıyo­rum.  '

Câhiliyye döneminde câhiller nesirlerinde ve şiirlerinde kadere imanı dile getirirler, ellerinden kaçan nimetlere karşı kendilerini onunla teselli ederlerdi.

Sonra İslâm geldi ve kaza ve kader(e iman) ancak (ona inanmayı farz kılarak) pekiştirdi. Gerçekten Rasûlullah (s.a.v), bir iki hadisinde değil pek çok hadisinde kaderden bahsetti. Müslümanlar kadere dair açıkla­maları kendisinden işittiler ve (Hz. Peygamberin) sağlığında ve vefatın­dan sonra da kuvvetle inanarak ve Allah'a teslim olarak kaderden bahset­tiler. Bir şeyin Allah'ın ilminin dışında olmasını, (Allah'ın ezeldeki) yaz­gısının onu tesbit etmemiş olmasını ve o şey hakkında Allah'ın (ezeli) bir takdirinin bulunmamış olmasını (düşünmekte) kendilerini yetkisiz ve hatali görerek, kaderden bahsettiler.

Bununla beraber, kader Allah'ın, manası apaçık olan Kur'an'mda da mevcuttur. fSahabe-i kiram) kader inancını Kur'an'dan almışlar ve ona imanı Kur'an'dan öğrenmişlerdir. (Ey bidatçiler)! Eğer siz: (Madem öyle de) Allah niçin (kader inancına aykırı görünen) falan ayeti indirdi ve ni­çin (bu inanca aykırı düşen) şöyle sözler söyledi? derseniz (ben de size şöyle derim):

Sizin Kur'an'dan okuduğunuzu (sahâbe-i kiram da) okudular ve on­lar (ondan) sizin bilmediğiniz (bazı) manalar sezinlediler. Sonra da: "Şu (kainatta vukua gelen hadiselerin) hepsi de (ezeli olan) bir yazgi ve takdir ile (meydana gelmekte) dir, takdir edilen olur. Allah'ın dilediği olmuştur, dilemediği de olmamıştır. Biz kendimize fayda ve zarar verme gücüne sa­hip değiliz" dediler. Bu (hükme vardikta)n sonra (Allah'a ibadet etmeye) rağbet ettiler ve (kötü amellerden de) olanca güçleriyle kaçındılar."[122]

 

Açıklama
 

Mevzûmuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte sırasıyla  şu meseleler işlenmekte ve hükme bağlanmaktadır:

1. Allah korkusu (=takvâ)

2. Orta yolu tutma, ifrat ve tefridden sakınma

3. Sünnete sarılmak.

4. Bidatlerden kaçınmak.

5. Sahabilerin yolundan ayrılmamak

6. Kaza ve kadere iman etmek.

Bunlardan sünnete sarılmanın önemini, bu bölümün giriş kısmında, (4604-4605) numaralı hadislerin şerhinde, bidatlerden sakınmanın lüzum ve ehemmiyetini ise (4596-4597) numaralı hadis-i şeriflerin şerhinde açıklamıştık. Bu bakımdan yukarıda işlediğimiz sözü geçen maddelerden sarf-ı nazar ederek şimdi diğer maddelerin izahına geçelim.

a) Takva: Korkmak ve sakınmak demektir. Istılahta, Allah korkusun­dan dolayı, günahlardan uzak kalmaya, takva denir. Takva, imsak ve per-hizkârlık, yani mutlak olarak zevk ve haz veren şeylerden nefsi mahrum bırakarak onu terbiye etmek, demektir. Takva sahibi kimseye muttakî denir.

İslâm, insanlar arasında eşitlik kurma gayesini gütmüş bunun için tek üstünlük vesilesi olarak takvayı görmüştür: "Ey insanlar! Biz, sizi ger­çekten bir erkek ile bir dişiden yarattık ve tanışasıniz diye sizi kabile ve kavimlere ayırdık. Allah katında en değerliniz en çok takva sahibi  olamnızdir" (Hucurat (49), 13).

Takva, bütün iyilikleri ve faziletleri kendisinde toplayan bir haslettir. Takvanın aslı, önce şirkten, sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha son­ra da günah olması muhtemel olan şüpheli amellerden sakınmaktır. En son olarak takva, mubah olmakla birlikte lüzumsuz olan şeyleri de terketmektir. Bir başka ifadeyle takva, insanın kendisini Allah'tan uzaklaştıran şeylerden uzak kalmasıdır.

Avamın takvası şirkten korunmakla, havassın takvası günahtan sakın­makla, evliyanın takvası fiil ve iyi amelleri vesile bilmekle olur. Enbiya­nın takvası ise fiilleri kendilerine nisbet etmemekle ilgilidir. Çünkü nebi­lerin takvaları Allah'tan gelir ve Allah rızası içindir.[123]

b) Orta yolu tutma: İnsan iyiliğe kabiliyetli olduğu kadar, kötülüğe de kabil iyy etli dir. Bu iki kabiliyet onun tabiatına yabancı veya ona hâricden yüklenmiş değildir.

İnsanın tabiatında mevcut olan bu iki cevheri, nazarı itibara almayan düşünce ve inanç sistemleri insanın fıtratına uygun olmadıkları için asla gerçekçi ve tatminkâr olamazlar.

Yüce bir hayatın tahakkuku ise ancak bu iki zıt kutup arasında bir mu­vâzene kurmakla mümkündür. Dengenin bu iki kutuptan biri lehine bo­zulması fertlerin ve toplumların hayatında bir takım buhranlara sebep olur. İnsanoğlunun ferdî ve içtimaî hayatında, bu dengeyi kuran, yegâne din ve inanç sistemi, İslâmiyettir. İslama aykırı düşen, düşünce ve inanç sistemlerinin hepsi bu dengeden mahrumdur.[124]

Bu itibarla yahudilik enâniyet, hırs ve şehevî hislere ağır gemler vur-masıyla beşeriyetin çocukluk devrini, Hıristiyanlık, hayal ve rüya alemin­de dolaşmasıyla beşeriyetin gençlik çağını temsil eder. Müslümanlık ise bu devreden sonra gelen kemal devrini, temsil eder ki, o herşeyi kendi as­lî yerine koyar. Ne tamamiyle dünyaya bağlanır ne de dünyadan tamamen  kopup âhirete yönelir.

Bilakis bir ölçü ve ahenk içerisinde dünyadan da ahiretten de nasibini alır. Bu bakımdan beşeriyetin çocukluk ve gençlik çağını temsil eden Ya­hudilikle hiristiyanlık olgunluk çağını yaşayan insanlığı temsil edemezler.

Beşeriyetin çocukluk çağını temsil eden yahudilikte, kendi döneminin çocukça istek ve arzularım gemlemek üzere indirilen ağır hükümlerden bazıları şöyledir: "... İşledikleri büyük günahlardan tevbe etmiş sayılma­ları için intihar etmeleri gerekirdi. Üzerlerine bulaşan bir pislikten temiz-lenebilmeleri için o pisliğin bulaştığı yeri kesip atmaları icab ederdi. Gün­de elli vakit namaz kılmakla mükelleflerdi. Büyük günah işledikleri za­man, kendilerine helâl kılınan bazı nimetler, haram kılınırdı. Yine büyük günahları işledikleri zaman kılıklarının maymun ya da domuz kılığına çevrilmesi, gibi cezalarla cezalandırılırlardı."[125]

İslâmın tuttuğu bu orta yol, cimrilikle israfın yasaklanıp tutumlu olma­nın teşvik edilmesi gibi kaidelerle İslamın muamelât bölümünde kendini gösterdiği gibi[126] menkûl şeriatla ma'kul gerçek arasında bir zıddiyet ol­madığını kabul etmek ve cebriye ile mutezile arasındaki orta yolu tutmak­la da itikad sahasında[127] insandaki gazab, şehvet, muhayyile gibi kuvvet­lerin değerlendirilmesinde ise o şecaat, iffet ve hikmet gibi mu'tedil kuv­vetleri tasvib etmekle de ahlâk sahasında kendini göterir.

Yüce Allah şu ayet-i kelimesiyle bu gerçeği bizlere bildirmiştir. "... Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki insanlara şâhid olasınız..."[128]

Binâenaleyh İslâm, fıtrata ve akl-ı selime istinâd eden bir din olduğu içindir ki, dinde tefrite düşmeyi ne derece takbih etmişse ifratı da o nis-bette nehyetmiştir. İslâmın kendi sâliklerinden istediği şey, din nâmına bir sürü ahkâm ile birçok ibadetlerle nefislerini ta'zib etmek, yıpratmak ya­hut güzel ve nefis şeylerden kendilerini mahrum etmek değildir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrüluyor:

"Bu din metindir, ona yumuşaklıkla, tekellüfsüz gir (takat getire­meyeceğin şeylerle kendini yorup da) Allah'a ibâdetten büsbütün ür­kütme. Muhakkak ki: Varacağı yere çabuk gitmek için arkadaşların­dan ayrılıp hayvanım takatinden fazla koşturan ne istediği yolu ala­bilir, ne de hayvanın sırtını sağlam bırakır."[129]

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyrüluyor: "Sakın dinde gulüv ve ifrat yapmayın. Çünkü sizden evvelkilerin helakine sebep, ancak din­de aşırı gitmiş olmalarıdır."[130]

Bütün bu yoldaki naslar bize şunu gösteriyor ki dinde ifrat ve tefrit yoktur.[131]

Şüphe yok ki itidalin ölçüsü yine Hz. Peygamberin sünnetidir. Onun sünnetine uyan itidal çizgisi üzerinde yürümüş olur. Nitekim Hz. Pey­gamber bir hadis-i şeriflerinde bu gerçeği şöyle ifâde buyurmuşlardır. "... Andolsun ki ben AHah'dan sizden fazla korkarım. Takva yönünden O'na daha bağlıyım, fakat bununla beraber ben Oruç da tutarım, if­tar da ederim, gece namaz da kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Bilmiş olun ki benim sünnetimi terkeden benden değil­dir."[132]

c) Sahâbilcrin yolundan ayrılmamak: Sahabîler, Hz. Peygamberi gözleriyle görmüşler ve O'nun tebliğlerini bizzat kendisinden almışlar ve İslâm'ı açıklayışını kulaklarıyla işitnıişlerdir. Bu itibarla fakihlerin cum­huruna göre sahabîlerin görüş ve fetvaları nasslardan sonra yer alan şer'î bir hüccettir. Cumhur, bu hususta aklî ve naklî olmak üzere iki türlü delil serd eder. Naklî delilleri şunlardır:

1. "Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ansar ile onlara güzel­ce uyanlardan Allah razı olmuştur; onlar da O'ndan razı olmuşlar­dır."[133] Burada Allah, sahabîlere uyanları Övmüştür. Demek ki onların yolundan gitmek, övülmeyi icab ediyor. Görüşlerini hüccet olarak kabul etmek de bir nevi onlara uymaktır.

2. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur. "Ben ashabım için emânım. Ashabım da ümmetim için emândır."[134] Sahabîlerin ümmet için eman oluşu, ancak ümmetin onların görüşlerine uymasıyla olur. Nasıl ki. Hz. Peygamber'in onlar için eman oluşu, onların Peygamber (s.a.)'in hidaye­tine uymalarıyla olmuştur.

Aklî delilleri de şöyle sıralanabilir:

1. Sahabîler, Hz. Peygamber'e diğer insanlardan daha yakındırlar. Onlar, hakkında vahiy nazil olan konulara şâhid olmuşlardır. Hz. Pey-gamber'in hidayetine uymak hususunda ihlas dereceleri ve idrak seviye­leri üstün idi. Böylece şeriatin maksatlarını iyi kavrıyorlardı.  Çünkü nasslann inmiş olduğu şart ve durumları bizzat görmüşlerdi. Dolayısıyla onların nasslan anlayışları, başkalarınınkinden daha kuvvetli ve nasslar üzerindeki sözleri uyulmaya daha elverişlidir.

2. Sahabilere ait görüşlerin sünnet olma ihtimali vardır; çünkü onlar, çoğu zaman Hz. Peygamber'in açıkladığı hükümleri anlatırken, O'na nisbet etmiyorlardı. Esasen onlardan bunu isteyen de yoktu. Böyle bir ihti­malle birlikte, şarabîlerin görüşleri kıyas ve içtihada dayansa bile, onlara uymak daha iyidir. Çünkü bu, hem nakle yakın, hem de akla muvafık olur.

3. Eğer sahabîlerden kıyas mahsulü bir görüş- bize intikal etmişse, bi­zim de, onlara muhalif bir kıyasta bulunmamız mümkündür; ancak onla­rın görüşlerine uymamız ihtiyat bakımından daha iyidir; çünkü Peygam­ber (sav); "Ümmetimin en hayırlısı, benim gönderilmiş bulunduğum çağdakilerdir" buyurmuştur.[135] Sahabîlerden birine ait bir görüş üzerin­de icma da edilmiş olabilir; çünkü onun görüşü ötekilerine aykırı olursa, sahabîlerden intikal eden şeyleri araştıran bilginler buna da vâkıf olurlar. Eğer bazı sahabîden rivayet edilen görüşe aykırı başka bir görüş, diğer sa­habîlerden intikal etmişse, bu görüşlerin ikisinin de dışına çıkmak, saha-bîlerin hepsinden ayrılmak demektir. Bu ise, kabul edilemeyecek ve sahi­bine ait bir saçmalıktır.[136]

d) Kaza ve kader.[137]

 

a) Kader Ne Demektir?
 

İmânın esaslarından biri de "Kadere imâıV'dır. Allahu Teâlâ Hazretle­rinin, ezelden ebede kadar olacak şeylerin zaman ve mekânını, evsâfını, havâssını, elhâsıl ne şekil ve ne zamanda olacaklarsa onların hepsini ezel­de daha onlar meydanda yok iken- bilip o suretle tahdîd ve takdir buyur­muş olmasına Kader denir ki, ilim sıfatına râci'dir.[138]

 

b)Kazâ'nın Mânası:
 

Cenâb-ı Allah'ın, ezelde irâde ve takdir buyurmuş olduğu şeyleri za-mânı gelince herbirisini ezeldeki ilim, irâde ve takdirine uygun bir suret­le icâd ve halk buyurması da Kazadır ki, Tekvin sıfatına râci'dir. İşte Mâ-turîdî'den menkul olan asıl ta'rif bunlardır.

Şöyle de ta'rif edilir: Kaza ezelen bütün eşyanın vücûduna taallûk eden ilm-i ilâhi (Mâturîdî'ye göre), yâhud ilmine mutabık bur surette kâinatta ezelen taallûk eden irade-i îlâhiyye (Eş'ârî'ye göre)dir. Yâni Allahu Te-âla'nın sonradan olacak şeylerin hepsini, nasıl olacaklarsa öylece, ezelde bilmiş verimine mutabık bir surette dilemiş olması Kazâ'dır. Vakti gelin­ce herşeyi ilim ve irade-i ezelliyyesine mutabık bir surette îcâd buyurma­sı da Kader'dir.[139]

 

4613... Nâfi (r.a.)'den demiştir ki: (Hz. Abdullah) İbn Ömer'in kendi­siyle mektuplaştığı Şamlı bir arkadaşı vardı (onun kader inancını kabul et­mediğini öğrenen) Abdullah İbn Ömer, O'na (şu mealde bir) mektup yaz­dı. "Senin kader hakkında birtakım (inkarcı) sözler söylediğin (haberi) bana ulaştı. (Binaenaleyh) sakın bir daha bana mektup yazma. Çünkü ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi: 'Benim ümmetim içerisinde ka­deri inkar eden bir takım kavimler ortaya çıkacaktır' derken işittim."[140]

 

Açıklama
 

Bu hadisi şerif, Hz, Peygamber'in gaybe dair  verdiği haberlerdendir. Hadis-i şerifte çıkacağı ha­ber verilen, kaderi inkâr edecek kavim, haber verildiği şekilde çıkmıştır. İslâm tarihinde kaderi ilk inkâr eden Vâsıl b. Atâ olmuştur. Vâsıl b. A'tâ ile başlayan ve Me'mun devrinden itibaren Abbâsilerin resmi mezhebi haline gelen bu inkarcı mezheb, İslâm mezhebler tarihinde "mutezile" ve "kaderiyye" ismi ile şöhret bulmuştur.

Kelâm ulemasının tesbitine göre bunlar kendi aralarında yirmi fırkaya ayrılırlar. İsimleri şöyledir:

1. Vâsılıyye, 2. Amriyye, 3. Hüzeyliyye, 4. Nazzâmiyye, 5. İsvâriyye, 6. îskâfiyye, 7. Ca'feriyye, 8. Bişriyye,

9. Müzdâriyye, 10. Haşimiyye, 11. Sâlihiyye, 12. Habitiyye, 13. Hudbiyye, 14. Ma'meriyye, 15. Sümâmiyye,

16. Hayyâtiyye, 17. Cahiziyye, 18. Ka'biyye, 19. Cubâiyye, 20. Behşemiyye.[141]

 

Bazı  Hükümler
 

1. Mektuplaşmak müstehabdir.

2. Kaderi inRar etmeR sapıklıktır.Çünkü kader inancı İslâm inancının esaslarındandır.

3.Sapık insanlarla dostluk kurmak caiz değildir.

Burada şunu ifâde etmek isteriz ki sapık bir insanı islâh etmek için kurulan ilişki ile onu dost edinmeyi karıştırmamak lâzımdır. "Ey İnanan­lar, yahudileri ve lııristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost tutarsa O, onlardandır..."[142] âyet-i kerimesinde kafirleri dost edinmek kesinlikle yasaklanmıştır. Fakat onlara gönül vermeksizin, onların gönlünü kazanmakta bir sakınca yok­tur.[143]

 

4614... Hâlid İbn el-Hazzâ'dan demiştir ki: Hasen (-i.Basrî'y)e "Adem (a.s.) gök(te yaşamak) için mi yoksa (daha sonra gökten yere inip te)yer(de yaşamak) için mi yaratıldı, bana haber ver" dedim.

"Hayır, o yer(de yaşamak ve üremek) için (yaratılmıştır)" dedi. (Peki): "Eğer (bu ağaçtan yemekten) kendini korusaydı (yine de onu yemeye mecbur edilir miydi?) Bu husustaki görüşün nedir?" dedim.

(Tabii) "O ağaçtan yemeye mecbur değildi" karşılığını verdi. Ben de: (Öyleyse) bana (insanların fiilerinde mecbur olduğu izlenimini uyandı­ran): "Ona karşı hiç kimseyi fitneye sürükleyebilecek değilsiniz. Tabii ki cehenneme girecek olan(lar) müstesna"[144] âyetlerini açıkla, dedim. O da (bu ayetleri): "Şeytanlar Allah'ın cehenneme girmesini takdir ettiği kimselerden başkasını saptırarak fitneye düşüremezler" diye tefsir etti.[145]

 

Açıklama
 

Hz. Halid İbn el-Hezzâ, kaderle ilgili bazı sözlerin  tarafından yarmş anlaşıldığı için Hasen-ı Basri'den kader hakkında ayrıntılı malumat almak istemiş. Bu maksatla ona:

"Hz. Adem Cennetteki işlediği hatayı işlemeye mecbur mu idi? Yoksa fiillerinde hür bir irâde sahibi miydi?" diye sormuş. Ve Hasan-ı Basrî haz­retlerinden "Hz. Adem, o suçu işlemeye mecbur değildi. İradesini kullan-saydı o suçu istemeyebilirdi" cevabını almış. Bunun üzerine Halid, Hz. Hasan-ı Basri'ye "İnsanların fiillerinde hür olmayıp, mecbur oldukları ve ezelde cehennemlik olmayı gerektiren amelleri işleyerek oraya geçekle­ri" intibaını uyandıran Saffât suresinin (62-63) ayetlerini hatırlatmış. Ha­san-ı Basri hazretleri de: "Allah ezelde herkesin hangi ameli işleyeceğini bilip, ona göre herkesin cennetlik mi yoksa cehennemlik mi olduğunu takdir eder. İşte buna kader denir. Herkes hür iradesiyle hareket ederek cennetlik ya da cehennemlik olur" anlamına gelen şu cevabı vermiştir:

"Şeytanlar, Allah'ın cehenneme girmesini takdir ettiği kimselerden başkasını saptırarak fitneye düşüremez."

Görülüyor ki, Hasan-ı Basri (r.a.) insanların fiillerinde hür olduğu gö­rüşündedir. Hasan-ı Basri'ye göre Allah insanları irâde ve fiillerinde hür bırakmıştır. Fakat ezeli ilmiyle daha onlar dünyaya gelmeden Önce onla­rın dünya hayatında yapacakları bütün işleri en küçük ayrıntılarına kadar bilip ona göre takdir ve tesbit etmiştir. Ancak insanların hareketleri bu tes-bite bağlı değil, bilâkis bu tesbit insanların hareketlerine bağlıdır. Ehl-i sünnet'in bu mevzudaki görüşü de aynen Hasan-ı Basrî hazretlerinin gö­rüşü gibidir.

İnsanın fiillerinde mecbur olduğunu iddia eden bâtıl bir mezheb vardır ki; bu mezhebe "cebriyye" mezhebi denir. Bu görüşü ilk defa ortaya atan kimsenin genellikle 745 yılında idam edilen Cehm İbn Safvân olduğu ka­bul edilir.

Bu görüşe göre; insanın hiçbir iş yapma kudreti, irâdesi yoktur. Rüz­gâr önünde uçan tüy gibi her işinde Allah'ın mutlak irâdesine bağlıdır. Aslında yapmış, işlemiş gibi göründüğü işler gerçekte insana isnat edile­mez. Filân insan şunu yaptı dediğimiz zaman gerçekten değil mecazen, o işi o insana atfetmiş oluruz.

Bu görüşün kısa ifadesi "alın yazisfdır. Allah, daha insanları yaratma­dan, hayatı boyunca o insanın yapacaklarını en küçük teferruatına kadar tespit etmiştir. İnsan istesin istemesin bu tespit edilenler teker teker başı­na gelecektir.[146]

 

4615... Halici el-Hazzâ, Hasan(ı Basrî'nin) "zaten (Allah) onları bu­nun yaratmıştır."[147] ayet-i kerimesini "şunlar (yani müminler) şunun için (cennet için), şunlar da (yani kâfirler de) şunun için (cehennem için yaratıldı (lar)" şeklinde açıkladığını söylemiştir.[148]

 

Açıklama
 

Bu hadis-i şerif, daha insanlar yaratılmadan önce insanların dünyada işleyecekleri bütün işlerin Allah tarafından bilinip, tesbit ve tayin edildiği ve dolayısıyle daha insanlar yaratılmadan önce kimlerin Allah'ın rızasına uygun işler yaparak cennet­lik olacakları, kimlerin de Allah'ın rızasına aykırı ve gazabını gerektiren işler yapıp cehennemlik olacakları takdir edildiği ifâde edilmektedir.

Ancak bir önceki hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi insan­ların hareketleri bu ezeli takdir ve tesbite bağlı değildir. Bilakis tesbit, in­sanların yapacakları hareketlere bağlıdır. Bir başka ifâdeyle ilim ma'lu-mata tabidir. Bir astronomi alimi bir sene önceden ayın ya da güneşin tu­tulacağını bildiği için bu tesbiti yapmıştır. Bu tesbit hiçbir zaman ayın ve­ya güneşin hareketini etkilemez. İşte bu tesbite kader diyoruz. Nitekim (4612) numaralı hadis-i şerifin şerhinde açıklamıştık.[149]

 

4616... Halid el-Hazzâ dedi ki: Hasan-ı Basrî (r.a.)'e "Ona karşı ce­henneme girecek olanlardan başka hiç kimseyi fitneye sürükleyebile­cek değilsiniz."[150] ayetlerini sordum da (şeytanlar) "Ancak Allah'ın ce­henneme girmesini takdir ettiği kimseyi (saptırabilirler)" cevabını verdi.[151]

 

Açıklama
 

(4616) numaralı hadis-i şerif üzerinde yaptığımız açıklama bu hadis-i şerif için de geçerlidir.[152]

 

4617... Hammâd (İbn Zeyd), Humeyd (İbn Ebi Humeyd) in (şöyle) de­di (ğini) söyledi: Hasan-ı Basrî (r.a.): "Gökten yere düşmek bana -iş, ken­di elimdedir- demekten daha iyidir" derdi.[153]

 

Açıklama
 

Metinde geçen "el-emru biyedî= iş(im) kendi elimdedir" sözü "ben kendi işimi kendim yaratırım. Çünkü insanlar, kendi işlerini kendileri yaratırlar, İnsanların işlerin­de, Allah'ın hiçbir müdâhalesi yoktur. Dolayısıyla ben kader diye birşey tanımıyorum" anlamına gelir.

Bu ise İslâm inancının bir rüknü olan kaderi inkâr demek olduğundan tâbiûnun büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî gökten yere düşüp hayatını kaybetmeyi bu sözü söylemeye tercih etmiştir.

(4613) numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi kaderi inkâr etmek, büyük bir sapıklıktır. Bu sapık görüşün temsilcisi mutezile

mezhebi mensuplarıdır.

Bu mezhebe göre kul fiilinin halikıdır. Kulun fiillerinde Allah'ın hiç bir müdahalesi yoktur. Naklî delilleri ise şu âyet-i kerimelerdir:

1. "Kim kötülük yaparsa onunla cezalanır"[154]

2. “Her şahıs kazandığına (mukabil) bir nevi rehinedir."[155]

3. "Ey Rabbimiz! Biz nefislerimize zulm ettik."[156]

4- "Dileyen imân etsin. Dileyen inkâr etsin,"[157]

Mutezileye göre, bu âyet-i kelimelerdeki fiiller kullara isnâd edilmek­tedirler. Bu durum fiillerin tamamen insan tarafından yaratıldığına delâlet eder.     

Hakkın Ve hakikatin temsilcisi olan ehl-i sünnete göre ise bu âyet-i ke­rimelerde geçen fiillerin kula isnâd edilmesi bu fiillerin yaratıcısının kul­lar olduğuna delâlet etmez. Çünkü herhangi bir fiil sâdır olduğu mahalle isnad edilir. O fiili yaratana değil, mesela beyazlık herhangi bir cisme is-nad edilir. Fakat beyazlığı yaratan o cisim değil Hak Teâlâdır. İnsanlara isnâd olunan her fiil de böyledir.

Mutezile'nin nakli delillerinden biri de "... yaratanların (suret yapan­ların) en güzeli olan Allah'ın sânı ne yücedir."[158] ayet-i kerimesidiı. Mutezileye göre; bu âyet-i kerimede: Hak Teâlâ'nın en güzel halik oldu­ğu beyan olunduğuna göre; Allah'dan başka halik bulunduğu, fakat onla­rın mahlûkâtının noksan ve kusurlu olduğu mânası anlaşılmaktadır.

Ehl-i sünnet uleması, bu âyet-i kerimede zikredilen "halk" kelimesi­nin, yaratmak mânasında olmayıp, "takdir", yani mümkini tahdid ve tas­vir mânasına olduğunu söylemişlerdir. Zira: "Allah herşeyin yaratıcısı­dır."[159] "Allah'dan başka yaratıcı var mıdır?"[160] gibi âyet-i kerimeler, Hak Teâla'mn her şeyin yaratıcısı olduğunu ve O'ndan başka yaratıcı bu­lunmadığını çok açık olarak ifade etmektedir.

Kulun, mükellef ve yaptığı işten sorumlu olması için; mutlaka onu ya­ratması gerekmez. Kulun sorumlu olabilmesi için, o işi yapmayı irade et­mesi, ona yönelmesi ve onu kesbetmesi kâfidir. Kul kâsib değil, hâlikdir demekle, kulu hâlikıyyet mertebesine ulaştırmış, bazı mümkinâtm Al­lah'dan başka hâliki olduğunu iddia etmiş ve Allah'a hâlikıyyet sıfatında şerik koşmuş oluruz. Bu ise asla caiz değildir.[161]

 

4618... Humeyd dedi ki: Hasan-ı (Basrî , birgün) Mekke'de bizim ya­nımıza geldi. Mekke halkının fıkıh alimleri bana, birgün Mekke'li fıkıh alimleriyle oturup onlara nasihat etmesi hususunda kendisiyle konuş(up ricada bulun)mamı söylediler. (Bunun üzerine ben kendisiyle bu hususu konuştum. O da ricamı kabul ederek): Evet (olur) cevâbını verdi. Bunun üzerine (Mekke'li âlimler bir yerde) toplandılar (Hasan-ı Basrî Hazretle­ri de onlara bir konuşma yaptı. Doğrusu) ondan daha hatip bir insan gör­medim. (Orada bulunanlardan) birisi (Hz. Hasan-ı Basrî'ye hitaben): "Ey Ebû Saîd şeytanı kim yarattı?" diye sordu. (Hasan-ı Basrî de): "Sübhanallah! Allah'dan başka yaratıcı mı var? Şeytanı da Allah yarattı. Hayrı da (Allah) yarattı, şerri de!" cevabını verdi. (Soruyu soran) adam (bu cevâbı alınca), "Allah onları kahretsin; bu şeyh hakkında nasıl da yalan uyduru­yorlar" dedi.[162]

 

Açıklama
 

Bu hadis-i şerif "kul fiilinin halikıdır" diyen mutezile'nin aleyhine, "kul kâsibdir (kazanıcıdır) Allah da yaratıcıdır" diyen ehl-i sünnetin lehine bir delildir.

(4621- 4622) numaralı hadis-i şeriflerde de geleceği üzere Mutezile ta­raftarları kendi fikirlerini Hz. Hasan-ı Basrî'ye isnad ederek, halkı bu fi­kirlere davet ederlerdi. Oysa Hasan-ı Basrî hazretlerinin bu mevzûdaki görüşü Mutezileye taban tabana zıt idi.

Hz. Hasan-ı Basrî, Mekke'de yaptığı söz konusu konuşmasında bu mevzûdaki görüşlerini açıklayınca Mutezile taraftarlarının Hz. Hasan-ı Basri'nin de kendilerinden olduğuna dâir yaptıkları propagandaların tesi­ri altında kalarak Hasan-ı Basrî hazretlerine "şeytanı kim yarattı?" diye soru soran kimse de bu propagandaların tamamen asılsız, kuru bir idda ve iftira olduğunu anlayarak; "Allah onları kahretsin bu şeyhin hakkında na­sıl da yalan harcıyorlar" demekten kendini alamamıştır. Mutezile ile ehl-i sünnet arasında ihtilaflı olan "kulların fiilleri" mevzuunu bir önceki ha­disin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[163]

 

4619... Humeyd'den (rivayet olunduğuna göre) Hasan-ı basrı; "işıe biz onu suçluların kalbine böyle sokarız."[164] (ayet-i kerîmesinde ge­çen) , "onu" kelimesini "şirki" diye tefsir etmiştir[165]

 

Açıklama
 

Hz. Hasan-ı Basri ayet-i kerimede geçen "onu" kelimesini "şirki" diye tefsir etmiştir.[166] Ancak bu tefsiri Cebriyecilerin anladığı manada kuldan iradeyi kaldıran onu irade­siz ve ihtiyatsız, rüzgâr önünde sürüklenen bir yaprak durumuna düşüren mümin ya da müşrik olma tercihini ortadan kaldıran bir tefsir değildir.

Hasan-ı Basrî'nin bu tefsirine göre Allah ezelde, ilm-i ezelisi ile irâde­sini iman yolunda mı yoksa şirk yolunda mı kullanacağını bilir ve bunu takdir eder. Günü gelince iradesini şirk yolunda sarfedeceği takdir edilen insan gerçekten Allah'ın bildiği ve takdir ettiği şekilde irâdesini o yolda kullanır. İradesini bu yolda kullanmak suretiyle şirki kazanmış olur. Al­lah da bu yüzden onun kalbinde şirki yaratır.

Görülüyor ki, Hasan-ı Basrî'nin bu sözü Cebriye'yi değil "kul kâsib, Allah haliktır" diyen ehl-i sünneti desteklemektedir. Cebriyye mezhebi­nin bu konudaki görüşlerini (4614) numaralı hadis-i şerifin şerhinde açık­ladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.

Kalplerin ve kulakların mühürlenmesi mevzuuna da temas ederek bu konuya son vermek istiyoruz.

Bilindiği gibi Yüce Allah: "Allah da onların kalplerini ve kulakla­rını mühüıiemiş, gözlerine de perde çekmiştir. Onlar için büyük azap vardır." (Bakara (2) 7) mealindeki âyet-i kerimede kalp ve kulakların mühürlenmesinden bahsetmektedir. Bu durum, Cebriyyenin anladığı gibi değildir. Yani sırf Allah ezelde bazı kimselerin kalplerinin ve kulakları­nın mühürlenmesini istediği için, onların kalbi ve kulakları mühürlenmiş değildir. Bilâkis, Allah onların hakka ve hakikata kalp ve kulaklarını tıka­yacaklarını bildiği için ezelde böyle takdir etmiş, onlar da gerçekten bu dünyaya gelince Allah'ın ilmine uygun olarak, kalplerini ve kulaklarını hakka tıkayıp onları rnühürlemişlerdir. Nitekim yüce Allah Saff suresinin beşinci âyetinde bu hususu şöyle açıklamıştır: "Onlar (haktan) ayrılıp, uzaklaştıkları zaman, Allah da onların kalplerini (hidâyetten) uzak­laştırdı."[167]

 

4620... Ubeyd es-Sayd'dan; demiştir ki: Hasan (el Basrî hazretleri) Yüce Allah'ın: "Ve kendileriyle arzu ettikleri şey arasına perde çekılmistir"[168] ayeti hakkında şu açıklamayı yapmıştır: "(Yâni) onlarla iman arasına perde çekilmiştir."[169]

 

Açıklama
 

Bu hâdis-i şerif, kaderi inkâr eden Mutezilenin  aleyhine ve kadere imanı İslâm inanç sisteminin  bir rüknü sayan ehl-i sünnetin lehine bir delildir.

Bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıkladığımız gibi Hasan-ı Basrî hazretlerinin bu sözünden Cebriye'nin anladığı manada bir kader inancı çıkarmak da asla doğru olmaz. Çünkü bu cümlede o manaya gelen bir ifa­de yoktur.

Metinde geçen âyet-i kerimede anlatılmak istenen, öldükten sonra di­rilme ile başlayan âhiret alemindeki kâfirlerin durumudur. Söz konusu ayet-i kerime kendinden önceki ayetlerle birlikte okununca bu durum ko­layca anlaşılır: Mevzumuzu teşkil eden bu âyet-i kerime ile kendisinden önceki âyetlerin meali şöyledir: "-Ey Muhammed -telaşa düştükleri za­man (onları) bir görsen: Hiç kaçamak yoktur. Ona yakın yerden ya­kalanmışlardır. Ona inandık demektedirler, ama uzak yerden (tâ dünyadan imanı almak) nasıl mümkün olur? Halbuki daha önce onu inkâr etmişlerdi. Uzak yerden görünmeyene taş atıyorlardı. Artık kendileriyle arzu ettikleri şey arasına perde çekilmiştir. Tıpkı bun­dan önce benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü onları endişeye düşüren bir kuşku idi."[170]

 

4621... İbn Avn'dan demiştir ki: "Ben Şam (sokaklann)da yürüyor­dum. Birisi arkamdan bana seslendi. Dönüp baktım. Meğer Recâ İbn Hayve imiş. (Bana hitaben): "Ey Ebû Avn (bu halkın) Hasan-ı Basrî hak­kında söyleyip durdukları şeyler(in aslı) nedir?" dedi. (Ben de): "Gerçek­ten onlar Hasan adına çok yalan üretiyorlar" cevabını verdim.[171]

 

4622... Hammâd dedi ki: Ben Eyyûb es-Sahtiyânî'yi (şöyle) derken işittim: "Hasen (el-Basri) adına yalan üreten insanlar iki kısımdır. (Birin­ci kısmı teşkil eden) insanlar kader(in olmadığı) görüşünde olanlardır. Bunlar (Hz. Hasan adına ürettikleri) bu yalanlarla kendi görüşlerini yay­gınlaştırmak istiyorlar. (İkinci kısmı teşkil eden) diğer insanlar ise kalple­rinde Hasan-ı Basrî için kin ve Öfke bulunan insanlardır. (Bunlar da onun hakkında); -O böyle demedi mi, o şöyle demedi mi?-di(yerek onun adına yalan üretiyorlar.[172]

 

4623... Yahya İbn Kesir'den demiştir ki: Kurre b. Hâlid bize şöyle der­di: "Ey gençler, Hasan-ı Basri aleyhine (çıkartılan onun kaderiyye mez­hebinden olduğuna dair iddialara) kendinizi kaptırmayınız. (Şunu iyi bi­lin ki iddiaların tam tersine) onun görüşü sünnetin ve doğrunun ta kendi­si idi."[173]

 

4624... İbn Avn'dan demiştir ki: Eğer biz Hasn-ı Basrî'nin (kaderle il­gili) sözlerinin (halk arasında böyle yanlış bir şekilde) yayılacağını bil­seydik, onun bu sözlerden döndüğüne dair bir kitap yazar ve buna şâhidler tutardık. Fakat biz (bu sözlerin böyle ters anlaşılacağını bilemediğimiz için; bunlar Hz. Hasan'ın ağzından) çıkmış birtakım kelimelerdir bunlar, kendileriyle hiç te ilgisi olmayan manalara) çekilemezler; demiştik.[174]

 

4625... Eyyûb (es-Sahtiyânî)'den demiştir ki: Hasan(-ı Basrî) bana: "Bir daha ben o hususta(kaderle ilgili olarak yanlış anlaşılmaya müsait söylediğim sözlerin) bir benzerini bir daha asla ağzına almayacağım" dedi.[175]

 

4626... Osman - el-Bettî'den demiştir ki: "Hasan (-1 Basrî tefsir ettiği) her âyeti kaderin varlığına dair tefsir etti."[176]

 

Açıklama
 

Mevzûmuzu teşkil eden, hadis-i şerifler; Hasan-ı Basrî hazretleri, aslında sünnetten kupayı sapma­yan ve dolayısıyla kaza ve kadere inanan dini bütün bir müslüman oldu­ğu halde, onu kendilerinden göstermeye çalışan istismarcı kaderiyeciler ile kendisine özel kinleri olan bazı sapık kimselerin kaza ve kaderi inkâr eden bir kimse olarak gösterme gayretine düştüklerini ve bu uğurda onun te'vile müsait bazı sözlerini malzeme yapmaya yeltendiklerini ifade et­mektedirler.

İslâmin bu güzide âliminin vefatından sonra bu gibi sözlerinin, sözü geçen kötü niyetli kimseler tarafından malzeme yapılmak istendiğini farkeden bazı müslümanlar bu durumdan çok rahatsız olmuşlar. "Keşke onun sözlerinin bu şekilde sû-i te'vile uğrayacağını tahmin edebilseydik de bu sözlerle böyle bir mana kasdetmediğine dair bir belge hazırlasay-dik" demekten kendilerini alamamışlardır.

(6425) numaralı hadis-i şeriften anlaşıldığı üzere, Hasan-ı Basrî kendi­sinin, kaderi kabul etmediği izlenimini uyandıran sözlerini söyledikten sonra, bu sözleri bilerek ve şuurla söylediğini, binâenaleyh doğruluğuna inandığı bu sözlerden dönmesinin asla sözkonusu olamayacağını yeri gel­dikçe ifade etmekten geri durmamıştır.

Bezl-ül-Mechûd yazarının "Tehzibu't-Tehzib"den naklettiğine göre Hasan-ı Basri (r.a.)'in bu sözlerinden birisi "Hayır kader iledir ama, şerr kader ile değildir" sözüymüş ve Eyyüb-es-Sahtiyânî bu hususta onunla

münazara yapmış ta kendisine "Ben bu sözümden asla dönmem" cevabı­nı vermiş."[177]

Ancak Hasan-ı Basrî Hazretlerinin bu sözünden kaderi kabul etmedi­ğini anlamı çıkarılamaz. Hatta "Hayır kader iledir" sözü onun kadere inandığını açıkça ortaya koymaktadır.

Fakat onun kader konusunda şerri hayırdan ayrı mütalaa etmesi, sade­ce Allah'ın şerre rızası olmadığı noktasından ileri gelebilir.

Çünkü her ne kadar şerri de Allah yaratırsa da ona rızâsı yoktur. Bu­nunla beraber Allah kulun kesbi ve iradesi sebebiyle yine kulun elinde şerri yaratır.

Hayra gelince; Allah'ın ona rızâsı olduğu için onu kulun kesbi ve ira­desine bağlı olarak yarattığı gibi, bazan kulun kesbi olmadığı halde sırf kendi lütuf ve ihsanı ile de yaratır. Binaenaleyh Yüce Allah'ın "...De ki: Hepsi de Allah tarafındandır...."[178] ayetinde açıklandığı üzere herşeyi bir kader planında yaratan AH ah tır. Fakat hayra rızası var şerre ise yok­tur. Hayır ile şerr arasında yaratılış bakımından böyle bir fark vardır. Bu bakımdan Hasan-ı Basrî Hazretlerinin: "Şer kader ile değildir" sözünü "Allah'ın şerre rızası yoktur" şeklinde anlamak gerekir. Çünkü bunca âyât-ı beyyinât ve onun kaderi kabul ettiğine dair (4621, 4622, 4623, 4624, 4626) numaralı hadis-i şerifler varken bu ümmetin hüccet mesele­sindeki tüm alimlerinin lehine şâhidlik ettiği Hasan-ı Basrî (r.a.) gibi bir zâtın kaderi inkâr ettiğini söylemek büyük bir haksızlık ve zulüm olur.

İslâm tarihinde kaderi inkâr edenler bellidirler. (4613) numaralı hadi­sin şerhinde de açıkladığımız gibi bunlara "kaderiyeciler" denir.

Mezheb imanımız Ebu Mansûr Mâtûrîdi'nin buyurduğu gibi kaderiye­ciler kader konusundaki inkarcı görüşlerinden dolayı Allah'ın açık beyan­larını, Nuh Aleyhisselami, Cennet ve Cehennem ehlinin sözlerini ve hat­ta şeytanların bile itiraf ettiği bir gerçeği yalanlamışlardır. Şöyle ki kade-riyyeciler bu sözleriyle:

1. Allah'ın: "...Allah dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğini de doğru yola iletir..."[179] mealindeki beyanına,

2. Nuh aleyhisselâm'ın: "Eğer Allah sizi azdırmak dilemişse ben, size nasihat etmek istesem de nasihatim size fayda vermez"[180] mealin­deki sözüne,

3. Cennet ehlinin: "Lütfedip bizi buraya getiren Allah'a hamdol-sun. Allah, bizi getirmeseydi, biz bunu (bu nimeti) bulamazdık”[181]  mealindeki sözlerine,

4. Cehennem ehlinin: "Allah bize yol gösterseydi, biz de size yol gösterirdik"[182] mealindeki sözlerine,

5. Şeytanın dile getirdiği: "Beni azdırdın..."[183] mealindeki gerçeğe ters düşmüşlerdir.[184]

Hasan-ı Basrî gibi bir alim-i yektanın böyle bir hataya düştüğünü söy­lemek gerçekten hakka ve hakikate aykırılığın ötesinde büyük bir gaflet ve hamakat olur.[185]

 

[114] Buhari, i'lisam 15; Müslim, ilim 16; Zikr 1; Tirmizi, ilim 51; İbn Mâce, mukaddime 14; Muvattâ. Kur'an 41; Dârimi, fedâilu'I-Kur'an, 1.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/365-366.

[115] Bak. Davudoğlu A. Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 10/669.

[116] En'am. 164.

[117] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/366.

[118] Buhari. İ'tisam 3; Müslim. fedâil-üs-sahabe 132. 133: Ahmed b. Hanbel. I, 176, 179.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/366.

[119] Davudoğlıı Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, X, 150.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/367.

[120] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/367-369.

[121] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/369-370.

[122] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/371-374.

[123] Debbağoğlu Ahmet, Kara İsmail, Ansiklopedik Büyük İslam İlmihali, s. 601.

[124] Bak. Muhammcd Kutub, İslam ve Materyalizme Göre İnsan, (Çev. Kemâl Sandıkçı) .s. 124-126.

[125] Bk. el-Hadimî Ebu Sâid (Çev. Kemal lşık). el-Berika 1,12.

[126] Bak. a.g.e. 45.

[127] Bak. Gazalî, (Çcv. Kemal Işık), İtikadda Ortayol, 7.

[128] Bakara(2), 143.

[129] Ahmed b. Hanbel, III. 199.

[130] Nesâi. menâsik 217: İbn Mâce. menâsik 163; Ahmed b. Hanbel. I, 215, 347.

[131] Bak. Gazzali, a.g.e., s. 10 v.d

[132] Buhâri, nikâh l, Müslim, nikâh 5, Nesâi, nikâh 14.

[133] Tevbe (9), 100.

[134] Müslim, fazâilüssahabe 307.

[135] Müslim, fezailüssahabe 213. 215, Ebu Dâvud. sünne 9.

[136] Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metadolojisi (Fıkıh Usûlü), (Çcv. Abdulkadir Şener), s. 208, 209.

[137] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/374-378.

[138] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/378.

[139] Akseki Ahmed Hamdi, İslâm Dini, 96.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/378.

[140] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/379.

[141] Şerh-i Akaid tercemesi, s. 13-19, Kutluay Doç. Dr. Yaşar, Tarihte ve Günümüzde is­lâm Mezhebleri, s. 69-79.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/379.

[142] Maide(5),51.

[143] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/379-380.

[144] Saffât(37), 162-163.

[145] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/380.

[146] Kutluay Yaşar, Tarihte ve Günümüzde İslâm Mezhepleri.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/380-381.

[147] Hud(ll). 119.

[148] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/382.

[149] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/382.

[150] Saffat (37). 162-163.

[151] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/382.

[152] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/382.

[153] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/383.

[154] Nisa (4). 123.

[155] Araf (7), 23.

[156] Tur (52}, 21.

[157] Kehf(18),29.

[158] Mü'minûn (23). 14.

[159] Zümer (39), 62.

[160] Fatır (35). 3.

[161] Aydın Dr. Ali Aslan, İslam İnançları ve Felsefesi, I, 184-186.

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/383-384.

[162] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/384-385.

[163] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/385.

[164] Hicr (15), 12.

[165] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/385.

[166] Taberî. Camiu'I-Beyân, XIV, 9.

[167] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/385-386.

[168] Sebe' (34), 54.

[169] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/386-387.

[170] Sebe '(34), (52-54).

Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/387.

[171] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/387.

[172] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/388.

[173] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/388.

[174] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/388-389.

[175] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/389.

[176] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/389.

[177] eş-Şeyh Halil Ahmed es-Seharenfûrî, Bezlu'l-Mechûd, XVIII, 144.

[178] Nisa (4), 78.

[179] Fâtır(35), 8.

[180] Hûd (I I). 32.

[181] A'râf(7),43.

[182] İbrahim (14), 21.

[183] A'raf(7), 16.

[184] Bezlu'l-Mechûd. XVIII. 140.

[185] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/389-391.