๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Sufilerin Hadis Anlayışı => Konuyu başlatan: Vatan Var Olsun ! üzerinde 16 Ekim 2011, 16:24:36



Konu Başlığı: Zahir Bâtın Ayırımı
Gönderen: Vatan Var Olsun ! üzerinde 16 Ekim 2011, 16:24:36
A. Zahir Bâtın Ayırımı


İslâmda zahir ve bâtın olmak üzere iki çeşit bilginin varlığı görüşü ilk defa Şiîler tarafından ortaya atılmıştır. Hz. Ali henüz hayatta iken, çevresinde toplanan bazı kişiler onda başka kimsenin bilmediği, bir bâtın ilminin varlı­ğından söz etmişlerdir. Aşın Şİîlerden Ebû Mansur el-İcî, Hz. Peygamber'e tenzilin, kendisine de tevilin indirildiğini ileri sürmüş, tenzili zahirî ilim, tevili de bâtınî ilim diye açıklamıştır. Şia'nın bâtmî ilim anlayışı, şer'i hükümlerden çok imamet ve siyaset konusuyla sınırlı kalmasına karşılık, tasavvuf düşünce­sinde konu bu İki alanın dışında tamamıyle farklı bir bağlamda ele alınmıştır. Zamanla yaygınlaşan bâtınî ilim, Özellikle mutasavvıflar arasında benimsene­rek şöhret bulmuştur. [655]

Mutasavvıflara göre zahirî ilim, duyu organlarıyla Öğrenilen ilimlerdir. Hadis, fıkıh, kelam gibi ilimler zahir ilimleridir ve bu ilimlerle uğraşanlara zâhir ulemâsı, ehl-i zahir adı verilir. [656]

Asr-ı saadette ve onu izleyen ikiyüz yıllık dönemde bu İlim İşaret yoluyla öğrenilmekte, kapalı kapılar arkasında ehli arasında konuşulmaktaydı. Ta­savvuf tarihinde İlk defa bâtın ilminden kürsülerde açıkça söz eden Şiblî (Ö.334/945) olmuş, ondan sonra bu anlayış yaygınlaşarak diğer sûfiler tara­fından devam ettirilmiştir. Cüneyd el-Bağdadî (Ö.297/909) ise bu ilmi mah­zenlerde ve kapalı kapılar ardında öğretiyordu. [657]

Sûfiler, bâtın ilminin Önem ve değeri konusunda görüş birliği içindedir­ler. Hemen hemen bütün tasavvufî eserlerde, bu husus önemle vurgulanır. Meselâ, Serrâc (Ö.378/998) bâtını ilmi tanımak istemeyenlere karşı şunları söylemektedir:

Şeriat, rivayet ve dirayeti kapsayan bir ilmin adıdır. Rivayet ve dirayeti bir arada düşündüğümüzde karşımıza zahir ve bâtın amellerine çağıran bir şeriat ilmi çıkar. Bu mânada ilimde zahir ile bâtını birbirinden soyutlamak caiz olmaz. Çünkü kalpte olan ve lisanla açığa vurulmayan ilim, bâtın ilmidir. İlim, lisan ile anlatıldığında zahir olur. Bu yüzden diyoruz ki ilim, zahir ve bâtın özelliklerini taşıyan, kulu zahir ve bâtın amellerine çağıran şeriat ilmidir. [658]

Serrâc'a göre Kur'an'ın 2âhir ve bâtını olduğu gibi, hadislerin de zahirî ve bâtınî mânaları vardır.[659] Bâtın ilmiyle ilgili en başarılı açıklamalara Ga-zâlî'nin İhya'sında rastlanır. Gazâlî, zahir ilmine kabuk (kışr), batın ilmine de öz (lüb), gözüyle bakar.[660] Bâtın ilminin varlığı daha çok Gazâlî'den sonra ve onun etkisiyle zahir uleması tarafından da benimsenmiştir. [661]

İbn Arabî ise Füsûsu'I-hikem'de her bölümün başına getirdiği, "hik­met" sözü ile bâtın ilmini kasteder. Ona göre veliler bilgilerini, peygamberle­re vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar.[662] Zahir ile bâtını birlikte mütalaa eden, İkisini birbirinden ayırmayan İbn Arabî, bu konuda şöyle de­mektedir:

"Faydalanman gerekli olan şeylerde seni uyardıktan sonra bil ki, Cenab-ı Hak insanın tüm yönlerine hitap etmiştir. Ne bâtınından zahirini, ne de zahirinden bâtınını ayırmıştır. İnsanların şer'i hükümlere olan İhtiyaçları, çoğunlukla zahirî yöne olduğundan onlar bu hükümlerin bâtına ait yönlerin­den gafil kalmışlardır. İnsanların çok azı bunun farkındadır ki, bunlar da Al­lah yolunun ehli olanlardır. Çünkü onlar, her meşru hükmün hem zahirini hem de bâtınım birlikte araştırmışlardır. Nitekim onlar, zahirleri için meşru gördükleri her hükmün bâtmlanyla olan ilişkisini de göz önünde bulundur­muşlardır. Şer'î hükümlerin tümünü bu şekilde algılamışlar ve kendilerine meşru kıldığı şekilde Cenab-ı Hakk'a hem zahirde hem de bâtında kulluk etmişlerdir. Böylece çoğunluğun kaybettiği kulluk yansını onlar kazanmışlardır. [663]

İbn Arabi'ye göre, gerçek saadet ve mutluluk zahir ve bâtını birleştiren­lerdedir. Onlar da Allah'ı ve ahkamı bilen âlimlerdir. O Fütûhât'ta şer'î konu­ların hepsini önce zahirî bağlamda eîe alacağını, zahirî yönüyle ilgili hükümIeri tam olarak inceledikten sonra, bu hükümlerin bâtınî yönlerini ortaya ko­yacağını, böylece şer'î hükümlerin insanın hem zahirine hem de bâtınına si­rayet etmiş olacağını belirtmektedir.[664]

Buraya kadar verilen bilgilerden anlaşıldığına göre Sünnî mutasavvıflar, özellikle Haris el-Muhasibî (Ö.243/857) Serrâc (Ö.378/998), Gülabâdî (0.380/ 990), Kuşeyrî (Ö.465/1072), Gazâlî (Ö.505/1111) ve İbn Arabî, bâtın ilminin varlığını kabul etmişler, bunu da nasların mânalarını derinleştirmek olarak anlamışlardır. İbn Teymİyye (ö.728/1327) İse, bâtın ilminin "imanın gizli ha­kikatlerini bilmek" anlamına geldiğini söyleyerek sûfilerin kendi gizli bilgilerini vahye denk tutmakla suçlamıştır.[665]

İsmail Hakkı Bursevî'ye gelince Bursevî, hemen hemen her eserinde gerek âyetlerin gerekse hadislerin zahirî mânaları yanında, anlayabildiği ka­dar bâtını mânalarından da bahsetmeye çalışmıştır.

Bursevî, her şeyden önce zahirî İlimlerin kesbî, bâtınî ilimlerin ise vehbî olduğu noktasına dikkat çeker: "Ilm-i zahir makâm-ı sıfattandır, talim-i ibâd ile hasıl olur. İlm-i bâtın makâm-ı zattandır, ilham ile ve talimullahi Teâlâ ile hasıl olur,[666] diyerek İki İlim arasındaki farka İşaret eder. Ona göre ehi-i bâtının vehbî, yani ilahi lütuftan kaynaklanan bu bilgileri her zaman diri olan Allah Teâlâ'dan gelmektedir. Diğerlerinin, ehl-İ rüsumun bilgileri ise "meyyiten an meyyit" yani ölüler aracılığıyle öğrenilmektedir. Bundan do­layı onların ilimlerinde fazla bereket yoktur. Fakat hakikat ehli olanların bir dersi ve bir nefesi bin ders ve bin nefes olur. Onların bu İlimlerine ilm-i nâfi, yani faydalı İlim denir. [667]

Esasen gerek ilm-İ zahir olsun, gerek ilm-i bâtın olsun, bunların her ikisi de Allah Teâlâ'nın lütfü sayesinde öğrenilir. Allah Teâlâ ikram ederse kulun aklı bir şeyler alır. Zira kesbî ilimler de vehbîdir. Ehl-i bâtının ilimlerinin vehbî, diğerlerinin bilgilerinin ise kesbî olduğunu söylemenin belli bir sının var mıdır? Kesbî ilimlerle uğraşanların vehbî ilimlerden hiç nasiplerinin ol­madığını söylemek mümkü.ı müdür? Yoksa vehbî olduğu iddia edilen ilimleri kontrolden ve tenkitten uzak tutmak için böyle bir yol mu seçilmiştir? Makûl esaslar İçinde bunları düşünmek, her insanın özellikle de ilim adamlarının hakkı, hattâ vazifesidir.

Önceki sûfilerde olduğu gibi, Bursevî'ye göre de Hz. Peygamber (s.a.)'in bir zahirî, görünür bir de bâtmî, görünmez yönü vardır. Nitekim Bursevî, Resûlullah (s.a.)'de iki nur bulunduğunu, bunlardan birincisinin nübüvvet nuru olup bu nura ahkamla uğraşan âlimlerin, ikincisinin ise velayet yani bâtın nübüvvet olup bu nura ise her asırda tayin edilen veliler ve kutupla­rın mazhar olduğunu belirtmekte, Resûl-i Ekrem'in zahir ve bâtından oluşan bu iki yönüne varis olan insanların her zaman varolduğunu, dolayısıyla Re­sûl-i Ekrem'in nübüvvet ve velayet nurunun ümmet arasında her an parladı-ğını, kıyamete kadar da parlayacağını ifade etmektedir. [668]

Bu durumda, yukarıda gerek Bursevî'nin gerekse İbn Arabi'nin ifadele­rinden insanın aklına şöyle bir sorunun gelmesi gayet tabiidir. Madem ki Resûlullah (s.a.)'de İddia edildiği gibi zahirî ve bâtını İki ilim vardı, neden hep zahirden sözetti de batından bahsetmedi?

Bursevî, bu soruya cevap verirken peygamberlerin avam ve havâss bü­tün insanlara gönderildiklerini bundan dolayı zahire göre onların anlayabile­cekleri bir dille konuştuklarını, bâtını mânalar üzerinde fazla durmayıp yalnız işaretle yetindiklerini belirterek; "Lâ yubâu'I-ibil fî sûki'd-decâce: Tavuk pa­zarında deve satılmaz" darb-ı meşeliyle bu tezini destekler.[669] Böylece halkın bu yüksek ilimleri ve qız\i incelikleri anlamaktan aciz olduğunu, bu yüzden de bu ilmîn mümkün mertebe gizlenilmesi, ya da son derece zeki ve bu ilme istekli olanlara öğretilmesi gerektiğini savunmaktadır. Çünkü halk bu yüksek ilmi ve ondaki ince mânaları anlayamaz veya yanlış anlar.

Bursevî, aynı meseleyi Kenz-İ Mahfî adlı eserinde de ele almakta pey­gamberlerin gönderiliş gayelerinin gizli, bâtmî bir üslûpla konuşup İnsanlar arasında karışıklık çıkarmak olmadığını, aksine onların maksatlarının âlemde huzur ve sükûnu sağlamak için çalışmak olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre lisan-i velayet, Hsan-ı nübüvvet gibi değildir, üsan-ı nübüvvet bü­tün bu mânalara İşaret etmekte birlikte bu mânaların anlaşılması havâssa, ümmetin seçkin tabakasına havale edilmiştir. Zira her sırrın tam olarak zuhur edip ortaya çıkması, vaktine bağlıdır. Her hakikat her asırda zahir olmaz, belki onun için belli bir zaman belirlenmiştir.[670] Bursevî, tasavvuf tarihi içinde tasavvufla ilgili söz söyleyen, tasavvufî meselelerle alakalı açıklamalar yapan mutasavvıfların İbn Arabî'ye kadar olan dönemde fazla derin konulara gir­mediklerini, İbn Arabî ile ve ondan sonra tasavvufta fevkalâde bir gelişme olduğunu belirmiştir. [671]

Bursevî'nin bu açıklamalarından anlaşıldığına göre o, İbn Arabi'den önce yaşayan Gülabâdî (ö.380/990)'nin eserlerinden Ebû Tâlib el-Mekkî (ö.386/996)'nin Kûtu'l-kulûb'undan, Gazâlî (ö.505/llll)'nin İhyâ'sından ve daha başka bâtın ilminden bahseden en önemli kaynaklardan yararlanmakla birlikte, daha çok Şeyh-i Ekber unvanıyla andığı, İbn Arabi'nin eserlerinden faydalanmıştır. Bursevî, İşarı yorumlarda bu saydığımız eserlerden büyük ölçüde istifade etmekte, bu âlimlerin görüşlerinden daha fazla etkilenmekte­dir. Zira bu kitaplarda naslar derinlemesine ele alınmış, çekirdeğin kabuğu soyularak özüne inilmeye çalışılmıştır.[672] Nitekim Bursevî, tefsirini isimlendi­rirken belki de bu noktadan hareketle ona Rûhu'l-beyân adını vermiş, âdeta bu eserde Kur'an'ın ruhuna, asıl maksadına yöneldiğini imâ etmek istemiş gibidir. Bursevî, Kur'an'ın zahir âlimlere kapalı olduğunu, onların Kur'an'dan anladıklarının ancak zahire ait hükümlerden İbaret bulunduğunu Kur'an'nm düğümlerinin bâtın ve hakikat ehli ulemâ tarafından çözüldüğünü belirtmiştir. Zira Kur'an'da;

"Allah'tan korkun ki, Allah size öğretsin [673] buyurulmuştur. Dolayısıyla Allah Teâlâ kimseye bildirmediğini onlara bildirmiş, öğretmiştir.

Bursevî, hadisleri de Kur'an'la kıyas ederek onun da bâtını mânalarının olduğunu söyler. Ona göre, Resûlullah (s.a.)'in muradı hakikattir. Onun mak­sadını da ancak hakikat ehli olanlar anlar. Öteden beri hadis âlimleri ve sarihleri, hadislerin hep zahire ait kısmıyla uğraşmışlar, Özüne inmemişlerdir. Nevevî (Ö.676/1277), Kirmanı (Ö.786/1384), İbn Hacer (p.852/1448) ve di­ğer ulemânın yazdıkları şerhlerle Konevî (ö.673/1274}'nin hadislere getirdiği yorumlar arasında büyük fark vardır.[674] Nitekim Konevî, kendisine kadar kırk hadis telif ve şerhi ile uğraşanlar için şöyle demektedir:

Bazıları için hadisler üzerinde söz söylemek mümkün olmuşsa da onlar genellikle hadislerin irabı ve zahirinden anlaşılan mânalar üzerinde durmuş­lardır. Zaten bu da azıcık Arapça ile uğraşan ve fıtrat-ı selimesi olanlar için gizli değildir. Bu eserlerin çoğunda bir fazilet, ziyade bir meziyet yoktur. Hal­buki asıl maksat Resülulîah (s.a.)'in maksudunu kavramak, sözünün ihtiva ettiği hikmet ve sırları Kitab ile sünnetin ışığı altında açıklamaktır.[675]

Bursevî ve Konevî'deki.bu anlayış ilk dönem sûfilerinden Ebû Nasr es-Serrâc (ö.378/998)'da da görülmektedir. Serrâc, âyetlerin ve hadislerin zahir ulema tarafından gerektiği şekilde anlaşılamadığından yakınarak şöyle demektedir:

Bu anlattıklarımızın temel dayanağı, Allah'ın kitabında ve Resûlullah'ın hadislerinde vardır. Ancak bunu anlayabilmek, ehlinin işidir. Alimler araştıra­cak olurlarsa, bunu inkar etmezler. Tasavvufa karşı çıkan ve onu reddeden­ler, sadece katı kuralcı zahir âlimlerinden bir gruptur. Çünkü onlar ne doğru dürüst Kitabullah'ı, ne de ahbâr-t Resûlullah'ı bilirler. Bildikleri sadece zahir ahkamı ve kendi muhaliflerine karşı kullanacakları bazı delillerdir. [676]

Bursevî, hakikat yerine surete mâna yükleyen, dinin belirli şekillerin i-Çİnde İcrasını her şeyin esası sayan zahirî yaklaşıma fazla itibar göstermemiş, kitleleri hakikat vadisinde yol almaktan, insanları tasavvufî bir yaşantıdan uzaklaştıran bir anlayışı ve bu anlayışı savunanları şiddetle eleştirmiştir. [677] O, uzun sayılabilecek meslek hayatında hep bu görüşleri savunmuş, kitaplarında hep bu fikirlerin yayılması için çalışmıştır. Bazı zamanlar kalemine ve kelâmına sahip olamamış, açık ve sert bir şekilde ehl-i zahire mensup bir ta­kım âlimleri tenkit etmiştir. Bunların başında fakihler gelir. Fukahânın din anlayışını ve dine yaklaşımını beğenmeyen Bursevî, Sİlsİle-i Celvetiyye adlı eserinde onları şu sözleriyle itham etmektedir:

"Zahir uleması Allah erlerinin deccalı ve firavunudurlar. Bunun içindir ki Mehdi ortaya çıktığında bütün fıkhı kitaplar askıya alınacak ve hükümsüz ilan edilecektir. [678]

Aynı eserin bir başka yerinde Hasan Basri (ö.H0/727)'nin Hz. Ali'nin manevi oğlu olduğunu anlatırken: "Bunu iyi anla zira muhaddis ve fakih bu lisanı bilmez. Bunu ancak Allah'ın ihsanına mazhar olanlar bilir [679] diyerek fakih ve muhaddislerin ilm-i bâtını tanımadıklarını, bu sahadaki idraklerinin kıtlığından dolayı bu gibi mânaları inkar ettiklerini söyler.[680] Onların iyi bir şekilde anlayıp kavramadıkları dini konularda, "Fehm etmedikleri nesneyi küfre hamlederler. Kailini ikfar ederler. Nitekim Şeyh-i Ekfer derler. Maahâzâ bizim yanımızda ekferin dahi mahmiUi sahihi vardır [681] açıklamalarıyla, İbn Arabi'ye yapılan hücumların haksızlığından şikâyet eder. Onlara, akla uzak gibi gelen konularda acele edip inkar yoluna gidilmemesini, ekâbirden sâdır olan kelamın iyi tetebbu edilmesi gerektiğini hiç olmazsa; "Bari erbab-ı bilür deyu" ehline havalesinin lazım olduğunu öğütler. [682]

Bursevî, "Levlâke" hadisinin aslının olmadığını söyleyen muhaddis ve fakihlere karşı acı konuşur. Onları, İlahi sırlardan haberi olmayan, maksuda ulaşmayan bir zümre olarak görür ve:

"işte nazar eyle ulemâ-i zahirînin tuğyanlarına ki her mâna-i latife ki havsala-i şuurlarına güncayiş (sığma) bulmaya hadlerini tecavüz edip redde müsaraât ederler [683] der.

Bursevî, muhaddislere karşı da sert sayılabilecek eleştiriler yöneltir: "Al­lah, Adem'den önce yüzh'm Adem yaratmıştır [684] mealinde hadis ola­rak naklettiği İbare üzerinde dururken bu hadisi reddeden hadisçileri anlayış­larının kıtlığıyla itham ederek;

"Ehi-i hadis alîlü'l-basar olduklarından bu hadise nazar-ı sıhhatle bak­mazlar [685] der. Ömrünü tamamen ilme vakfetmiş muhaddislerden Hatîb el Bağdadî (ö.463/1071)'nin İmam Ebû Hanife'ye karşı aşın derecede mutaassıp davrandığını belirterek; "İşte bak, mücerred ilim insanı hakikatlere götürmez. Belki çoğu zaman inançları da bozar" diyerek ehl-i zahirin ilm-i bâtından mahrum oldukları noktasına dikkat çeker. [686]

Yine aynı şekilde "Ebû Hanife ümmetimin kandilidir "şeklindeki hadisi kabule yanaşmayan şâfiî muhaddislerin bu konuda taassuba gittiklerini ifade eder ve: "Onlar çarpışan deniz dalgalan içindeki balıklar gibidir" der.[687] Bursevî, zahir ilimlerin insanı gayeye ulaştırmayacağına dair bir başka örnek daha verir ve der ki: "Tefekkür eyle sahibü't-Tefsiri'l-kebîr Fahruddin er-Razî'nin halini ki, âlim-i ehl-i zamanını iken Necmüddin Dâye yüzünden mülzem ohcak, insaf edip şeyhin emriyle halvetine nüzul etti. Feemma ulûm-i resmiyye efkarı onu alıp ve halvette karar-dâde olamayıp âhir oradan çıktı ve kendi muradı üzerine gitti. Ve ilâ hâze'l-ân dillerde dâstân olup bazı ahvali söylenir. [688]

Sûfıyye arasında meşhur olan hırka giyme meselesinde, sahih bir hadi­sin sabit olmadığını söyleyen hadisçiler hakkında;

Ba'de zâ malûm ola ki, beyne's-süfiyyeti'l-mütehakkıkîn müteâref o-lan telebbüs-i hırka, Resûluliah'tan (sallallahu aleyhi ve selîem) sabit olma­mıştır. Belki anın hakkında varid olan eserler batıldır deyu, ehl-i hadis inkar etmişlerdir ve tarîk-ı inad ve taassuba gitmişlerdir. Zira onlardan, süfi namına katı (çok) nâdirdir. Ve tâife-i fukahâ dahi böyledir. Anmçün ziyy-i ulemâda olanların ekseri ile'l-ân ve ilâ kıyami's-sâah decâcilet-i ibadillahi's-salihîn ve ferâinetü'l-evliyâi'l-ârifîn olmuşlardır" sözleriyle muhaddis ve fakihleri sûfilere karşı tavır almakla itham etmektedir. [689]

Bursevî, Kitabü'n-Netice adlı eserinde de yukarıdaki bilgilere benzer sözler söylemekte, sûfiyyeyi müdâfaa ve zahir ulemayı da tenkit sadedinde şöyle demektedir:

"Bu iki taife arasında ila yevmi'l-kıyam beynûnet bakiyedir, mümin ve kafir miyânında harb ve cenk baki olduğu gibi. Eğerçi erbâb-ı hakikat hamûl ve sabûrdur. Ve isare-i fitne edenler erbab-ı rüsumdur. Zira decâdle-i ibâdullahi'S'Salihin ve ferâine-i ehlullahi'l-mukarrabindir ki, kendi nefsi hâtıelerin nisyan edip bî-günah olanların a'razına ve aleyhine düşerler.[690] Yine Bursevî, tasavvuf erbabının inkar ehli yanından meczumdan kaçar gibi kaçtıklarını, zira onların yaralarının merhem kabul etmediğini kendileriyle sohbette bir bereket bulunmadığını söylemekte, "Tekke ehli medresede ney­ler ki bu cây-ı kâl (söz yeri), o mahall-i hâldir" demektedir.[691]

Buraya kadar verdiğimiz bilgilerden Bursevî'nin gerçekten zahir ulema­ya ağır tenkitler yönelttiği, bu tenkitlerinde bazı zamanlar ifrata kaçtığını da söylemek  mümkündür.   Nitekim  Kevserî  {ö.1371/1952),   Bursevî'nin  bu tenkitkâr ruh halini iyi tespit etmiş olmalı ki, onu vaiz, usûlcü, araştırmaların­da nefesi uzun, her kitaptan nakilde müsamahalı, zahid, son derece vera sa­hibi, âbid, vecd ehli ve zahir âlimlere karşı sûfiyyeyi açıkça müdafaa eden, onlarla çokça sürtüşen bir âlim olarak tanıtmaktadır.[692] Bunda Bursevî'nin yaşadığı dönemde sûfiyyenin bîr takım ithamlara maruz kalması, devlet a-damları tarafından bazı tarikat mensuplarının ceza alması gibi tatsız olaylar rol oynamış olabilir. Fakat her İnsan için, özellikle de sözlerini eserlere yaza­rak tescil edip ebedileştiren ilim adamları için, karşı tarafa yapılacak eleştiri­lerde hiç bir zaman insaf elden bırakılmamalı, bu hücumlarda belli ölçüler aşılmamalıdır.

Bursevî, zahir ulemâya böylesine hücum etmekle beraber, tamamen onları dışlamayı da doğru bulmaz. Zira onun ithamda bulunduğu kişilerin oranı bellidir ve bunu genele teşmil etmek doğru değildir. Onun şu sözleri buna delildir:

Ulemâ-i rüsum arasında nicefasık vefacir, belki nice kafir var iken on­ların itikadat-ı seyyie ve a'mâli kabihasma nazar edip sair ulemâ-i sünneti cerh ve tan etmek caiz olmadığı gibi, mutasavvıfa arasında dahi nice mülhid ve zındık, zâiğ ve dâlle bakıp sair ulemâ-i billahe itâle etmek dürüst değildir. Zira sâri değildir. Belki herkes ameline merhândur.[693]

Ehl-i zahire karşı ehl-i bâtını müdafaa eden, "Sûfiyye-i muhakkikine ehl-i bidat diyen, imana küfür itikat etmiş gibi olup kafir olur" diyen Bursevî'nin bâtın anlayışı, zahiri gereksiz görüp bütünüyle bâtına yönelik bir bâtınîlik değildir. O zahiri esas alan bir bâtın taraftarıdır. "Zâhir-i şer'a murâât ve muhafaza lazımdır ki, cadde-i kümmel budur [694] derken, kamil velilerin yolunu gösterir ve mürşid olacak bir adamda zahir şeriatın bilinmesini ön plana alarak;

Hâşâ ki şerâyi-İ zahire ve ahval-i bâtmeden bî behre olan kimse mürşid ola. Zira kendi mürşide muhtaç olan kimse gayriye nice delil ola [695] demekte ve zâhir-i şeriatın önemine değinmektedir.

Bursevî'nin bu yaklaşımları onun İslâm'ın zahir hükümlerine ve temel esaslarına aykırı bulunan söz ve davranışların kabul edilemeyeceğini, Ebû Saîd el-Harrâz (Ö.277/890), Hucvirî (Ö.465/1072), Gazâlî (Ö.505/1111) ve Sühreverdî (ö.632/1235) gibi bir çok sünnî mutasavvıf tarafından benimsenen; "Zahire aykırı düşen her bâtın batıldır [696] kaidesini benimsediğini göstermektedir.

Bursevî bu temel esasa riâyet etmekle birlikte, asıl ve faydalı ilim olarak ilm-i bâtını kabul etmekte, naslann Özüne nüfuzu gaye edinen bu ilmin üs­tünlüğüne dikkat çekmektedir. Zira bu yolda olanların ilimleri keşif ve yakın üzerinedir. Zahir âlimlerinin ilimleri İse, fikri ve zihnî düşüncelerdir.[697] Ule-mâ-i billah olanların tarikatlarının bidayeti takva ve salih amel iken, başka-lann kî kitapları mütâlâa ve menfaatlerinin gerçekleşmesi için insanlardan yardım İstemektedir. Ulemâ-i billah olanların nihaî ilimleri Allah Teâlâ'yı müşahedeye ulaşma, diğerlerinin kî ise şöhret, makam ve mansıplara kavuş­madır. İşte Bursevî'ye göre yol, ancak hidâyet önderleri olan bu âlimlerin yoludur. [698]

Zâhir-bâtın meselesinde bizim şahsi kanaatimiz, her şeyden önce bu konuda belli bir sonuca varmak mümkün görünmemektedir. Dinî meseleler­de aslolan, zahire ait hükümlerdir. Bu ana ilke merkez olarak kabul edildikten sonra, kişilerin kabiliyet ve İlgilerine göre eğer ihtiyaç hissediliyor ve bunda da bir fayda mülâhaza ediliyorsa o takdirde, şer'ı şerife aykırı olmamak ve haddi de aşmamak şartıyla bâtınî bilgilerden de yararlanılmasında bir sakınca olmamalıdır.

Sonuç olarak sûfilerde görülen bu zâhir-bâtın ayırımı onların ilim an­layışlarına, bilgilerinin kaynaklarına tesir etmiş, onları genelin kabul ettiği metodlardan farklı mecralara çekmiştir. Ehl-i zahirin kabul edip benimsedi­ği, ilim öğrenip üzerlerine hükümler bina ettiği ilim yollan objektif ve gözle görünürken, ehl-i bâtının bu konudaki usûlleri sübjektif olmuş, herkes tara­fından kontrole imkan verecek ölçüde olmamıştır. Onların kalbe dayanan bu keşif metodları, iki ilim arasında önemli ayrılıklara yol açmıştır. Dolayısıyla burada, ehl-İ zahir ve ehl-i bâtın tarafından kullanılan bilginin kaynaklan problemi ve bu problem sonucunda doğacak anlayış farklılıklarının, hadise yansıma şekilleri üzerinde durma zarureti doğmuştur. [699]


[655] Uludağ, "Bâtın İlmi", DÎA., V, 188-189. bk. Şevkanî, Velâyetullah, s. 72.

[656]Serrâc, s. 23-24; Uludağ, "Bâtın İlmi", DİA., V, 188.

[657] Uludağ, "Bâtın İlmi", DÎA., V, 188.

[658] Seirâc, s. 23. Serrâc burada, kendi görüşlerini Lokman (31), 20 ve Nisa (4), 83. âyetleriyle destekler. Lüma, s. 24.

[659] Serrâc, s. 24. Sofilere göre bu konuda bazı hadisler de rivayet edilmiştir. Bu hadislerden biri, "Kur'an, yedi harf üzerine nazil olmuştur. Her ayetinin bir zahiri bir de bâtını vardır". Heysemî, Mevârid, s. 441; Gazâlî, I, 297; İbn Arabî, bu hadisin keşfen sıhhatine kail olmuş­tur. Fütuhat, I, 187; Ateş, Sülemî ve Tasavvufi Tefsiri, s. 16-20. Bir diğeri de "İyi bilin ki, bana Kur'an ve onun bir misli verildi" hadisidir. Ebû Dâvûd, sünnet 6; Tirmizî, İlim 10; Dârimî, mukaddime 49; Mûsned, IV, 130; Serrâc, s. 23-24.

[660] Gazftlî, 1,19-20.

[661] Uludağ, "Bâtın İlmi", DİA, V, 188.

[662] Uludağ, "Batın İlmi", DİA., V, 188. Zâhir-bâtınla İlgili bazı değerlendirmeler İbn Arabî, Füsûsu'l-hikem, s. 54.

[663] Fütuhat, I, 334.

[664] Fütuhat, I, 334; Kurt, Endüiüste Hadis ve İbn Arabî, s. 507.

[665] Uludağ, "Bâtın İlmi", DİA., V, 189. bk. İbn Teymİyye, Risale fî llml'l-bâtm, 229-252; Aydınlı, s. 92-97.

[666] Ferah, I, 19; a.e., II, 8.

[667] Si/si/e, s. 10, Bursevî, Tâhâ Sûresi'ndeki (20), 114; "Rabbim, ilmimi artır de\" âyetinde kastedilenin bu ilahi ilim olduğunu söylemektedir. Rûh, V, 432; Silsile-i Ce/uefiyye, s. 21. Bu konuda İbn Teymİyye (Ö.728/1327), "İlim ikidir. Biri kalpte, diğeri de dildedir. Kalp ilmi, ilm-i nâfidîr. Dil ile olan ilim ise, Allah'ın kullarına karşı bir hüccetidir" şeklinde Hasan Basrî (ö.H0/728)'den mürsel olarak bir hadis nakletmektedir. İbn Teymİyye, Kitabü'l-imân, s. 23, 23-28. Hadis için bk. Süyûtî, ed-Dümı'1-mensftr, V, 250; Müttakî, Kenzü'l-ummâl, nr. 28947.

[668] Hadis-i Erbaîn, s. 29.

[669] Silsile, s. 21; Şerh-i SalauâU Meşişiyye, s. 24; Şerh-İ Pend, s. 524. Bursevî, Hadis-i Erbain, s. 95'de Peygamber (a.s.)'ın "Ben zahire göre hükmederim" dediğini nakletmekle birlik­te bu ibare hadîs değildir. Kitabü'n-Netice, II, 292. Bunu Nevevî, Resûlullah (s.a.)'İn "Ben ne insanların kalplerini açmaya ne de karınlarını yarmaya memurum" Müslim, zekat 144 hadisinin şerhinde söylemiş, fakat her nedense fakih ve usûlcüler arasında bu söz hadis ola­rak şöhret bulmuştur, Nevevî, V, 22; Sehâvî, s. 91; Aclûnî, I, 221-223. Bununla birlikte bu mânayı doğrulayan sahih hadisler vardır, bk. yukarıdaki eserler. Nitekim İmam Şafiî, Allah Teâlâ'nın insanlara hüccetlerini açık bir şekilde bildirerek dünyada ancak zahir ve aşikâr ci­lanla amel etmelerini emrettiğini belirtmiştir ki, onun bu açıklaması yukarıdaki mânaya uy­gun düşmektedir. Ebû Zehre, Şafiî, s. 281-

[670] Kenz-i Mahfî, s. 116-117. Kitabü'n-Netice'de ise keşifte ihtilal (karışıklık) olduğunu, şeriatın ihtilâli kabul etmediğini bundan dolayı da Resûl-i Ekrem (s.a.)'in şeriatla konuşup hakikata şeriatla remizde bulunduğunu, marifet yoluna irşad kıldığını belirtmiştir. Bursevî'ye göre süt olan bir yerde kaymak ve yağ da olur. Fakat bunların meydana gelmesi için tarikat lazımdır ki mücahededir. Zira süt durduğu yerde kendiliğinden kaymak ve yağ olmaz. Belki bu ame­le muhtaçtır. İşte âlem-i hikmet sebepler âlemidir ve âlem-i esbâbta kudret delilleri azdır. a.g.e., 1,365.

[671] Kitabü'n-Netice, II, 337. İbn Arabî hakkında geniş bilgi için İbn Arabî kısmına bakınız.

[672]Uludağ, "Bâtın İlmi", DİA., V, 188.

[673] Bakara (2), 282.

[674] Rû/ı, IX,388.

[675] Konevî, Şerhu 'İ-Erbaîn, s. 3; bk Rûh, IX, 388.

[676] Serrâc, s. 17.

[677]Öztürk, Tasavvufun Ruhu, s. 22.

[678] Si/si/e, s. 32. Fakihlerin bu şekilde sert bir dille tenkidi İbn Arabi'de de görülür. Hatta yuka­rıdaki birinci cümle ona aittir. Keklik, Fütuhat, s. 9. Gazâlî'nİn fakihlere yönelik eleştirileri olmuşsa da bu kadar ağır olmamıştır. İhya, I, 17-18; bk. İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 96. Fukaha ile mutasavvıfa arasındaki ihtilaflar için bk. Ahmed Emin, Zuhru'l-İslâm, 11 53-82.

[679] Silsile, s. AO.

[680] a.g.e, s. 40.

[681]Şerh-i Gazett Bayram Veli, vr. 34b.

[682]Şerh-İ Salauat-t Meşişiyye, s. 25.

[683] Kitabü's -süiûk, vr. 3a-b; bk. Tuhfe-i Vesîmiyye, s. 3-4; Kitabü'l- hıtab, s. 86-87.

[684] Meşhur ve mutemed hadis kitaplarında kaynağını tespit edemediğimiz bu hadis, tasavvufî eserlerde geçmektedir. İbn Arabî, Fütuhat, III, 348, 549; Ferah, I, 26; II, 35; Hadis-i Erbain, s. 193-194. Hadisle ilgili geniş bilgiler İkinci bölümde gelecektir.

[685] Hadis-i Erbam, s. 194.

[686]Şerhu Nuhbe, nr. 35, vr. 13b.

[687] a.g.e., vr. 418b.

[688] Kitabü'n-Netice, 11,398.

[689] Silsile, s. 32; bk. Hadis-İ Erbain, s. 166.

[690] Kitabü'n-Netice, 11,239.

[691] Kitabü'n-Netice, 1,397,11,426.

[692] Kevserî, Makalât, s. 594.

[693]Şerh-i Salauât-ı Meşİşİyye, s. 32.

[694] Hadisi Erbain, s. 75.

[695] Tuhfe-i Vesîmiyye, s. 20. Bir başka yerde ise; "Sûfl odur ki, zahir şer'a halini tatbik ide ve ilm-İ hal bile" diyerek gerçek sûfinin zahir şeriata bağlı bulunduğu belirtmektedir, biayâtu'l-bâl, vr. İla.

[696]İbnü'1-lmâd, II, 192; Uludağ, "Bâtın İlmi", DİA., V, 189.

[697] Bursevî, zahir ulemâyı ehl-İ kil ve kâl, yani dedi kodu yapan kimseler olarak görmekte, onla­rın ilimlerinin keşfe dayanmayıp falan şöyle dedi, bu konuda şöyle denildi gibi genellikle na­kilden ibaret olduğuna dikkat çekmektedir. Hadis-i Erbain, s. 194.

[698] Rûh,IV,48.

[699] Zahir ve bâtın ilmi hakkında geniş bilgi için bk. Serrâc, s. 23-24; Kuşeyrî, 72-73; Gazâlî, I, 19-22; Sühreverdî, s. 52-59; İbn Teymiyye, Risale fî ilmi'l-bâtın, s. 229-252; Siiyûtî, Itkân, II, 235-257; Cami, s. 44-45; Ateş, Sü/emi ve Tasâuuufi Tefsin, s. 24-27,142-146; Aydınlı, s. 92-97; Uludağ, "Bâtın İlmi", DM., V, 188-189.