๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Sözler => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 12 Şubat 2011, 21:55:31



Konu Başlığı: Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı
Gönderen: Zehibe üzerinde 12 Şubat 2011, 21:55:31
Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı

Hikmetteki desâtir, hükûmette nevâmis, hakta olan kavânin, kuvvetteki kavâid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid,

Cumhur-u nasta olmaz ne müsmir ve müessir. Şeriatte şeâir kalır mühmel, muattal; umur-u nasta olmaz müstenid ve mu'temid.

Bazan zıd, zıddını tazammun eder

Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını HAŞİYE 1

Zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî.

Menfaati esas tutan siyaset canavardır

Menfaat üzere çarhı kurulmuş olan siyaset-i hazıra müfterisdir, canavar.

Aç olan canavara karşı tahabbüp etsen, merhametini değil, iştihasını açar.

Sonra döner geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister.

Kuvâ-yı insaniye tahdit edilmediğinden cinayeti büyük olur

Hayvanın hilâfına, insandaki kuvâlar fıtrî tahdit olmamış. Onda çıkan hayr ü şer, lâyetenâhî gider.

Onda olan hodgâmlık, bundan çıkan hodbinlik, gurur, inat birleşse, öyle günah oluyor HAŞİYE 2 ki beşer şimdiye kadar

Ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

Hem meselâ, bir adam tek yalancı sözünü doğru göstermek için, İslâmın felâketini kalben arzu eder.

Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzumsuz olmaz, Cennet ucuz değildir.

Bazan hayır, şerre vasıta olur

Havastaki meziyet, filhakika sebeptir tevazu, mahviyete; olmuş maatteessüf sebeb-i tahakküme,

Tekebbüre hem illet. Fakirlerdeki aczi, âmilerdeki fakrı, filhakika sebeptir ihsan ve merhamete.

Lâkin maatteessüf müncer olmuştur şimdi zillet ve esarete. Birşeyde hasıl olan mehâsin ve şerefse,

Havas ve rüesâya o şey peşkeş edilir. O şeyden neş'et eden seyyiat ve şer ise, efrad ve hem avâma,

Taksim, tevzi edilir. Aşiret-i galipte hasıl olan şerefse, "Hasan Ağa, aferin!" Hasıl olan şer ise,

Efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazin!

Gaye-i hayal olmazsa enaniyet kuvvetleşir

Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsi edilse; elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler.

Ene kuvvetleşiyor, bazan sinirleniyor. Delinmez, tâ "nahnü" olsun. Enesini sevenler başkalarını sevmezler.

Hayat-ı ihtilâl mevt-i zekât, hayat-ı ribâdan çıkmış
Bilcümle ihtilâlât, bütün herc ü fesâdat, hem asıl, hem madeni, rezâil ve seyyiat, bütün fâsit hasletler,

Muharrik ve menbaı iki kelimedir tek, yahut iki kelâmdır. Birincisi şudur ki: "Ben tok olsam, başkalar,

Acından ölse neme lâzım." İkincisi: "Rahatım için zahmet çek. Sen çalış ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler."

Birinci kelimede olan semm-i kàtili, hem kökünü kesecek, şâfi devâ olacak tek bir devâsı vardır.

O da zekât-ı şer'î ki bir rükn-ü İslâmdır. İkinci kelimede, zakkum-u şecer münderiç. Onun ırkını kesecek, ribânın hurmetidir.

Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtını vaz etmeli, ribâyı kaldırmalı.

Beşer hayatını isterse envâ-ı ribâyı öldürmeli

Tabaka-i havastan tabaka-i avâma sıla-i rahm kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor

Sadâ-yı ihtilâli, vâveylâ-yı intikamı, kin ve haset enîni. Yukarıdan iniyor

Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm saikası. Aşağıdan çıkmalı

Tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisal. Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli,

Hem şefkat ve terbiye. Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta, ribâyı tard etmeli.

Kur'ân'ın adaleti bâb-ı âlemde durup ribâya der "Yasaktır; hakkın yoktur, dönmeli."

Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. HAŞİYE 3 Müthişini yemeden bu emri dinlemeli.
Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır

Bir rüyada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi, tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor.

Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.

Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor.

Gayr-ı meşru tarik, zıdd-ı maksuda gider

1(http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/risale/turkish/nurlar-tr/a-sozler/ayetler/a34017.gif) bir düstur-u azîmdir. Gayr-ı meşru tarik ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat.

Avrupa muhabbeti gayr-ı meşru muhabbet, hem taklit ve hem ülfet.

Âkıbeti mükâfat: mahbubun gaddârâne adâveti, cinâyat.

Fâsık-ı mahrum bulmaz ne lezzet ve ne necat.

Cebir ve İtizalde birer dane-i hakikat bulunur

Ey talib-i hakikat! Maziye, hem musibet; müstakbel ve mâsiyet ayrı görür şeriat. Maziye, mesâibe nazar olur kadere.

Söz olur Ceberîye. Müstakbel ve maâsi, nazar olur teklife. Söz olur İtizâle. İtizal ile Cebir şurada barışırlar.

Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan, tâmimdir.

Acz ve cez' biçarelerin kârıdır

Ger istersen hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma.

Ger istersen rahatı, çaresi bulunmayan şeyde ceza'a sarılma.

Bazan küçük birşey büyük bir iş yapar
Öyle şerâit oluyor, tahtında az bir hareke sahibini çıkarıyor tâ âlâ-yı illiyyîn.

Öyle hâlât oluyor ki, küçük bir hareket, kâsibini indiriyor tâ esfel-i sâfilîn.

Bazılara bir an bir senedir
Fıtratların bir kısmı birden bire parlıyor. Bir kısmı tedricîdir, şey'en şey'en kalkıyor. Tabiat-ı insanî ikisine de benziyor.

Şerâite bakıyor, ona göre değişir. Bazan tedricî gider. Bazan dahi oluyor barut gibi zulmanî; birden bire fışkırıyor.

Nuranî bir nar olur; bazı olur, bir nazar, fahmi elmas ediyor. Bazı olur, bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı peygamber

Birden bire kalb eder bir bedevî câhil, bir ârif-i münevver.

Eğer mizan istersen: İslâmdan evvel Ömer, İslâmdan sonra Ömer.

Birbiriyle kıyası: bir çekirdek, bir şecer. Def'aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber.

Cezîretü'l-Arabda, fahm olmuş fıtratları kalb etti elmaslara, birden bire serâser,

Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.

Yalan bir lâfz-ı kâfirdir

Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali. Sıdk büyük esastır, bir cevher-i ziyalı.

Yeri verir sükûta-eğer çıksa zararlı. Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faydalı. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı.

Lâkin hakkın olamaz her doğruyu söz etmek. Bunu iyi bilmeli. "Huz mâ safâ, da' mâ keder" kendine düstur etmeli.

Güzel gör, hem güzel bak. Tâ güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı.

Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda emeli. Sûizanla yeistir saadet muharribi, hem de hayatın katili.
Bir meclis-i misalîde, şeriatle medeniyet-i hazıra, dehâ-i fennî ile hüdâ-yı şer'î muvazeneleri

Birinci Harbin Mütareke başında, bir Cuma gecesinde, bir rüya-yı sadıkada, misalî âleminde, bir meclis-i azîmde benden sual ettiler:

"Mağlûbiyet sonunda İslâmın âleminde ne hal peydâ olacak?" Asr-ı hazır meb'usu sıfatıyla söyledim; onlar da dinlediler.

Eski zamandan beri istiklâl-i İslâmın bekası, hem kelimetullahın i'lâsı için, farz-ı kifâye-i cihâdı, o lâzıme-i diyanet,

Deruhte ile, kendini yekvücud-u vahdânî, İslâmın âlemine fedaya vazifedar, hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet,

Şu millet-i İslâmın felâket-i mazisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet

İstikbalde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran etmiyor elbette hiç hasâret. Halini istikbale tebdil eder zîhimmet.

Zira ki şu musibet, hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesanüd-ü İslâmı harikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet,

Tesri-i ihtizazı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit

İslâmî medeniyet. Müslümanlar bil'ihtiyar elbet evvel girecek. Muvazene istersen: Şer'in medeniyeti, şimdiki medeniyet,

Esaslara dikkat et, âsarlara nazar et. Şimdiki medeniyet esâsâtı menfidir. Menfi olan beş esas ona temel, hem kıymet.

Onlarla çarh kurulur. İşte nokta-i istinad: Hakka bedel kuvvettir. Kuvvet ise, şe'nidir tecavüz ve teâruz. Bundan çıkar hıyânet.

Hedef-i kastı, fazilet bedeline hasis bir menfaattir. Menfaatin şe'nidir tezâhum ve tehâsum. Bundan çıkar cinayet.

Hayattaki kanunu teâvün bedeline bir düstur-u cidaldir. Cidâlin şe'ni budur: tenâzu' ve tedâfü'. Bundan çıkar sefalet.

Akvamların beyninde rabıta-i esası: âharın zararına müntebih unsuriyet. Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.

Milliyet-i menfiye, unsuriyet, milliyet; şe'ni olur daima böyle müthiş tesadüm, böyle feci telâtum. Bundan çıkar helâket.

Beşincisi şudur ki: Cazibedar hizmeti hevâ, hevesi teşci, teshil; hevesâtı, arzuları tatmin. Bundan çıkar sefahet.

O hevâ, hem heves, şe'ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Mânevî meshediyor; değişir insaniyet.

Şu medenîlerden çoğunun eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur suret.

Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. Zemindeki mevâzin, mizanıdır şeriat.

Şeriatteki rahmet, semâ-i Kur'ân'dandır. Medeniyet-i Kur'ân esasları müsbettir. Beş müsbet esas üzere döner çarh-ı saadet.

Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır. Hakkın daim şe'nidir adalet ve tevazün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şekavet.

Hedefinde menfaat yerine fazilettir. Faziletin şe'nidir muhabbet ve tecazüb. Bundan çıkar saadet; zâil olur adâvet.

Hayattaki düsturu, cidal kıtal yerine düstur-u teavündür. O düsturun şe'nidir ittihad ve tesanüd; hayatlanır cemaat.

Suret-i hizmetinde, hevâ heves yerine hüdâ-yı hidayettir. O hüdânın şe'nidir insana lâyık tarzda terakki ve refahet,

Ruha lâzım surette tenevvür ve tekâmül. Kitlelerin içinde cihetülvahdeti de: Tard eder unsuriyet, hem de menfi milliyet.

Hem onların yerine rabıta-i dindir, nisbet-i vatanîdir, alâka-i sınıfîdir uhuvvet-i îmânî. Şu rabıtanın şe'nidir samimî bir uhuvvet,

Umumî bir selâmet. Hariç etse tecavüz, o da eder tedafü. İşte şimdi anladın, sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet.

Şimdiye kadar İslâmlar ihtiyarıyla girmemiş. Şu medeniyet-i hazıra onlara yaramamış. Hem de onlara vurmuş müthiş kayd-ı esaret.

Belki nev-i beşere tiryak iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şekavet. Yüzde onu çıkarmış muzahraf bir saadet.

Diğer onu bırakmış beyne beyne bîrahat. Zalim ekallin olmuş gelen ribh-i ticaret. Lâkin saadet odur: Külle ola saadet.

Lâakal ekseriyete olsa medar-ı necat. Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur'ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet:

Umuma, ya eksere verirse bir saadet. Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, hevâ da hür olmuştur. Hayvânî bir hürriyet.

Heves tahakküm eder. Hevâ da müstebittir. Gayr-ı zarurî hâcâtı havâic-i zarurî hükmüne geçirmiştir. İzale etti rahat.

Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtac-ı fakir etmiştir. Sa'yi helâl, masrafa etmemiştir kifayet.

Onda hile, harama beşeri sevk etmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate, hem nev'e vermiştir servet, haşmet.

Ferd-i şahsı ahlâksız, hem fakir eylemiştir. Bunun şahidi çoktur: Kurun-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinayet, hem gadr ve hem hıyanet,

Şu medeniyet-i habîse tek bir defada kustu. Midesi HAŞİYE 1 daha bulanır. Âlem-i İslâmdaki istinkâf-ı mânidar, hem de bir câ-yı dikkat.

Kabulde muztariptir, soğuk da davranmıştır. Evet, Şeriat-i Garrâda olan nur-u İlâhî, hassa-i mümtazıdır istiğnâ-yı istiklâliyet.

O hassadır bırakmaz ki o nur-u hidayet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehâsı ona tahakküm etsin. Onda olan hidâyet,

Bundaki felsefe ile mezc olmaz, hem aşılanmaz, hem de tâbi olamaz. İslâmiyet ruhunda şefkat, izzet-i iman beslediği şeriat,

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan tutmuş yed-i beyzâda hakaik-i şeriat. O yemîn-i beyzâda birer asâ-yı Mûsâdır. Sahhar medeniyet istikbalde edecek ona secde-i hayret.

Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev'emdi. Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti.

Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.

Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdetâ o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu.

Güya bir nevi tenasuh başlarından geçmişti. Ey birader misali! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti

Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı. Birbiriyle döğüştü; hiç de barışmadılar.

Nasıl olur ki aslı, hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu. Kur'ân'da olan nuru, şeriat hidayeti, şu medeniyetin ruhu olan Roma dehâsı birbiriyle barışır, hem mezc ve ittihadı.

O dehâ ile bu hüdâ menşeleri ayrıdır. Hüdâ semâdan indi, dehâ zeminden çıktı. Hüdâ kalbde işliyor; dimağı da işletir.

Dehâ dimağda işler; kalbi de karıştırır. Hüdâ ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.

İstidad-ı kemâli birden bire yol alır. Nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-simâ ediyor insan-ı himmetperver.

Dehâ ise, evvelâ nefse ve cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşvünemâ buluyor.

Ruhu eder hizmetkâr; taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüdâ, hayatına saadet veriyor, dâreyne ziya neşrediyor, insanı yükseltiyor.

Deccal-misal HAŞİYE 2 dehâ-yı a'ver, bir dâr ile bir hayatı anlar, maddeperest olur ve dünyaperver. İnsanı yapar birer canavar.

Evet, dehâ sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüdâ şuurlu san'atı tanır, hikmetli kudrete bakar. Dehâ zemine küfran perdesi çeker. Hüdâ, şükran nurunu serper.

Bu sırdandır, dehâ a'mâ-i asam, hüdâ semî-i basîr. Dehânın nazarında, zemindeki nimetler sahipsiz ganimettir.

Minnetsiz gasp ve sirkat, tabiattan koparmak, canavarca his verir.

Hüdânın nazarında, zeminin sinesinde, kâinatın yüzünde serpilmiş olan niam, rahmetin semerâtı. Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.

Bunu da inkâr etmem, medeniyette vardır mehâsin-i kesire. Lâkin, onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icadı,

Ne şu asrın san'atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, hususî şer-i Ahmedî,

İslâmî inkılâptan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez. Misalîler meclisi, o meclisin reisi tekrar sordu. Hem dedi:

Musibet olur her dem hıyânet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı.

Hangi ef'âlinizle kazaya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i İlâhî musibetle hükmetti, sizleri hırpaladı?

Hata-yı ekseriyet olur sebep daima musibet-i âmmeye. Dedim:

Beşerin dalâlet-i fikrîsi, Nemrudâne inadı, Firavunâne gururu şişti,

Şişti zeminde, yetişti semâvâta. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate. Semâvattan indirdi

Tufan, tâun misali, şu harbin zelzelesi, gâvura yapıştırdı semâvî bir silleyi. Demek ki şu musibet bütün beşer musibetiydi.

Nev'en umuma şamil, bir müşterek sebebi, maddiyyunluktan gelen dalâlet fikri idi. Hürriyet-i hayvânî, hevânın istibdadı.

Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık Teâlâ yirmi dört saatten bir saati istedi.

Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu.

Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.

Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Kefâreten beş sene cebren oruç tutturdu.

Kendi verdiği malından, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti.

O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi:

Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfi, ıztırarî. Bütün âlâm, mesâib, a'mâl-i salihadır; lâkin menfidir, ıztırarî. Hadis teselli verdi.

Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı, fiilî bir tevbe etti. Mükâfât-ı âcili: Şu milletin humsu dört milyonu çıkardı,

Derece-i velâyet, mertebe-i şehadet ile gazilik verdi, günahı sildi. Bu meclis-i âlî-i misalî bu sözü tahsin etti.

Ben de birden uyandım, belki yakza ile yeni yattım. Bence yakza rüyadır.

Rüya bir nevi yakzadır. Orada asrın vekili, burada Said Nursî.




HAŞİYE 1 Bu zamanı tam görmüş gibi bahseder.

HAŞİYE 2 Bunda da bir işaret-i gaybiye var.

HAŞİYE 3 Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. Evet, beşer dinlemedi, bu İkinci Harb-i Umumî ile dehşetli silleyi de yedi.
1 Katil miras alamaz. (Tirmizi, Ferâiz: 17; Ebû Dâvud, Diyât: 18; Dârimî, Ferâiz: 41; İbn-i Mâce, Ferâiz: 8, Diyât: 14; Müsned, 1:49.)

HAŞİYE 1 Demek daha dehşetli kusacak. Evet, iki Harb-i Umumî ile öyle kustu ki, hava, deniz, kara yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi.

HAŞİYE 2 Bunda da bir ince işaret var.