๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Söyleşi => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 26 Temmuz 2012, 14:21:51



Konu Başlığı: Prof. Dr. Bedri Gencer
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 26 Temmuz 2012, 14:21:51
Prof. Dr. Bedri Gencer ile modernlik üzerine
İbrahim BARAN • 80. Sayı / SÖYLEŞİ


Modernizm ya da modernleşme, günümüz toplumlarını saran ve neredeyse tanımlanamaz hale gelen en kritik kavram. Modernliği genel anlamda çağdaşlıkla veya gelişmişlikle özdeşleştiren bizim gibi toplumların kavramın kökenine ilişkin bilgisi oldukça sınırlı. Hıristiyanlık temellerine dayanan modernizm, günümüz dünyasında Müslüman toplumların düştüğü en büyük açmazlardan birini oluşturuyor. Bu da Müslüman toplumları, modernlik kavramıyla hesaplaşmak zorunda bırakıyor. Modernizme karşı Müslümanların tutumunu, İslam’da Modernleşme (1839-1939) eseriyle bu konuda çığır açtığı kabul edilen Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bedri Gencer ile konuştuk.

Modernleşme kavramının anlamı toplumsal hayatta, bireylerin zihninde farklı şekillerde tezahür ediyor. Kavramın kökeni nereden geliyor?
Modernleşme aslına bakarsanız teolojik bir kavram. Kavramın Türkçe’de değişik kullanımları da var, modernite, modernleşme, modernlik gibi. Bunların her birinin anlamları farklı olsa da modern kavramının özünde “yeni bir dünya düzeni” kurma esprisi yatıyor.

Etimolojik olarak ne anlama geliyor?
Arapça bedî kavramının karşılığı olarak modern, ‘yepyeni’ anlamına gelen bir kelime. Arapça’da ‘ibdâ’ bir şeyi benzersiz, örneksiz olarak yaratmak demektir. Kâinat, mutlak anlamda ancak Cenab-ı Hakk tarafından benzersiz, örneksiz olarak yaratıldığına göre buradaki yepyenilik, ahir zamanda İsa Mesih’in gelmesiyle kurulacak olan yeryüzü cennetini, ahir zamandaki saadet çağını belirtiyor. 1991’de George Bush’un ilan ettiği “yeni dünya düzeni” kavramı da bunun politik bir ifadesinden başka bir şey değil. Batı tarihi boyunca süregelen tahakküm ilişkilerinin kula kulluk sistemine dönüşmesinin yol açtığı meşruiyet bunalımının etkisiyle kurtarıcı özleminin doruğa çıktığı zamanlarda birçok sahte Mesih çıkmıştır ki bunların en sonuncusu Osmanlı’da 1688 yılında Sabetay Sevi’nin hareketidir. Batılılar, bu hareketlerden hep hayal kırıklığına uğrayarak Mesih’in gelmesinden ümitlerini kesince “Artık Mesih’i beklemeye tahammülümüz kalmadığı için onun getireceği ‘yeni dünya düzeni’ denen saadet çağını kendimiz başlatmaktan başka çare yok” kararına varıyorlar. Bunu da devrimcilikle tarihi hızlandırarak yapmaya çalışıyorlar. Geleneksel mesihçilikte, ahir zamanda gelecek altın çağ uğruna bugünün, tarihin askıya alınması esprisi yatıyordu. Buna tepki olarak ortaya çıkan seküler mesihçilik veya tersinden eskatoloji olarak modernizmde ise tam aksine ahir zamanda gelecek altın çağı öne çekmek, sekülerizm sayesinde hemen “burada ve şimdi” kurmak için devrimcilik yoluyla tarihi hızlandırma esprisi yatıyor.

MODERNİZM HIRİSTİYAN-MARKSİST BİR KAVRAM

O halde modernizmin Hıristiyanlık kökenli bir kavram olduğunu söyleyebilir miyiz?

Tabii. Zaten dikkat ederseniz Batı tarihindeki son büyük Mesihçilik olan Sabetay Sevi’nin hareketinden tam 100 yıl sonra Fransız Devrimi gerçekleşiyor. Bu da modernizm sayesinde mesihçiliğin sekülerleşmesini gösteriyor.

Belirttiğiniz şekilde modernizm, özünde teolojik bir anlam taşısa da önemli sosyolojik çağrışımlar da yapıyor. Kavramın sosyolojik anlamı, teolojik anlamından farklı mı?
Modernizm, sosyolojik bir kavram olarak kabul edilse bile pek bilinmeyen gerçek, sosyolojinin zaten teolojinin sekülerleştirilmiş bir versiyonu olduğudur. 18. ve 19. asır Batı dünyasında sosyoloji teolojinin halefi bir disiplin olarak doğmuştur. Bu, sadece Batı’da “teoloji, ideoloji, sosyoloji, biyoloji” gibi bütün disiplinlerin sonundaki ‘loji=logos’ kelimesine bakarak anlaşılabilir ki bilindiği gibi aslında Stoacıların dilinde ‘hikmet’ anlamına gelen Yunanca ‘logos’, Hıristiyan teolojisinde Hazreti İsa’ya delalet eden ‘kelime’ anlamına gelir. Bu da Batı’daki tüm bilgi disiplinlerinin tâ özünde teodise krizini aşmak için geliştirilen teolojik veya seküler bir eskatolojinin araçları olarak doğduğunu gösteriyor. Sosyolojik olarak modernleşme özünde üretim tarzındaki köklü bir sosyal değişime delalet eder. Marksist bir perspektifi yansıtsa da bir toplumun hayat tarzını ve görüşünü belirleyen şey, üretim tarzıdır. İnsanlık tarihine bakıldığında belli başlı üç üretim tarzı görülür. Birincisi tarım, ikincisi sanayi, üçüncüsü de bilgi. Kısaca “modern hayat tarzı” olarak aktarabileceğimiz modernlik, Batı’da 19. asırda gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkardığı üretim ve hayat tarzını belirtir. Böylece Batı medeniyetine güç kazandıran modern toplumun ana tipi olarak sanayi toplumu dünyaya dayatılınca onunla başa çıkmaya azmeden Doğulu toplumlar “kalkınma” denen sanayileşme yoluyla modernleşme sürecine girmek zorunda kaldılar. Bu, üretim tarzıyla birlikte tüketim ve hayat tarzının, bir toplumun baştan aşağıya değişmesi, kabuk değiştirmesi anlamına geliyordu. İşte sosyolojik anlamda modernleşme, kısaca bir tarım toplumunun sanayi toplumuna dönüşmesi sürecini ifade etmektedir.

Modernizm, iktisadi temellere dayanan bir kavram. Modernizmin toplumsal hadiseleri iktisadi temellerle açıklayan Marksizm’le de ilişkisi var mı?
Modernizm, Mesih’in kuracağı “yeni dünya düzeni”ni ahir zamanı beklemeden “burada ve şimdi” kurma projesi olarak görüldüğünde sekülerizm, modernizmin doğurduğu bir meta-ideoloji, “yeni bir toplum kurma projesi” olarak tanımlanabilecek politik ideoloji ise bir meta-ideoloji olarak sekülerizmin araçlığı işlevini gören bir meso-ideoloji olarak belirir. Bu bakımdan Marksizm, Batı’da politik işlevinin ötesinde doğrudan dinin yerini alacak başlıca total ideoloji olarak doğmuştur. Devrimcilikle tarihi hızlandırma fikri de somut olarak ilk Karl Marx’tan çıkmıştır. Marx’ın “komün” dediği, Protestanların altın veya “ilkel çağ” dediği şeyden başkası değil. Tarihi hızlandırmadan maksat, Mesih veya Mehdi eliyle kurulacak yeni dünya düzenini burada ve şimdi kurmak suretiyle bu altın çağa geri dönüştür. Sekülerizmin sloganı, Mesih’in misyonuna işaret eden “orada ve gelecekte” değil, “burada ve şimdi”dir.

Modernizm teolojik bir kavram olduğu halde paradoksal bir şekilde sekülerizmin aracı olarak kullanılıyor. Modernizm kendi içinde çeşitli çelişkileri barındırıyor o halde?
Geleneksel mesihçilikte, ahir zamanda gelecek altın çağ uğruna bugünün, tarihin askıya alınması, buna tepki olarak ortaya çıkan seküler mesihçilik olarak modernizmde ise tam aksine ahir zamanda gelecek altın çağı öne çekmek, sekülerizm sayesinde hemen “burada ve şimdi” kurmak için devrimcilik yoluyla tarihi hızlandırma esprisinin yattığını söyledik. Tabiatıyla her uç gibi bu iki üç bakış da illetli. Tarihi askıya alma, Mesih’i bekleme tutumu kadar tarihi hızlandırma tutumu da kritik kopuşlara yol açan illetlerdir. Bütün dinlerin paylaştığı hikmete dayalı kadim geleneksel dünya görüşü -ki dinlerin anahtar kavramları da hikmet ve sünnettir- nomolojik bir espriye dayanır. Nomolojik zihniyet, insanlığın bir nomos=şeriata göre imtihan edildiği bir tarihî seyir, dünyanın en son anına kadar ilahî yasaya muhatap insan fertlerinin eylemlerinden sorumluluğunu öngörür. Efendimiz’in (s.a.v) “Birinizin elinde bir fidan varken kıyamet kopacak olsa, kıyamet kopuncaya kadar o fidanı dikebilirse diksin” meâlindeki hadisi, aktivistik, nomolojik din anlayışının en çarpıcı ifadesini oluşturur. Buna karşı eskatoloji ise “aslî günahla doğmuş insanın düşkünlüğü” anlayışının etkisiyle kendisini “eşref-i mahlûkât ve halifetullâh fi’l-arz’” olarak görmekten çıkan insanların bir kurtarıcı beklentisi içine girerek tarihi askıya alması veya sekülerizmin etkisiyle bizzat kendisini kurtarıcı olarak görür hale gelerek tarihi hızlandırması eğilimi demektir. İşte ister teolojik, ister seküleristik olsun eskatolojik zihniyetin kesintisizlik öngören insan deneyimini sekteye uğratan bir meşruiyet krizine yol açması mukadderdir. Burada meşrulaştırmadan kasıt, insanın yaşadığı ile inandığının örtüştürmesidir. Modernizm, bir meşrulaştırma sunma iddiasıyla ortaya çıksa da postmodern çağda açığa çıktığı gibi daha derin bir meşruiyet krizine zemin hazırlamıştır.

PROBLEM ŞEHİRLİLEŞMEDE DEĞİL KENTSELLEŞMEDE

Bizim gibi Müslüman toplumlarda modernizm gibi aslında Hıristiyan terminolojiye ait bir kavram, “gelişme, gelişim” gibi pozitif anlamlar çağrıştırıyor. Bu bağlam nasıl ortaya çıkmış?

Somut olarak modernleşme, Batı’da kullanılan civilization kavramının karşılığı sayılabilir. Burada problem, civilization kavramının Türkçe’ye aktarılış tarzında yatıyor. Civilization, lâfzen medenileşme anlamına geldiği halde Türkçe’ye medeniyet gibi bir durumu belirten bir kavram olarak aktarılmaktadır. Medenileşme, yani civilization, Batı’da bilimsel ve teknolojik gelişme sürecini ifade ediliyor. Çağımızın Aristo’su sayılan Max Weber’in “araçsal akliyet” dediği gelişmenin karakteristiği, bilimsel ve teknolojik gelişmedir. Araçsal akliyette yatan espri, zamanla araçların amaçları belirler hale gelmesidir. Elbette medenileşme süreciyle dünyanın imar edilmesi olumlu bir şeydir. Ancak bir süre sonra ulvi gaye ve amaçların denetiminden çıkan bilimsel ve teknolojik araçların belirlediği bir medenileşme süreci, insan fıtratına aykırı bir seyir kazanmaya başlıyor. 19. asırda İslam dünyası, maddeten gerçekten perişan durumdaydı. O dönemin seçkinleri, İslam dünyasının vahim durumuyla Avrupa toplumlarının eriştikleri maddi refah seviyesini kıyasladıklarında Batı’yı özlemle bakmaktan kendilerini alamıyorlardı. Buradaki en büyük problem ise şuydu: Evet, o dönemde Batı toplumları maddi olarak, bilimsel ve teknolojik açıdan İslam toplumlarından daha ileri, müreffeh bir durumda bulunuyorlardı; ancak geliştirdikleri modern hayat tarzı fıtrata ne kadar uygundu? Halk dilinde modernizm bina, elbise gibi eşyanın yeniliği gibi olumlu çağrışımlar yapsa da onun fıtrata aykırı yönlerini insanlar yaşadıkça görüyorlar. Yeni bir bina herkese cazip gelir. Ancak o binayı kıymetli kılan şey, maddi güzelliğinden ziyade fıtrî, sağlıklı olup olmadığıdır. Bugün etrafımızda kocaman, süslü binaların insan fıtratına ne kadar uygun olduğuna bakıyor muyuz acaba? Bugün artık beğenmediğimiz, düzayak evler, bugünkü apartmanlardan çok daha fıtrî, sağlıklıdır. Yaşadığımız çağda insanlarda merhamet duygusunun giderek aşındığı söyleniyor. Uzmanlar bunun sebebi olarak insanın toprakla temasının kesilmesini gösteriyorlar.

Yeniye ilgi öğrenilmiş bir şey midir, yoksa fıtri bir özellik mi?
Arapça’da “Her yeni lezzetlidir” sözünün de belirttiği gibi yeniye ilgi, insanda fıtrî bir meyildir. Ancak geleneksel olarak insanların arzuladığı, yeni bir bina, elbise örneklerinde olduğu gibi “eskinin yeni”sidir; modern ise, “eskisi olmayan yeni” demektir. “Eskisi olmayan yeni”yi yaratmak da mutlak olarak Allah’a mahsus olduğu için insanların modernin peşinde koşmasının hüsranla sonuçlanması kaçınılmazdır.

MODERNİZME KARŞI KOYMANIN YOLU, SÜNNETE UYGUN YAŞAMAKTAN GEÇİYOR

Günümüz toplumlarının giderek kapitalistleştiği ve modernleştiğini görüyoruz ki bu, Müslüman toplumlar için de geçerli. Modernleşme kaçınılmaz bir süreçse, bir kaderse Müslümanların ona karşı tutumu ne olmalı?

Modern ve gelenek kavramlarının inancımızdaki karşılığı sünnet ve bid’attir. İslam tarihi boyunca İslam âlimlerinin başlıca işi, bunların tanımı olmuştur. İslam tarihinin bir döneminden, somut olarak İmam-ı Gazali’nin vefatından sonra bu akidevî tartışmaların yavaş yavaş etkisinin azaldığını, tarihe gömüldüğünü görüyoruz. Ondan sonra günümüze kadar gelen esas problem, sünnet ve bid’atin içeriğinin, kapsamının tayini olmuştur. Kısaca “dinde tutulan yol” olarak tarif edilen sünnet, Efendimiz’in (s.a.v) gösterdiği İslam’ın nebevî, normatif kalıbı, ideal yaşayışı demektir. Sünneti es geçerek yalnızca Kur’an-ı Kerim’i esas aldığımızda Hıristiyanlık gibi ancak “ağacı sev, yeşili koru” türünden bir İslâm ortaya çıkar. Rabbimizin bize “zikir” olarak tanıttığı Kur’an-ı Kerim’den hayatın tamamını kuşatacak bir din tasavvuru çıkmaz. Kur’an-ı Kerim’in emirlerini normatif, yani insanların uygulayabilecekleri normlar haline getiren, sünnettir. Dolayısıyla neyin bid’at olup olmadığının tanımı, sünnetin titiz tanımına bağlı bulunuyor. Bid’at=modernlik, kısaca kıvamını bulmuş İslâmî yaşayışı ifade eden sünnete ilave demektir. Bu anlamda bütün mesele, “bid’at-i hasene” ile “bidat-i seyyie” denen bid’atin makbul ve mezmum türlerinin ayırt edilmesidir. Yani yapılan, güzel yenilik mi ya da kötü yenilik mi? Aslında bu bile hakiki değil, mecazi bir ayırım olarak görülebilir. Zira, Efendimiz’in (s.a.v) “Müslümanların güzel olarak gördüğü, Allah katında da güzeldir” buyurduğu gibi, güzel yenilik=modernlik, zaten İslam ümmetinin kabulü ile sünnetin bir parçası haline geliyor. Dolayısıyla mutlak anlamda bid’at dendiğinde, sünnete entegre olmayan bid’at-ı seyyie denen olumsuz yenilikler kastediliyor. Bilindiği gibi bid’at, sosyal değişmeyle ortaya çıkan bir kavram. Kâinat özünde sürekli bir değişim halinde olduğu için mutlak olarak sosyal değişime direnmek ya da durdurmak imkânsızdır. Son ve evrensel din olduğu için İslam’ın özünde evrenselleşme vardır. Her şeyin bir bedeli olduğu gibi evrenselleşmenin bedeli de yoğun sosyal değişimdir. İslam toplumlarında bu değişim Abbasiler döneminden bu yana devam ediyor. Yoğun sosyal değişim sürecinin bedeli de modernlik, diğer bir ifade ile bid’atlarla yüzleşmektir. İslam dini bid’atların artacağını ve Müslümanların böyle bir durumla karşı karşıya kalacağını öngörüyor. Bu noktada Efendimiz’in (s.a.v) iki hadisi öne çıkıyor. Birincisi “İslam garip olarak gelmiştir ve garip gidecektir” hadisi. Bu hadis, İslam’ın ve Müslümanların zamanla modernizmin meydan okumalarına maruz kalacağını haber veriyor. İkincisi de “Ümmetimin fesadı zamanında benim bir sünnetimi diriltene yüz şehit ecri vardır” hadisidir. Modernizm açısından bu hadisin bildirdiği, birincisinden daha önemli. Modernizm Müslümanların hayatını istila etmiş durumda. Bu durumdan çıkış imkânsız gibi görünse de aslında durum hiç de öyle ümitsiz değil. Bugün bizi bir çıkmaz psikolojisine sevk eden temel yanılgı, meseleye “ya hep ya hiç” şeklinde bakışımızdır. Modernlik, her açıdan hayatımızı kuşattığı için bugün artık bizim Efendimiz’in (s.a.v) yaşadığı hayatı harfiyen yaşamamızın imkânsız olduğu ortada. Ancak bu durumda “artık modern hayat tarzının kucağına düşmüşüz, ona ayak uydurmaktan başka çaremiz yok” diye teslim bayrağı çekmekten daha büyük bir yanılgı olamaz. Zikrettiğimiz ikinci hadis-i şerif, tam da bu zihniyetin yanlışlığına vurgu yapıyor. Birinci “garipler” hadisi, modernliğin Müslümanların er-geç başlarına geleceğini, ikinci hadis ise bu durumda Müslümanların bir sünneti bile kollamasının buna direniş anlamına geleceğini, Müslümanların “yap hep, ya hiç” yanılgısına düşmeden ellerinden geldiğince sünnete uygun yaşamaları gerektiğini bildiriyor. Modern hayat ve düşünce tarzının istilasına uğradığımız bir çağda bir sünneti bile kollamak, özellikle Müslüman kimliğin korunması açısından hayati önem arz ediyor.

Konuyu daha da somutlaştıracak olursak…
“Ya hep ya hiç” mantığından kurtulmamız gerektiğini söylemiştim. Az önce zikrettiğim hadis-i şeriflerden ikincisi buraya işaret ediyordu: “Ümmetimin fesadı zamanında benim bir sünnetimi diriltene yüz şehit ecri vardır.” Bu noktanın altını iyice çizmek gerek. Daha da somutlaştıralım meseleyi. Modernleşmenin bir anlamı da şehirleşme veya diğer anlamıyla medenileşme değil, kentselleşme. Şehirlileşmeyle kentselleşmeyi birbirinden ayırmak lazım. Şehir ve kent ayrımı Sanayi Devrimi’yle birlikte ortaya çıktı. Mesela İstanbul, Edirne, Sivas, Konya gibi şehirler, bir külliyenin etrafında kurulmuş organik bir bütündür. Kent ise Sanayi Devrimi ile ortaya çıkan, büyük binalardan, numaralandırılmış caddelerden oluşan ruhsuz ve yapay bir oluşuma delalet eder. Modernleşme, insanları geleneksel şehir yahut köy hayatından sanayi ve ticaretin tahakkümü altında bulunan kent hayatına geçmeye zorluyor. Ve bu kent hayatında modernleşme, açlık gibi en temel ihtiyaçlarımızı giderme tarzımızda görülüyor. Bilindiği gibi eskiden insanlar, sünnete uygun olarak yer sofralarında yerlerdi. Kentselleşme yaygınlaştıktan sonra insanlar artık masalarda yemek yer hale geldi. İşte eskiden olduğu gibi evinde tekrar yer sofrasında yemeye çalışan bir Müslüman modernleşmeye direniyor demektir. Modernleşmenin özünde yatan şey, fıtrata aykırı bir hayat tarzının egemenliğidir. Sünnet ise fıtrata uygun bir yaşam biçimi demektir. Fıtrata aykırı olan şey, yalnızca Müslümanların değil tüm insanların hayatını tehdit ediyor. Meseleyi böyle evrensel bir açıdan değerlendirmek lazım. Yoksa modernizme direnmek, yalnızca Müslümanların değil, fıtrata uygun, sağlıklı yaşama özlemindeki tüm insanların işidir. Meseleye böyle küllî bir açıdan bakmadığımız takdirde Müslümanların adeta Don Kişot gibi modernlikle mücadele ettikleri gibi bir yanlış algılama ortaya çıkıyor. Modernleşmeyi fıtrata uygunluk ya da aykırılık kriterine göre değerlendirdiğimizde olayı çok daha objektif ve evrensel bir açıdan görmeye başlayacağız. Mesela cep telefonu, fıtrata aykırı ise bu yalnızca Müslümanlar değil, tüm insanlar için geçerlidir. İkincisi de israf meselesi. Cep telefonu ve diğer teknoloji ürünlerini kullanmak durumundayız. Ancak bunları kullanırken kararında ve yerinde kullanmak, israfa kaçmamak gerekir. Sonuç olarak modernizme direnmek için birincisi elimizden geldiğince sünnete uygun bir hayat tarzı benimsemek ve modernizme karşı tutumumuzu, İslâmîlik-gayr-i İslâmîlik değil, fıtrata uygunluk-aykırılık evrensel kriterine göre belirlemek durumundayız.

Kimdir:
Prof. Dr. Bedri Gencer, 7 Nisan 1968’de Konya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. 1991’de Mimar Sinan Üniversitesi’nden Sosyoloji lisans, 1993’de Marmara Üniversitesi’nden İktisat Tarihi yüksek lisans, 1998’de İstanbul Üniversitesi’nden Uluslararası İlişkiler doktora derecesi, 2004’de siyaset bilimi alanında doçent unvanını aldı. 2009’da Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’ne profesör olarak atandı. Halen adı geçen üniversitenin Sosyoloji Bölümü başkanı. 2008’de adı Türkiye’de yankı uyandıran ilk eseri İslam’da Modernleşme, 1839-1939, 2011’de Hikmet Kavşağında Edmund Burke ile Ahmed Cevdet adlı ikinci eseri yayınlandı.