๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Söyleşi => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 06 Haziran 2012, 10:59:55



Konu Başlığı: Ferhat Kentel
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 06 Haziran 2012, 10:59:55
Ferhat Kentel: Kürt Sorunu’nun çözümünde geri dönülmez bir yola girdik
İbrahim BARAN • 55. Sayı / SÖYLEŞİ


Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Kürt Meselesi’nin çözümüne dair Mayıs başında ipuçlarını verdiği süreç, geçtiğimiz ay Hükümet’in girişimleriyle bütün gündemi kaplayacak bir yoğunluğa ulaştı. “Kürt Açılımı” konusunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve İçişleri Bakanı Beşir Atalay, ortaya bir proje koyabilmek adına muhalefet partilerinden sivil toplum kuruluşlarına, şehit ailelerinden, sanatçılara, gazetecilerden azınlıklara kadar toplumun her kesiminin görüşünü aldı. Sorunun çözümüne yönelik “ortak akıl” oluşturma gayreti taşıyan bu girişimler, çözüme dair umutları da artırıyor. Fakat sorunu tanımlamadan çözüme ulaşılamayacağı da bir gerçek. Kürt Meselesi’ni ve Hükümet’in açılımını sadece sosyolog sıfatıyla değil vicdanıyla da konuşan Doç. Dr. Ferhat Kentel ile değerlendirdik.

Kürt sorunu ne zaman ve nasıl başladı?

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ortaya çıkan bir sorun bu. Belki daha öncesinde de bir şekilde var. Osmanlı’da nispeten sorusuz bir şekilde halledilmiş bir sorun. Sorun olarak ortaya çıkmamış. Saray’ın, çeşitli bölgeleri askerî mantık içinde bir tür tanıma ilişkisi var. Sırplar, Ortodokslar nasıl tanınıyorsa, Kürtler de bir şekilde tanınıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda, nizam-ı âlem mantığı içinde her topluluğun bir yeri var. Kürtlerin de bir yeri var. Orası Kürdistan diye bir bölge. Kürdistan’ın tanınması, Rumeli’nin bilinmesi, aklınıza gelebilecek bütün o bölgeler; Balkanlar, Yemen coğrafî özellikleri ile tanınan yerler. Fakat Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla –ki bu sürecin öncesi de var– modern zamanların ulus devletini oluşturma gayreti içinde, milliyetçilik ideolojisi altında yeni bir ulus inşa etme mantığı içinde Kürtler’in her halükârda Osmanlı’da olduğu gibi tanınması söz konusu olmadı. Fransa’da, İtalya’da olduğu gibi asimilasyon politikası bu ulus devletin de en önemli özelliği oldu. Ancak Fransa’dakine veya Avrupa’daki birtakım başka ulus devletlere kıyasla farkı şuydu: Türkiye diye kurulmakta olan ülke, o Batı’daki kapitalist sanayi ülkelerinden farklı bir durumdaydı. Özellikle Ermenilerin tehcir edilmesiyle sanayisiz ve sermayesiz bir ülkede kurulmak istenen yapı için devlet çok daha radikal adımlar attı, çok daha sert önlemler aldı. Avrupa’da belki çok uzun zamana yayılmış olan bir süreç, Türkiye’de çok kısa bir zaman içine sıkıştırılmaya çalışıldı. Bu da insanın fıtratı ile oynamak gibi bir şey. Bu, insanı var olduğu halden, kendi halinden çıkarmak demek. Mesela şöyle düşünün; çocuk nesilden nesile geçerken, dedenin ya da babanın yaşadıklarını hiçbir zaman bilmese bile, aslında onun etkileri sürebiliyor. Çünkü babada yaşanan travma, onda psikolojik birtakım bozukluklar bırakıyor, korkular oluşturuyor. Korkulu bir babanın oğlunun korkusuz, gayet normal bir insan olması mümkün değil. İnsanı değiştirmek mümkün değil. Çok uzun zamanda bile insan mutlak şekilde değişen bir varlık değil. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin bu radikal politikalarıyla tek tipçi, monolitik, bir tür ırkçı yaklaşımlarla o sorun kangrenleşti bir şekilde. Bugüne kadar da öyle geldi.

Meseleye yaklaşımlardan “PKK ile Kürtleri aynı kefeye koymak” konusunda ne düşünüyorsunuz?


Bu karmaşık bir ilişki. PKK ile Kürt halkı aynı şey değil. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Türkiye halkı da aynı şey değil. Cumhuriyet Halk Partisi ile o partiye oy veren seçmenler de aynı şey değil. AK Parti’ye oy veren seçmenlerle AK Parti de aynı şey değil. Yani bir tür temsilde bulunduğunu iddia eden bu tür örgütler, kurumlar, yapılar ile onların kitlesi arasında her halükârda fark var. Oysa evet, PKK bir terör örgütü ise, teröre, şiddete başvuran, gerillacılık yapan bir örgüt ise, bütün insanlar gerillacılık yapmıyorlar. Dünya kadar Kürt yaşıyor bu ülkede. Sayısını çoğu zaman bilemediğimiz kitlenin içinde PKK’yı hiçbir şekilde savunmayan, politikalarını kabul etmeyen dünya kadar insan var. O zaman demek ki o örgüt, Kürt halkıyla asla özdeşleştirilemez. Bir yandan da şöyle bir durum var; PKK’yı PKK yapan da Kürt halkı sonuçta. Ya da “kimler gidiyor, dağa katılıyor?” dediğiniz zaman Suriyeli Kürtlerden, Iraklı Kürtlerden katılanlar var. Ya da Türkiye’den yurtdışına göç etmiş ve neredeyse bir üçüncü nesil Kürt-Alman insanlar bile dağa gidebiliyor bugün. Ama en önemlisi, bu örgüte kan veren insanlar bu topraklardan çıkıyor. Tam da sözünü ettiğimiz o devlet politikalarının karşısında, belki başka alternatif ses üretme imkanına sahip olmayan insanlar dağa çıkıyorlar. Ve PKK’nın Kürt halkının en azından önemli bir kesimi arasında bir tür meşruiyeti var. Dolayısıyla evet, Kürt halkı ile PKK’yı aynı kefeye koymamak lazım, ama PKK’yı da Kürt halkından bağımsız, apayrı bir örgüt gibi düşünmemek lazım.

DEVLET “SENİ TANIYORUM” DERSE SAYGI GÖRÜR

Devlet politikalarına değindiniz. Sorunun bu noktaya gelmesinde geçmişte yetkililerin yaptığı bazı hataların ciddi payı olduğunu biliyoruz. Bugün ise bu hataların telafisine yönelik değişik girişimlerde bulunuluyor. Kürtçe kurslar açıldı, TRT 6 açıldı, İstanbul ve Ankara Üniversiteleri’nde Kürdoloji enstitüleri açılması planlanıyor. Bu girişimler ne kadar samimi? Sorunun çözümü için yeterli mi?


Elbette yeterli değil. Ama herhangi bir sorunu nasıl çözersiniz? Yani bu eşler arasında, ebeveynler ile çocuklar arasında olabilir. Hiçbir zaman sorunu tek bir boyutta anlamak mümkün değil. Çocuk evden kaçıyor diyelim. Babasına itiraz ediyor. İki nesil arasında bir fark var. Bunu mutlak olarak bilebilmemiz mümkün mü? Diyebiliriz ki, baba çok sert davranıyor. Bu açıklayıcı bir şey olabilir. Ama belki de başka bir şeydir. Mesela ailenin ekonomik durumu o kadar kötü ki, çocuk arkadaşları arasında sürekli bir aşağılık kompleksi yaşıyor. Yoksa babasına karşı olan itirazı, dışarıda hissettiklerini babasına yansıtmak gibi bir şey. Veya anne ile babanın kendi aralarındaki kavga da olabilir mesela. Kardeşler arasında bir kavga da olabilir bu, aklınıza gelebilecek dünya kadar sebep... Dolayısıyla mesele sadece Kürtçe, Kürdoloji enstitüleri, birtakım köylerin isimlerinin geri verilmesi değil. Bütün bunların hepsi muhtemelen sağaltıcı, iyileştirici girişimler ama bunların içinde bence en önemlisi şimdiye kadar yaşanılandan farklı olarak artık devletin Kürtleri adam yerine koyuyor olması. Çünkü şimdiye kadar uygulanan bütün politikalar çoğunlukla bu eksendeydi. Bunun akabinde yaptığınız her eylem, mesela köy isimlerini geri vermek, artık “seni tanıyorum” demektir. Bu sağlanabildiği takdirde, “evet bana saygı gösteren bir devlet varsa, o zaman ben de saygı gösteririm” anlayışı ortaya çıkıyor. Çünkü el uzatıyor. Önceden uzatılan bir el yoktu. Sembolik olarak da bu çok önemli. Bunun arkası gelir gibi düşünüyorum. Burada tek sorun MHP, CHP gibi muhalefet partilerinin ya da ordu içindeki Ergenekon unsuru gibi örgütlerin koyacakları taşlar olacak muhtemelen.

CHP VE MHP SÜREÇTEN ZARARLI ÇIKACAK

Muhalefet partilerinin bu konudaki tavrı malum. CHP ve MHP, İçişleri Bakanı ile bu hususta görüşmeyi reddetti. CHP ve MHP’nin bu tutumu meselenin çözümünde ne gibi engeller ortaya çıkaracak?


Artık geri dönüşü olmayan bir yola girdik. Mesela geçenlerde çok sembolik bir olay oldu. Çok fazla insan yoktu ama PKK’lıların aileleriyle, şehit annelerinin buluştuğu bir organizasyon yapıldı Diyarbakır’da. Bu inanılmaz güçlü bir sembolik etkiye sahip. Bir anne açısından düşünün, kim bir anneye kabul ettirebilir çocuğunun hain olduğunu? Şehit annesinin de aynı şekilde acısını içine gömmesi, karşılıklı görüşmeleri, birbirlerinin halini anlamaları çok önemli bir olay. Bu muhtemelen şimdiye kadar olanların zirvesiydi. Üç-beş küçük çevrenin dışında bütün insanlar artık şunu diyor: “Yeter artık!” Bu kadar insanın ölmesinde bir anormallik var. Bu sadece üç tane beş tane bölücü PKK’lı adamın işi değil. Ergenekon’un burada inanılmaz bir etkisi oldu tabii. Ergenekon meselesini burada konuşuyor olmak çok geniş kesimler arasında inanılmaz bir zihinsel sıçramaya neden oldu. Bunun geri dönülemez bir süreç olduğunu düşünüyorum. İnsanlar hakikaten barış istiyorlar. Bu savaşın, savaş mantığının dışına çıkılmasını istiyorlar. Dolayısıyla CHP, MHP gibi birtakım partiler bu süreçten oldukça zararlı çıkacaklar.

Kendi içlerinde dönüşüm yaşayacaklar belki de…


Evet, “yanlış yapmışız” diyecekler, ama bir yandan çok da kolay gözükmüyor bu bana. CHP’yi düşünsenize, Baykal’ın etrafındaki insanları düşünün. Asla toplumla alâkası olmayan insanlar. Önder Sav’ın kırdığı potları düşünün. Bir yandan Baykal’ın kendi hayat hikâyesini düşünün. Bülent Ecevit zamanında girdiği o fraksiyon adamı Baykal... Küçük olsun ama benim olsun mantığından öte gidemeyen, şimdi bir yandan da samimi olmayan, bir zamanlar Ahmet Türk ile kafa çekip ağlayan, bunun hesabını soracağız dedikten sonra bugün alâkasız bir yere gelen bir adamdan bahsediyoruz. En azından teorik olarak rahatça bunu söyleyebilirim; bu toplumun hareketi karşısında böyle dar kafalı bir zihniyetin tutunabilmesi mümkün değil. Ama öte taraftan sosyoloji rastlantılarla, tesadüflerle doludur. Dolayısıyla her şey olabilir. Siyaset de böyle zaten. Siyaset, üç beş partinin meclise gidip programlarını anlatmaları, itiş kakışa girmeleri filan değil. Yeni anlamların üretilmesi, yeni olanakların, yeni imkânların doğabilmesi demek siyaset. Bunu nasıl yaparsınız? Konuşarak, tecrübe edinerek. Her tecrübe yeni birtakım şeylerin, kelimelerin, yeni cümlelerin önünü açar. O yüzden de, söylenmiş bir şey artık söylenmedi gibi kabul edilemez. Diş macununu tüpün içine sokamazsınız. Cin çıktı şişeden, onu geri içine koyamazsınız. Ya da işte Kürt yok derken, Kürtçe diye bir dil yok derken artık var denilen bir yerdeyiz. Tekrar yok diyemezsiniz.

KOMPLO TEORİLERİNDEN ARINMALIYIZ

Bu açılımın Batılıların bir oyunu, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir ayağı olduğunu iddia edenler de var. Böyle bir şey olabilir mi?


TESEV için milliyetçilik araştırması yapmıştık. Komplodan geçilmiyordu. “ABD’liler şunu hesaplıyor; Ermeniler, Yunanlılar şunu hesaplıyor, şunların arkasında bunlar var; Pentagon, CIA gibi bir takım yerlerin derin odalarında birileri planlar filan yapıyor, biz de zavallı, mağdur insanlarız”. Koskoca, 70 milyonluk bir ülkeden bahsediyoruz. İnanılmaz dinamiğe sahip bir ülkeden bahsediyoruz; 60’ı, 71’i, 80’i, 28 Şubat’ı arkadan bir 27 Nisan’ı tecrübe etmiş bir ülkeden... Bunlar değiştirdi mi toplumu? Ne oldu, başörtüsü yasağı koydular, Anayasa Mahkemesi kararlar verdi, sokaklar başörtülü insan dolu. Üniversitelere giriyor insanlar. Başörtüsüz insanlar başörtülüler için eylem yapıyorlardı, hatırlarsınız. Bu, devletin tahayyül edemediği bir şeydi. Velhasıl bu hareketin kendisini kalkıp o büyük komplolara dayandırmak bana hiç anlamlı gelmiyor. Ama belki şu söylenebilir; Türkiye’de çok karmaşık bir süreç yaşanıyor ve bu süreç Türkiye’ye özgü değil. Rusya’da da bir şeyler oluyor, Fransa’da da, Latin Amerika’da da, Amerika’da da bir şeyler yaşanıyor. Türkiye’de bugün asker sorgulanıyorsa bu Türkiye’nin kendi kendine oluşturduğu bir şey değil. Tersine Türkiye bunu çok zor başarabilecek bir ülke. Ya da İslamcılık… Belki de en yerel, buralara özgü olmayan bir şey. Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli insanlar, mesela Almanya’da vatandaşlıklarını değiştiriyorlar. Almanya’da artık Türkler’den bağımsız bir Alman olmak diye bir şey mümkün değil. Almanya, Alman vatandaşlığını yeniden düşünmek için Türkleri göz önüne almak zorunda. “Almanya üzerinde oynanan komplolar, Büyük Avrupa Projesi, Türkler de bu işin içinde. Viyana’yı fethedemediler, asker, silah, bilmem ne zoruyla, şimdi dönercileri, göçmenleriyle fethediyorlar!” diyebilirsiniz. Avrupa cami dolu. Artık minareli camiler yapmaya başlıyorlar, bir yerlerde yakında ezan okunmaya başlayacaklar muhtemelen. Bu paranoya her tarafta var, bütün dünyada; korku dillerinin ürettiği söylemler bunlar. Dolayısıyla şunu söylemiş olayım, Büyük Ortadoğu Projeleri, komplolar vs. hepsi palavra, hepsi sadece korkunun ürünü. Ama bizim yaşadığımız süreçler dünyadan bağımsız değil. Ayrıca, o reel politik kısımla ilgili bir durum da söz konusu. Her ülke, her grup, her örgüt tabiî ki dünyada kendi politikasını, kendi gücünü oluşturmak için bir şeyler yapıyor.

SAMİMİ BOYUTU GÜÇLENDİRMEK GEREK

AK Parti iktidarından önce de sorunun çözümüne yönelik birtakım girişimlerde bulunulmuştu, fakat bu girişimler çeşitli sebepler yüzünden sonuç vermedi. Şimdi bu yeni açılımın olumlu bir neticeye ulaşacağını düşünüyor musunuz?


Abdullah Gül’ü dinlediğim zaman onun gerçek anlamda samimi ve çözüm isteyen biri olduğuna inanıyorum. Bu samimiyetini engelleyecek birtakım çevresel, devlet içi faktörler söz konusu olabilir. Cumhurbaşkanı’nı korkuturlar, engellerler, “ama efendim bir de şu var” derler, “şimdi bunu yaparsınız ama burada başka olaylar çıkar” derler; “hay Allah” filan der, atacağı birtakım adımları, söyleyeceği kelimeleri daha tartarak, ürkütmemeye çalışarak söyleyebilir. AK Parti hükümeti ve Recep Tayyip Erdoğan cephesinden düşünürsek, orası biraz daha karışık. Orası asla homojen olmayan bir kurum. Hatta Erdoğan’ın kendisi de AK Parti’nin karmaşıklığını temsil eden bir karmaşıklığa sahip. Yani Erdoğan -bir özelliği belki bu olsa da- sadece dini bütün, Müslüman, adalet, temsil olmak gibi birtakım saiklerle hareket eden birisi değil. Bir taraftan ekonomik olarak gayet güçlü ve yükselen yeni bir sınıfın temsilcisi. O’nun getirmiş olduğu güç bozuyor insanları. Dolayısıyla sahip olduğu o güç, Erdoğan’ın içinde de bol miktarda başka türlü davranma eğilimleri gösteriyor, otorite, iktidar, güç olmanın dili sık sık yansıyor, “sus, ananı da al git” gibi birtakım laflarda tezahür eden özellikleri var. Diğer yandan her Türkiyeli ortalama vatandaş gibi devlet otoritesi altında büyümüş bir insan. AK Parti de bir anlamda tam böyle bir koalisyon hali. Her an bu duygu da olabilir, o duygu da olabilir. İnsanî olan da gelebilir, çıkarlar da, milliyetçi damar da çıkabilir önüne. Dolayısıyla buradan yola çıkarak “Evet, bu adımlar nedir?” dediğimiz zaman, bir tarafıyla samimi görünüyor. Ama bir tarafıyla da artık yükselen sınıfın çıkarları aslında bunu gerektiriyor. Yani bütün o “Anadolu Aslanları” filan diye tabir ettiğimiz, küresellikle aslında iç içe geçmiş olan yeni sermayedar sınıfları düşündüğünüz zaman bunların çıkarı muhtemelen ağır basıyor. Sınırların içine kapanmamış olan bir devlet istiyorlar bunlar. Dolayısıyla gereklilikler de bunu yaptırıyor. Yani Kürt açılımı bir gerekliliktir. Sadece insani bir mesele değildir. Bu arada birileri de şöyle bir şey düşünüyordur; “ya şimdi bu lafları edelim de, biraz daha kervan yürüsün”. Bütün bu karmaşıklık içinde benim ön plana çıkarmaya çalıştığım şey, işin samimi boyutu. Evet, burada bir samimi boyut var. Üçte bir oranında olsa bile var. Ve ben üçte bir oranındaki samimiyete güveniyorum ama benim yapacağım başka şeyler de var. Ben devlet değilim, politikacı değilim. Hasbelkader bir şeyler yazıp çizmeye, dersler yapmaya çalışıyorum. Birtakım sivil toplum örgütleri var. Bunların galiba yapacağı bir şey var. O da AK Parti’nin ya da şu an devlet içindeki bu inisiyatifin samimi boyutunun güçlendirilmesi için destek olmak. Eğer o destek verilirse, toplumdan destek gelirse o zaman manevra gibi yapılan, sahte birtakım ipuçları sunan özellikler arka plana atılıp, bu samimi girişim sadece Erdoğan’ın ya da üç beş politikacının girişimi olmaktan çıkar.

Yalnızca devlet olarak değil, toplumsal olarak da önümüzdeki süreçte nasıl tavır almak gerekir?


Bir şekilde yüzleşme kanallarının açılması lazım. Şimdiye kadar öğrendiğimiz her şeyin, en azından birçok şeyin çok ciddi ezberler olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Üzerimize giydiğimiz kıyafetleri bile yeniden düşünmek zorundayız. Neden böyle gömlek, pantolon gibi standart şeyler giyiyoruz? Bir zamanlar bu topraklarda yoktu bunlar! Niye giydik bunları? Batı’nın oyunuydu o zaman, hep beraber Batı’nın oyununa geldik! Biz çok acılı, travmatik süreçlerden geçtik. Bütün bu ezberleri ve ehlileşme sürecini durup düşünmek lazım. Başörtülü olmak ne demek onu düşünsünler. Başörtülü olup da ikna odalarına girmek ne demek, onu düşünsünler. Bunun bir adımı da işte hep denir ya, niye Kürtler de şehit aileleri de kucaklaştılar? Onlar neden bunu yaptılar? Şehit annesinin yerine koydu o kadın kendini. Bunun gibi... Diyarbakır Cezaevi’nde işkence gören insanı da, okula sokulmayan başörtülüleri de düşünebilmek gerekiyor. Bu da bir kerede yüzleşelim demekle olacak bir şey değil.

Kimdir:
Doç. Dr. Ferhat Kentel, 1956'da Ankara'da doğdu. 1981'de ODTÜ İşletme bölümünde lisans eğitimini, 1983'te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yüksek lisans ve 1989'da Paris EHESS'te Sosyoloji doktorasını tamamladı. Fransa'da çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye'de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, yeni sosyal hareketler, din, İslami hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Kentel, halen İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde akademik hayatına devam ediyor.