๑۩۞۩๑ İslamda Bayanlar Dünyası (Tıbbi & İlmi Konular) ๑۩۞۩๑ => Sorularımız ve Cevaplarımız => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 11 Ekim 2010, 13:39:29



Konu Başlığı: Aklen ve dinen eksik olmayı nasıl anlamalıyız ?
Gönderen: Sümeyye üzerinde 11 Ekim 2010, 13:39:29
‘Aklen ve Dinen Eksik Olma’ İfadesini Nasıl Anlamalıyız?


Yazımıza konu edindiğimiz hadis-i şerif, kadınlarla alakalı iki meseleyi ihtiva etmektedir. Biz bu makalede rivayetin ikinci kısmında vurgulanan ‘nâkısâtu aklin ve dînin’ ifadesinin izahına çalışacağız.

Öncelikle belirtmiş olalım ki hadis imamlarının –hadis kriterleri açısından- senedinde bir problem görmediği bu nebevî beyan, başta Buharî ve Müslim’in Sahihleri olmak üzere hadis külliyatının tamamına yakınında yer almaktadır. Bu rivayetin "Kur’ân’ın ruhuyla/ilkeleriyle telifi zordur!" şeklindeki yaklaşımlara gelince, bunlar da iyice düşünülmeden ortaya atılmış iddialardır. Bu itibarla biz burada doğrudan hadisin bize vermek istediği mesaj ve hikmeti anlamaya çalışacağız.

Söz konusu rivayetin Türkçe anlamını vermeden önce, hadiste geçen نَاقِصَاتُ عَقْلٍ وَدِينٍ terkibinin anlamı hususunda hadis şârihlerimizin vermiş olduğu bilgileri kısaca hatırlatmak istiyoruz:

Sahih-i Müslim şarihlerinden İmam Nevevî, bu ifadenin ‘kalîlâtu’z-zabt’ manasına geldiğini belirtir ki1 bu, ‘zabtı (hıfzı ve kavraması) az olanlar’ demektir. Buharî şarihlerinden İbn Hacer el-Askalanî ve Kastalanî gibi zevat ise –Nevevî kadar açık bir ifade kullanmamış iseler de- bu terkibin ‘zabtın azlığını hissettiren’ bir manayı ifade ettiğini belirtirler.

Dinen noksanlığa gelince, bazıları bunu dinin özüyle irtibatlandırır, bazı âlimlerimiz de bu durumu ‘taât ve ibadetin noksanlığı’ şeklinde ele alırlar.3 Ahmed Naim Efendi bu farklı değerlendirmeler için şunu der: "İman amelden cüzdür, iman artma ve eksiltme kabul eder’ diyenler, bu nebevî beyanı zahiri anlamına hamledip tevile ihtiyaç görmezler; ibadeti eksik olanın dinini de eksik sayarlar. Böyle düşünmeyenler (yani, ameli imandan cüz saymayanlar) ise noksanlık ve ziyadenin dinin özüne ait olmayıp sıfatlara raci olduğunu belirtirler."

Sağlıklı bir çeviri yapabilmemiz için akl mefhumuyla alakalı önemli gördüğümüz iki noktaya dikkat çekmek istiyoruz.

1. Kelime olarak ‘bağlamak ve tutmak’ gibi anlamlara gelen akl kavramı,5 insanın anlama, idrak etme, kavrama gücünü ifade eder. Anlaşılacak şeyler onunla anlaşılır, onunla kavranır, onunla değerlendirilir ve onunla bir neticeye bağlanır.

Ak(ı)l, Kur’ân-ı Hakim’de bir isim olarak yer almaz. Mesela, ayet-i kerimelerde akıl ‘onun aklı, onların akılları’ anlamında (akluhu, akluhâ veya çoğul kalıbı içerisinde ukûluhum, ukûluhünne) şeklinde ifade olunmaz. Bu kuvve ilgili ayetlerin tümünde ‘ya’kılûn, ta’kılûn, akelû’ gibi fiil türevleriyle kullanılır.

Bu kullanım şekli bize nuranî bir kuvve olan aklın aynı zamanda ruhun önemli bir sıfatı, fonksiyonu, hayati bir dinamiği olduğunu göstermektedir. Nitekim Kur’ân’da bu sıfat kalbe nispet edilmiştir: "Kalbleri vardır onlarla akletmezler."6 Kalb ise bâtını/esası ruh olan rabbanî bir latifedir.7 Dolayısıyla kalbe nispet edilen akıl aynı zamanda ruha da nispet edilmiş demektir.

Bu özet bilgiyi, hadiste geçen "nâkısâtu akl" ifadesindeki akl kelimesine fonksiyonel bir anlamın yüklenebileceğini belirtmek için verdik. Daha açık bir ifadeyle, aklın Kur’ân’da fonksiyonel olarak kullanılmış olması gerçeğinden hareketle bu hadis-i şerifteki عَقْل kelimesini ‘akletmek (bir meseleyi bir hükme/neticeye bağlama)’ anlamıyla da ele alabiliriz. Buna göre bu terkibin manası ‘aklı eksik, aklı kısa’ olmayıp ‘akletme işini/aktivitesini eksik bırakanlar’ olacaktır.

Bu cümleden olmak üzere, ‘nâkısâtu akl’ ifadesindeki eksikliğin, bizatihi aklın kendisinde/özünde değil, aklın aktivitesinde (akletmede) düşünülmesi gerekir. Şöyle ki; kadının yaratılışından gelen zengin hayal dünyası, hisleri-heyecanları ve buna bağlı olarak meydana gelen kararsızlık halleri, onun zihin faaliyetleri üzerinde mühim tesirler icra eder. Bu yönleriyle bir kadın zihnin aktivitesinde (işleyiş tarzı hususunda) erkeğin berisinde kalabilmektedir.

2. Eksiklik nisbî/göreceli bir mefhumdur. Dolayısıyla tek başına bir anlam ifade etmez. Öyleyse bu cümlede dile getirilen ‘akletmeyi eksik bırakma’ vurgusu, bir başkası düşünüldüğünde bir anlam ifade edecektir ki o da erkeklerdir. Buna göre burada şu anlamın düşünülmesi icap eder: "Kadınlar –erkeklere nispetle- akletme aktivitesini eksik bırakanlardır." Bu madde içinde vurgulanması gereken bir diğer husus da şudur: Bu durum, her hususla ilgili değildir; bu sadece kadının sevgi, şefkat veya korku hissini tesiri altına alan, rikkatini derinden etkileyen bazı konular için söz konusudur. Bu noktayı dikkate alarak ilgili cümlenin anlamını daha geniş bir açıdan şu şekilde düşünmemiz gerekir: "Kadınlar –şefkat ve rikkatlerini yakından ilgilendiren bazı konularda, erkeklere nispetle- akletme işini eksik bırakanlardır."

Burada izahına çalıştığımız mesele şudur: Pratik hayatta da açıkça görüleceği üzere, bir kadın his dünyasını zorlayan bazı hadiseler karşısında –rahat konsantre olamaması sebebiyle- mevcut akletme gücünü bir erkek kadar ileri götürememektedir. O, yaratılışının neticesi olarak bir noktadan sonra akletme yerine yola hissî temayülleriyle devam etmektedir. Daha açık bir ifadeyle, metanet, soğukkanlılık ve cesaret isteyen bir konuda bir erkek akletme gücünü (söz gelimi) yüzde doksan nispetinde kullanıyorsa, hislerinin öne geçmesiyle kadın bunun altında bir oranda bu gücünü kullanabiliyor. Dolayısıyla ortaya -aklın kendisinde değil, onun kullanılması (akletme) noktasında- nisbî/göreceli bir noksanlık çıkmış oluyor.

Yine bu çerçevede -maddeler halinde- birkaç noktaya temas etmek istiyoruz:
a. Kadınların bazı konularda erkeklere nazaran daha zayıf bir derecede akıllarını kullanmaları yaratılışlarının neticesidir, ayrıca bunun böyle olması ilahî bir maslahat ve hikmet gereğidir. (Bu hususa birazdan temas edeceğiz) Dolayısıyla kadının bu yapısı asla onun insanî konum ve onurunu küçük düşürücü bir hal değildir. Zira buna karşılık erkeğin de kadına göre –nispetler perspektifinde- eksik ve zayıf kaldığı hususlar vardır. Mesela kadın erkeğe nazaran daha şefkatli, daha merhametli, daha zarif ve daha ince ruhludur. Burada kadın erkeğin çok önündedir. Ve bu noktada erkek kadınla boy ölçüşemez. Şimdi bu gerçekten hareketle de diyebiliriz ki erkekler kadınlara nazaran ‘nâkısû’l-his’tirler. Yani, sevgi ve şefkat hisleriyle yaklaşılması gerektiği bir yerde erkekler duygularını işletme/sergileme yönüyle kadınlara nispetle ‘eksik cinsler’dir.

b. Şu halde karşımıza birbirine muhtaç ve tek başına hareket ettiklerinde ‘eksik kalan iki cins’ tablosu çıkmaktadır. Esasında bu durum varlığın umum yapısıyla ilgili bir durumdur. Şöyle ki "zerrelerden bitkilere, ondan hayvanlar ve insanlar arasındaki erkeklik ve dişiliğe kadar her şey çift ve birbirine muhtaçtır; elektron protona, gece gündüze, yaz kışa, yeryüzü gökyüzüne ne kadar muhtaçsa kadın ve erkek de birbirlerine (öylesine) muhtaçtır.. Tek olan Allah’tan başka her şey eksik olduğu gibi, varlığını sürdürebilmek için de, hiçbir şey kendi kendine yeterli değildir. Bu itibarla eksik olan erkek ve kadın bir araya gelmekle birbirlerini tamamlamaktalar ve böylece bir bütünlük oluşturmaktadırlar. Zaten bütünde asıl olan da budur."9 Nitekim erkeklere hitapla bir ayette bu hususa dikkat çekilir: "Kadınlar, (eksiklerinizi kapatıp tamamlama hususunda) sizin için bir örtü, siz de (aynı şekilde) onlar için bir örtüsünüz." (Bakara sûresi, 187) Ayrıca bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.s), "Kadınlar, erkeklerin yarısıdır (şakîki’dir)."10 buyurmuşlardır. Bu nebevî beyanda yer alan ‘şakîk’ kelimesi, ‘tam ortadan ikiye bölünen bir bütünün parçası’ manasındadır. Yani bir bütünü meydana getiren iki parçadan her biri, diğerinin ‘şakîki’ olmaktadır.

c. İlahî hikmet, bir bütünün iki eşit yarımı (şakîki) olarak yarattığı kadın ve erkeği birbirine muhtaç kılmakla onları birbirlerine yöneltmiş ve hayatlarını kaynaştırmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmuştur: "O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de, sizin onlarla onların da sizinle, huzur ve sükûna ermeniz için size kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet var etmesidir. Bunda da düşünen kimseler için ibretler vardır" (Rum sûresi, 21) Eğer her iki cins de birbirinin aynı (farksız) bir tonda yaratılmış olsalardı, birbirlerine sığınma ihtiyacı duymayacaklardı, dolayısıyla aralarında kolayca bir yakınlaşma da meydana gelmeyecekti. Nasıl ki termodinamik kanununa göre bir gün evrendeki hareketin eşit/müsavi hale gelmesiyle bir maddenin sıcaklığı diğerinden fazla olmayacak, varlıkta pozitif-negatif diye bir şey kalmayacak ve kâinat işlemeyen bir saate dönecektir, bunun gibi kadın ve erkeğin duygularının aynı/eşit olmasını istemek veya onları buna zorlamak, her iki cins arasındaki iletişim ve etkileşimin durması, işlememesi demek olacaktır.
Bu hususu müşahhas bir teşbihle ele almak gerekirse: İki mıknatısın farklı kutuplu uçları yan yana getirildiğinde birbirlerini çeker, aynı uçların (‘iki eksi’ veya ‘iki artı’ ucun) bir araya getirilmesi ile de birbirlerini iterler. İşte bunun gibi, erkek erkeklik duygularıyla, kadın da kadınlık hisleriyle kalabildiği müddetçe birbirlerini cezbederler. Aksine, erkekleşmeye çalışan bir kadının bir erkekle, kadınsı tavırlara özenen bir erkeğin ise bir kadınla hayatlarını sürdürmeleri oldukça zordur. (Ağırlıklı olarak Batı dünyasında kısmen de bizim dünyamızda vuku bulan boşanma olaylarının sebepleri bu açıdan da değerlendirmeye alınmalıdır.)

Hâsılı, kadın sevgi, şefkat, nezaket, duyarlılık ve zerafet gibi daha zengin olduğu hususiyetlerle erkeği cezbederken, erkek de metanet, soğukkanlılık, cesaret, fizikî güç ve hislerine hakimiyetiyle aklen daha mutedil oluşu gibi önde olduğu yönleriyle kadını yanına çeker. Böylece erkeğin ve kadının kendisine has bu özellikleri onları birbirlerine derinden bağlayan vesileler olur.11
İlgili Hadis ve Tercümesi Arz edilmesinde yarar gördüğümüz bu açıklamalardan sonra hadis-i şerif için şu şekildeki bir tercümenin daha muvafık olacağını düşünmekteyiz:
عن أبي سعيد الخدري قال:
خَرَجَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي أَضْحَى أَوْ فِطْرٍ إِلَى الْمُصَلَّى فَمَرَّ عَلَى النِّسَاءِ فَقَالَ: يَا مَعْشَرَ النِّسَاءِ..... مَا رأَيْتُ مِنْ نَاقِصَاتِ عَقْلٍ ودِينٍ أَذْهَبَ لِلُبِّ الرَّجُلِ الْحَازِمِ مِنْ إِحْدَاكُنَّ. قُلْنَ: وَمَا نُقْصانُ دِينِناَ وَ عَقْلِناَ يَا رَسُولَ اللهِ؟ قاَلَ: أَلَيْسَ شَهَادَةُ المَْرْأَةِ مِثْلَ نِصْفِ شَهَادَةِ الرَّجُلِ؟ قُلْنَ: بَلَى. قَالَ: فَذَلِكَ مِنْ نُقْصَانِ عَقْلِهَا. أَلَيْسَ إِذَا حَاضَتْ لَمْ تُصَلِّ وَلَمْ تَصُمْ؟ قُلْنَ: بَلَى. قَالَ: فَذَلِكَ مِنْ نُقْصَانِ دِينِهَا
Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) rivayet ediyor: Allah Resûlü (s.a.s.) bir kurban veya ramazan bayramında namazgâha çıktığında kadınlara uğradı ve onlara şöyle dedi:

"Ey kadınlar topluluğu!… Akletme işini ve din(i vecibelerini) eksik bırakan sizden birisi kadar, tedbirli ve kararlı bir erkeğin aklını çelen bir başkasını görmedim. Onlar ya Resûlallah: ‘Akletme ve din(i vecibelerimizi yerine getirme) mevzuunda noksan bıraktığımız (hususlar) nedir?’ dediler.

(Allah Resûlü de) 'Kadının şahitliği erkeğin şahitliğinin yarısı kadarı değil midir?' diye sordu. Onlar, ‘Evet’ dediler. Allah Resûlü: 'İşte bu (durum), onun akletmeyi eksik bıraktığı işlerden (biri)dir.' buyurdu.
(Sonra) Allah Resûlü: 'Kadın hayız gördüğü zaman da namaz kılmaz ve oruç tutmaz, değil mi?' buyurdu. Onlar, ‘Evet’ deyince, ‘Bu da, onun dini (taât ve ibadetlerini tam olarak yerine getiremeyip) eksik bıraktığı meselelerden (biri)dir’ cevabını verdi."12
Hadisin Muhtevasıyla İlgili Birkaç Husus
Hadis-i şerifin meâlini böylece verdikten sonra bu çerçevede yine birkaç noktaya dikkat çekmekte fayda mülahaza ediyoruz:

1. Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere, kadınlar fizyolojilerini etkileyen hayızlı günlerde belli mükellefiyetlerden muaf tutulmuşlardır.13 Kadının din bakımından eksik olması, onun teslimiyet ve takvası açısından erkekten daha noksan/geri olduğu anlamına gelmediği gibi, bundan ‘insanlık ve değer’ yönünden kadının erkekten aşağıda olduğu şeklinde bir mana çıkarmak da doğru değildir. Bu sadece onun -dince temizliğin şart kılınmış olması sebebiyle- namaz ve oruç gibi ibadetleri belli günlerde yerine getirememesinden kaynaklanan nisbî amelî bir eksikliktir.

Bu çerçevede hatırlatmamız gereken bir husus da şudur: Özel halleri sebebiyle bazı ibadetlerini bırakmak zorunda kalan kadınlar, bu günlerde dua, zikir, tesbih, tefekkür ve istiğfar gibi ibadetleri yerine getirmek suretiyle ruhen hissettikleri amel noktasındaki bu nisbî eksikliği telafi edip yine büyük sevaplara nail olabilirler.
Kadının fizyolojik sebeplerden ötürü bir kısım amelî vecibelerini yerine getiremeyişi, tamamen irade ve inisiyatifi dışında gelişen, yani onun elinde olmayan arızî bir haldir. Dolayısıyla dinin özüyle ilgili olmayan amel noktasındaki bu nisbî/göreceli eksiklik, İslâm nazarında hiçbir zaman onun Hak katındaki konumunu belirleyici bir durum olarak değerlendirilmemiştir. Bu konuda Kur’ân, kadın ve erkek için birlikte geçerli olan genel bir ilke ortaya koymuştur:

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık... (Bilmiş olun ki) Allah katında en üstününüz en takvalı olanınızdır." (Hucurat sûresi, 13)


2. Şahitlik gibi riske ve tehdide açık ağır bir iş, –fıtraten buna daha dayanıklı/müsait- erkeğin omzuna yüklenmiştir. Bu açıdan kadın özel bir koruma altına alınmıştır. Her konuda olduğu gibi burada da konuya yaklaşım tarzı çok önemlidir. Hikmet ve merhametin kendisi olan bu ilahî hükmün ruhuna yabancı bir kadın, bunu kendisi açısından ‘küçük düşürücü bir manzara’ olarak telakki ederken, Kur’ân’ın nihayetsiz hikmetine itimadı tam, inanmış bir kadın ise bunu kendisi adına ‘imtiyazlı/ayrıcalıklı bir hüküm’ olarak görür.
Esasında bir hükmün zihindeki oluşumu, meseleye nereden ve ne şekilde bakıldığıyla doğrudan ilgilidir. İmdi dileyen bu hükmü, Hikmeti Sonsuz'un penceresinden seyredip tasdik eder, dileyen de hikmeti sınırlı aklının dürbününden bakıp ‘hayır’ der. Ne diyebiliriz ki kabul veya reddetme hürriyetini insanlara bizzat Allah vermiştir.

Yukarıda arz ettiğimiz nebevî beyanda da geçtiği üzere insan olma yönüyle kadın ve erkek eşit yarımlardır. Ne erkek kadının, ne de kadın erkeğin çok veya az gelişmiş şeklidir. Söz konusu olan sadece fıtratlarındaki farklılıktır. Bu farklılık ise nisbîdir. Zira hem naklen14 hem de aklen sabittir ki kadın ve erkek aynı insanî duygulara (aynı mahiyete) sahiptirler. Fakat yüce Yaratıcı bu müşterek duyguları iki cinse –bir kısım hikmet ve maslahata binaen- değişik nispetleriyle, farklı tonlarıyla vermiştir. İşte fıtratlardaki bu türden bir farklılık İslâm açısından vazifede de farklı düzenlemeleri gerektirmiştir. Nitekim Kur’ân’da erkeklerin kadınların gözeticileri/koruyucuları (‘kavvâm’ı) olması meselesi, Allah’ın onlara bu görevi yürütebilmelerine imkan sağlayacak özellikler itibariyle daha fazla lütufta bulunmuş olmasına bağlanır: "Erkekler (kocalar), kadınlar (eşleri) üzerinde gözetici ve koruyucudurlar. Bunun sebebi, Allah’ın onların bazılarına diğer bazılarından daha fazla lütufta bulunması ve (bir de) erkeklerin (evin masrafı ve mehir gibi) harcamaları kendi mallarıyla yapmalarıdır." (Nisa sûresi, 34) Erkeğe -kadına nazaran- daha fazla olarak verilenler, manevi üstünlük bakımından değil, onun görevini hakkıyla icra edebilmesine yardımcı olabilecek metanet, cesaret, itidal ve fizikî güç gibi özellikler yönüyledir.

Şimdi bu açıdan kadının şahitliği meselesine yeniden bakalım. Yukarıda da kısmen değinildiği üzere, bu ağır vazifeyi/yükü erkeklerin üstlenmesi murat buyrulmuştur.15 Çünkü bu türden sıkıntılı bir yükümlülük erkeğin altından kalkabileceği bir iştir, böyle bir vazife kadından istendiği zaman ona zulmedilmiş olur.

Denilebilir ki böylesi bir hüküm –tabir caizse- pozitif ayrımcılık anlamında kadına tanınmış hususi bir ‘hak’tır. Bu itibarla da aksine davranış onun elinden ‘rahmet ve hikmet yüklü bu hakkı’ gasp etme anlamına gelir. Şu kadar ki şahit olarak yalnızca bir erkeğin bulunduğu bir yerde iki kadının şahitliği istenmiştir, yani onların yardımı talep edilmiştir. Bu ne anlama gelir? Buradan "Kadın İslâm nazarında erkeğin yarısıdır." gibi bir mana çıkarılabilir mi? İki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine itibar olunması, hiçbir vakit kadının erkeğin yarısı olduğuna delil olamaz. "Çünkü bu, sadece şahitlikte her türlü teminatın bulunmasına önem verilmiş olmasıyla alakalı hukukî bir düzenlemedir. Bu şahitlik ister itham olunanın aleyhine olsun, isterse lehine olsun fark etmez."

Dikkat edildiğinde görülecektir ki bu nebevî beyanda ‘kadının bir erkeğin yarısı olduğu’ değil, ‘kadının şahitliğinin, erkeğin şahitliğinin yarısı kadarı’ bir kuvvette olduğu bildirilmiştir. Bu cümle birincisinden farklı olup bununla yalnızca kadının yapacağı şahitliğin sağlıklı bir şekilde gerçekleşebilme imkanının erkeğinkine nispetle yarı yarıya denebilecek bir kuvvette olduğu vurgulanmıştır. İstisnaları hariç pratikteki yaşananlar da genel olarak bu hükmü teyit etmektedir. Çünkü kadın, fıtrî temayülleri sebebiyle çabuk heyecanlanan, merhamet tarafı galip olan, davanın şart ve sebeplerinin tesiri altında kalması mümkün olan bir tabiata sahiptir. İşte bu sebeplerden ötürü –birbirlerine destek olsunlar diye- bir kadının yanında başka bir kadının bulunmasına önem verilmiştir.

Bu meseleyle ilgili olarak -bir röportaj vesilesiyle- kendisine tevcih edilen bir soruya F. Gülen Hocaefendi’nin vermiş olduğu cevabı burada özet olarak aktarmak istiyoruz:

Burada esas olan hak ve adaletin gerçekleştirilmesidir. Mesele ‘yanılma, şaşırma, unutma’ gibi durumlarla alâkalıdır.17 Bunlara onun analık şefkat hissini de ilâve edebiliriz.. Kaldı ki, bu mesele kadınlara mahsus bir durum da değil; hak ve adaletin gerçekleştirilmesine mâni görüldüğü yerde, bedevî erkeklerin şahitliği hakkında da söz konusu olmuştur. Şahitlerin toplumun her alanında bulunamama -günümüzde de hayatın her biriminde bulunmamaları bir vâkıadır- her şeyi görememe, çok mahrem hususlara şahit olamamaları gibi durumlar her zaman söz konusu olabilir. Ayrıca Kur’ân’ı Kerim’de geçen bu husus, şifahî (sözlü) şahitlikle alâkalıdır. Yoksa ihtiyaç duyulduğunda yazılı belge ile onun şahitliğinin bir kısım fukâhaya göre mesmû olacağı (dinleneceği) de derkârdır (malum olan bir husustur.)

3. Hadis-i şerifte kadınlarla alakalı vurgulanan son bir hususa daha temas etmek istiyoruz: Şöyle ki, kadın Allah’ın cemîl ismine erkeğe nispetle daha ziyade mazhardır. O bu mazhariyetle gelen cemal (güzellik) ve letafet yönünden erkeklerin önünde bulunmaktadır. Bu hususiyetleriyle kadın kendisinden daha tedbirli ve kararlı bir erkeğin aklını devre dışı bırakabilmektedir.19 Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s) bu taaccübünü "Ey kadınlar topluluğu!… Akletme işini ve dini (vecibelerini) eksik bırakan sizden birisi kadar, tedbirli ve fikren daha kararlı bir erkeğin aklını çelen bir başkasını görmedim." sözleriyle ifade buyurmuştur.

Kadın ve erkeğin meşru dairedeki bağ ve ilişkileri her iki cins için de bir huzur ve sükun vesilesi olurken, bunun dışına çıkılması halinde kadının kendisine has kadınlık cazibesinin bir fitne sebebi olması kaçınılmaz olmaktadır. İşte Peygamberimiz bu nebevî beyanıyla aynı zamanda erkeklere bu gücün etkisi karşısında uyanık olmalarını işaret buyurmaktadır.

Sonuç

Gerek Kur’ân’da gerekse hadis-i şeriflerde erkeğin kadından üstün olduğu hissini uyaran ibareler, farklı kabiliyetleri ifade sadedinde beyan buyrulmuş vurgulardır. Çünkü kadın ve erkek bir bütünü tamamlayan cinslerdir.

Kadın ve erkek arasındaki nisbî/göreceli farklılık -pek çok maslahat için planlanmış özel bir dizayn olup- ontolojik anlamda (‘varlık olarak birbirlerinin daha az veya daha çok gelişmiş şekli’ manasında) bir farklılık değildir.
Bu cümleden olmak üzere: Kadınlarla alakalı olarak hadis-i şerifin temas ettiği nisbî eksikliği, aklın bizatihi kendisinde değil, onun aktivitesinde (akletmesinde) düşünmemiz; dinen eksikliği de dinin bizzat özünde değil, ‘bazı ibadetlerin edasında eksik kalma’ şeklinde değerlendirmemiz daha isabetli olacaktır.


Dipnotlar
1.Nevevî, Şerhu’n-Nevevî, Beyrut tsz., 2/67.
2.İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Beyrut 1989, 1/535; el-Kastalanî, İrşadu’s-Sârî, Beyrut tsz, 1/347.
3.Bkz. Nevevî, a.g.e., 2/68.
4.Ahmed Naim, Tecrid-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1987, 1/224.
5.el-İsfehanî, el-Müfredât, İstanbul 1986, s. 511.
6.A’raf sûresi, 117. Ayrıca bkz.: Hac sûresi, 46.
7.Bkz. El- Cürcanî, et-Ta’rifât, tsz, ysz, s. 178.
8.(نَقَصَ fiili Arap dilinde hem geçişli (müteaddî) olarak ‘bir şeyi eksik yapmak/bırakmak’ manasıyla hem de geçişsiz (lâzımî) olarak ‘bir şeyin eksik olması/kalması’ anlamıyla kullanılmaktadır. Bkz.: İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, Daru İhyai’t-türasi’l-Arabî, Beyrut 1995, 14/262.
9.Gülen, Fethullah, Prizma, 1/177, Nil yay, İstanbul 1997.
10.Ebu Davud, Taharet 94; Tirmizî, Taharet 82.
11.Benzer yorumlar için bkz., Ramazan el-Butî, el-Mer’etü..., Daru’l-Fikr, Beyrut 1996, s. 174-175.
12.Buharî, Hayz 7. Keza bkz.: Müslim, İman 132; Ebu Davud, Sünnet 15; Tirmizî, İman 6; İbn Mace Fiten 19, Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 2/67, 373.
13.Kadın hayız müddetinden sonra orucunu kaza eder, namazını ise kaza etmez.
14.Bkz., A’raf sûresi, 189.
15.Bkz., Bakara, 2/282.
16.Muhammed Kutub, İslam’ın Etrafındaki Şüpheler, (Çev. Ali Özek), İst. 1982, s. 171.
17.İlgili ayet için bkz. Bakara, 2/282.
18.Gülen, Fethullah, Sağduyu Çağrısı (Haz.: Heyet), Işık yay., İst. 2006, s. 178-179.
19.Bunda erkeğin kadına olan zaafının da unutulmaması gerekir.


Doç. Dr. Yener Öztürk