๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Son Peygamber => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 11 Aralık 2009, 16:17:02



Konu Başlığı: Allah´ın Elçisi Hz.Muhammed(s.a.v.)
Gönderen: Sümeyye üzerinde 11 Aralık 2009, 16:17:02
Allah´ın Elçisi Hz.Muhammed(s.a.v.)

Hz.Muhammed(a.s.) ve Soyu:Peygamber (sav) efendimize risaleti geldikten, daveti yayıldık tan, onun risaleti Romalılar tarafından duyulduktan sonra, Ebu Süfyan bin Harb, Herakliyus ile görüştü. Herakliyus, Peygamber (sav) efendimizin durumuyla ilgili olarak, ona bazı sorular yönelt ti. Bu sorulardan biri de, Peygamber efendimizin soyuyla ilgiliydi. Ebu Süfyan -Peygamber efendimizin en azılı düşmanı olduğu hal de- yalan söylemeksizin bu soruyu şöyle cevapladı: "Muhammed Kureyş içinde en yüksek soya sahip bir kimsedir." Yani onlar ara sında en asil ve en şerefli bir kimsedir. Ebu Süfyan´m bu cevabı karşısında Herakliyus şöyle dedi: "İşte böyle peygamberler, halk içinde en yüksek soydan gelirler.

Kur´an-ı Kerim de, daha önce gelmiş olan peygamberler hak kında haberler verirken, onların, kabileleri içinde ailelerinin yük sek bir soya sahip olduklarını bildirmektedir. Örneğin Şuayb (as)´ı ele alalım. O, şerefli bir aileye mensup soylu bir kimseydi. Cenab-ı Allah, onun kavmiyle olan mücadelesini bize şöyle anlat maktadır: "Dediler ki: ´Ey Şuayb, senin söylediklerinden çoğunu anlamıyoruz, biz seni içimizde zayıf görüyoruz. Kabilen olmasay dı seni mutlaka taşlar (Öldürür) dük! Senin bize karşı hiçbir üs tünlüğün yoktur!. ´Ey Kavmim´dedi, ´sizegöre kabilem, Allah´tan daha mı üstün ki, onu arkanıza at (ip unut) tunuz? Şüphesiz Rab-bim yaptıklarınızı (bilgisiyle) kuşatıcıdır." (Hud: 91- 92)

Bu ayeti kerime, Şuayb peygamberin şerefli, güçlü ve mukte dir bir aileden geldiğini bildirmektedir. O, Medyen´deki aşiretler arasında en yüksek soya sahip bir kimseydi.

Muhammed (sav) de, kavmi içinde yüksek bir soya sahip olup asil bir aileden gelmekteydi. Ibn Abbas´m rivayet ettiğine göre, Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "Cenab-ı Allah beni hep temiz bellerden temiz rahimlere, saf ve temiz bir şekilde nakle-degelmiştir. Soyumda iki kola ayrılma meydana geldiğinde mut laka ben o kollar içinde en hayırlı olanında bulunurdum" .

Vaile bin Eska´in rivayet ettiği sahih bir hadiste de Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "Doğrusu Cenab-ı Allah, ibra him´in oğullarından ismail´i, ismail´in evladından da Kinane oğullarını seçmiştir. Kinane oğulları arasından ise Kureşlileri seçmiştir. Kureyşlilerden de Haşimoğullarını seçip üstün kılmış tır. Haşimoğullan arasında beni seçip üstün kılmıştır."

Böylece Muhammed (sav)´in, soyca yüksek bir yere sahip oldu ğu kesinlik kazanmaktadır. Soy ve asalet şerefinden maksat, onun aşiretinin zengin olması ve kendisinin de onlardan büyük miktarda servet elde etmiş olması değildir. Çünkü mal, soy ve ne-seble ölçülen bir şey değildir. Örneğin Amcası Ebu Talib, Mek ke´de itibar ve şeref sahibi bir kimseydi.Fakat mal sahibi değildi. Peygamber efendimiz de Araplar arasında soy bakımından yük sek bir yere sahip olduğu halde, yoksul ve yetim bir kimseydi. Da var otlatırdı. Soyluluk ve asalet, zenginliğin, kuvvetliliğin veya otoritenin ayrılmaz bir parçası değildir. Soy ve neseb şerefi, kişi nin içinde bulunduğu aile ocağından elde edilir ki, bu şeref, kendi sine bağlı bireyleri eksikliklerden arındırır ve yüceltir. Bu ocağa bağlı kimseler, rezaletlere düşmekten utanç duyarlar. Örfün ka bul etmediği ve selim akıl sahiplerinin çirkin gördükleri durumla ra düşmekten çekinirler. Bunların ruhen şeref ve üstünlükleri vardır. Peygamber efendimiz araplar arasında şeref ve üstünlü ğünü, mal ve otoriteyle değil, ruh ve aile bakımından üstün ve ha yırlı bir kimse oluşuyla elde ettiğini ifade buyurmuştur: "Cenab-ı Allah beni Araplar arasında aile bakımından ve ruh bakımından en hayırlı bir kimse kılmıştır."

Nitekim Kureyşliler´in soylularından olan Ebu Süfyan, Herak-liyus´un peygamberimiz hakkındaki sorusu üzerine gerçekleri saklayamamış ve hakikati söylemiştir. Bu cevap her ne kadar kendisi aleyhine bir delil ve Peygamber efendimiz lehinde bir ta nıklık olsa bile, yine de O, doğruyu söylemek zorunda kalmıştır. Oysa müşrik bir insan olan Ebu Süfyan´m bu cevabı kendi aleyhinedir. Ebu Süfyan şu ifadeyi kullanmıştır: "Araplar arasında be nim yalan söylediğimin açığa çıkmasından endişe etmiş olmasay dım, mutlaka yalan söylerdim."

Üstünlük, büyüklük taslamaksızm da elde edildiğine ve kişi nin gururlu davranışlarda bulunmadan da saygınlık kazanması mümkün olduğuna göre, acaba peygamberler niçin yalnızca asil ailelerden ve şerefli köklerden gelmişlerdir?

Bunun nedeni, büyük bir davayı üstlenen kişinin bir takım ayıplamalardan uzak olması gerçeğidir. Peygamberler hiçbir ek siklik lekesiyle lekeli olmamalıdır. Çünkü büyük bir dava ile orta ya çıkan kişiler aleyhinde, doğru veya yanlış birçok dedikodular yayılır. Her ne kadar risaletin kendisi ve peygamberin şahsı ka mil olsa da, bu gibi lekeler onu ve davetini gözlerde küçük düşüre bilir, içinde üstünlük ve yücelik bulunmayan bir soy, gelenekler den yoksun olduğu bilinen bir aile, asaletten mahrum olduğu için ilk etapta reddedilir. Nitekim peygamberlerin çoğu asilzadeler den değil de, ayak takımından olmakla suçlanmışlardır. Kendile rine tabi olan kimseler genellikle zayıf ve yoksul halk arasından çıktığı için, peygamberlerin davetleri asilzadeler tarafından red­dedilmiştir. Her ne kadar asilzadeler bu düşüncelerinden dolayı haksız olsalar da, bunu bir kötülüme aracı olarak kullanmaktan çekinmemişlerdir. İnsanlığın ikinci babası olan Nuh peygambe rin kavmi de, kendisine tabi olan kimseler fakir ve fukara oldukla­rından dolayı, onun davetine uymamışlardı. Onların bu karşı çı kışlarım Cenab-ı Allah şöyle haber veriyor: "Kavminin inkarcı ile ri gelenleri: ´Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görü yoruz. Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimse nin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yok tur. Biz sizi yalancı sanıyoruz" dediler. Nuh: "Ey kavmim! Rabbi-min katından bir delilim bulunsa ve bana yine katından bir rah met vermiş de, bunlar sizden gizlenmiş olsa, söyleyin bana, hoş­lanmadığınız halde zorla sizi bunlara mecbur mu ederiz?´ dedi. ´Ey kavmim! Buna karşılık ben sizden bir mal da istemiyorum. Benim ücretim Allah´a aittir. İnananları da kovacak değilim; çünkü onlar Rableri´yle karşılaşacaklar, fakat ben sizi cahil bir millet olarak görüyorum. Ey kavmim! Ben onları kovarsam, Al lah´a karşı beni kim savunur? Düşünmüyor musunuz? Ben size, Allah´ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Doğrusu melek olduğumu da söylemiyorum. Küçük gördük lerinize Allah iyilik vermeyecektir diyemem, içlerinde olanı Allah daha iyi bilir. Yoksa şüphesiz haksızlık edenlerden olurum." (Hud: 27- 31)

İnkarcı kavminin itirazı yoksul kimselerin Nuh peygambere tabi olmalarına karşı idi ki, bu da zalimce bir itirazdı. Ama Cenab-ı Allah kullarına, ailesi belirsiz, kavmi yanında rezil, milletinin idaresi hakkında beceriksiz ve uğursuz bir kimseyi peygamber olarak göndermeyecek kadar merhametlidir. Çünkü bu gibi kim seleri peygamber olarak gönderecek olsaydı, kavimleri onları he men reddeder ve tasdik etmezlerdi. İlk aşamada ona muhalif ol duklarını açıklarlardı. Bu muhalefetlerinde ısrar ederlerdi. Ona karşı aşiretinin durumunu ve adetlerini delil olarak ileri sürerler di. Milletleri, fikirlerinin ve reddetmek istedikleri şeyin aksine nefislerini zorlamaktan tesir altına almak mümkün değildir. Çünkü ilk etapta zihne gelen şey, eğer reddetme doğrultusunda ise, artık o kişinin nefsi, doğru çizgiden sapmaya meyleder. Akıl ların idrak ettiği doğru yolun dışına kayar. Kaydıkça sapıklığı da ha da artar. Bu sapma sonucunda,insanları hakka döndürmek çok zor olabilir. Sapma çizgisi uzadıkça, açı genişler ve artık iki ucu bir araya getirmek zorlaşır. Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: "Kalp lerin arzuları, ileriye ve geriye doğru istekleri vardır. Kalp zorla nınca körelir." Peygamberlerin davetleri hidayetedir. Risaletle-rin çağrıları da hidayetedir. Köreltmeye ve körlüğe değildir.

Şüphesiz, peygamberi koruyacak güçlü bir kavminin bulunma sı gereklidir. Çünkü o, davete başlarken ilk etapta insanlara, bil medikleri ve inanmadıkları şeyleri açıklayacaktır. Onların arzu lamadıkları ve hoşlarına gitmeyen şeyleri, beklemedikleri bir an da yaymaya başlayacaktır. İnsanlar da, arzuları hilafına açıkla nan bu şeyleri güzellikle değil, güçlü bir direnişle geri püskürtme ye çalışacaklardır. Eğer peygamberler, kendisim koruyacak güçlü bir aşirete mensup olmazsa, daha başlangıçta yok olacaktır. Aşi reti cılız olursa, daveti de cılız bir aydınlık olarak kalır. Şuayb aleyhisselam kavminin kıssası da bunu gösteriyor. Kavmi, aşire tinden korktukları için Şuayb peygamberi öldürememişti. Kur´an-ı Kerim´de nakledildiği üzere, kavmi Şuayb peygambere hitaben şöyle demiştir: "Kabilen olmasaydı, seni mutlaka taşlar (öldürür) dük"

Peygamber efendimizin de, koruyucu bir aşireti, gücü ve kuv veti olmasaydı, daveti henüz beşiğinde iken ölürdü. Daha uzakla ra gitmeye gerek yok. İşte Peygamber efendimizin hayatı. Rabbi-nin emrini açıkladığı zaman, Kureyşliler kendisine karşı çıkmış lardı. Hem de çok azgın bir şekilde. Bu mukavemetin daha ileri safhalarında şer güçleri onu Öldürmek için etrafım kuşatmışlar dı. Ama ailesi hep onu koruyordu. Kabilesinin şerefi ve Araplar nezdindeki itibarı, onu muhafaza ediyordu. Kabilesinden çekin dikleri için düşmanları Peygamber efendimizi öldürmeye cesaret edemiyorlardı. Nihayet onun getirmiş olduğu hak davet, karan lıkları yarıp, aydınlığa ulaşıncaya kadar yoluna devam etti. Niha yet İslam güneşi büyüyüp güçlendi. İşte o zaman Cenab-ı Allah Peygamber efendimizi koruyan kimselerin ruhlarını teslim aldı. Etrafındaki koruyucu çemberi kaldırıldı. Artık İslam daveti ken di kendini koruma noktasına gelmişti. Tuzak kuranların tuzakla rını başlarına geçirecek güce sahip olmuştu.

Birisi çıkarak şunu söyleyebilir: Her şeye rağmen Peygamber efendimize olmasa bile, ona tabi olanlara el uzattılar onları ezme ye başladılar. İslam davetinin zayıf kimselere ulaşmasına engel oldular. Peygamber efendimizin ailesinin güç ve itibarı, ona tabi olan sahabilerinin eziyet görmesine engel olamadı. Müşriklerin İslam risaletinin önüne barikat kurmalarını önleyemedi. Hatta bazı zayıf ve güçsüz sahabiler, azap ateşinin ve sıcaklığın altında bilfiil canlarını verdiler.

Bu soruya cevap olarak deriz ki: Bu olaylar şunu gösteriyor: Eğer davetin sahibi Peygamber efendimiz de şu güçsüz sahabiler gibi zayıf olsaydı, onu koruyacak aşireti bulunmasaydı, müşrik ler mutlak onu da öldürürlerdi. "İşin aslı budur. Eğer bunu Öldü-rürsek daveti ortadan kalkar" diyerek onun üzerine çullanırlar ve İslam davetini daha ilk günlerinde yok ederlerdi. Şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, Kureyşli müşriklerin mü´minle-re yaptıkları eziyetler, mu minlerin ailelerinin güç ve kuvveti nis-betinde farklılık gösteriyordu. Örneğin Hz. Ebubekir ile Os man´ın çektiği eziyet, Yasir ailesinin çektiği eziyet derecesinde ol mamıştı. Bunlar Habbab bin Eret kadar eza. ve cefa çekmemişler di. Koruyucu ve yardımcıları olmayan zayıf mü´minlerin çektikle ri eziyetler, çok şiddetliydi. Önceki sayfalarda işaret ettiğimiz, Hendek´te yakılan Ashab-ı Uhdud gibi eziyetlere maruz bırakılmamışlardı. Peygamber efendimizin mübarek şahsı da eziyete uğramıştı. Müşriklerden eza ve cefa görmüştü, ama onu öldürme yi akıllarından geçirmemişlerdi. Fakat davetinin önüne geçmek ten umutlarını kestikten, islam davetinin Mekke dışına yayılma ya yüz tuttuğunu gördükten, İslam nurunun Arap kabilelerine yöneldiğini müşahede ettikten sonra, onu öldürmek düşüncesini kafalarına yerleştirdiler. Fakat artık onun, iman devletini kur masının zamanı gelmişti. Bu devleti oluşturacak unsurlar teka mül etmişti. Ama bu devleti Mekke dışındaki bir yerde kuracaktı.

İşte böylece Cenab-ı Allah, inananları musibetlerle imtihan et ti. Nihayet onlar dinleri sebebiyle müşriklerin eziyetlerinden ka çarak hicret ettiler. Musibetler kalpleri daha da güçlendirir, ira deyi sağlamlaştırır. Artık mü´minler gevşeklik ve zaaf göstermez ler. Hüzne kapılmaz ve Allah´ın rahmetinden ümit kesmezler. Al lah´ın kelimesinin yükseleceği hususunda asla umutsuzluğa ka pılmazlar. Hakkın destekçileri olan kimseler işte böylece yetişir ler. Kelimeleri yüce olan Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: "Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gi receğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokun muştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve onunla birlik te inananlar: ´Allah´ın yardımı ne zaman?´ diyecek olmuşlardı, iyi bilin ki, Allah´ın yardımı yakındır" (Bakara: 214)

Rahmet peygamberinin bütün yaşantısı boyunca merhametli olması; küçük yaştayken zayıflara karşı merhametli olarak yetiş tirilmesi, zayıflarla düşkünlerin acılarını hissetmesi için onların arasında zayıf bir kimse olarak büyümesi gerekiyordu. Zayıfların durumlarını görmeyen ve acılarını tatmayan kimse merhametli olamaz.

Peygamber (sav) efendimiz kavminin en yüksek soylu bir şah siyeti olmakla birlikte mali bakımdan zayıf ve yoksuldu. Yaşantı sına öksüz olarak başladı. Sonra davar otlatarak, ücretli bir çoban olarak yaşadı. Böylece ruhunu iki yönden süsleyip terbiye etti:

1- Onun soy ve asaleti, kendisini kötü işlerle uğraşmaktan alı koyuyor, üstün ve yüce işlere yöneltiyordu. Böylece yönelimleri ve şerefi arasında denklik meydana geliyordu. Böylece Peygamber efendimiz soy üstünlüğünü elde etti. O, doğru sözlü ve güvenilir bir kimseydi. Soyunu lekelendirecek hiçbir ayıbı yoktu. Yüksek şerefini zayıflatacak bir kusuru da bulunmuyordu. Gerçekten asil bir kimse idi. Soylular arasında kamil bir şahsiyetti. Başları tarafından uyulan bir liderdi.

2- Öksüz ve yoksul bir kimseydi. Bu özelliği onu zayıf kölelere, fakir işçilere karşı mütevazi bir insan haline getirmişti. Onlara karşı büyüklük ve üstünlük taslamıyor, aksine onlara yakın bir kimse oluyordu. Onlarla ülfet peyda ediyordu. Aralarında dosta ne bir sıcaklık meydana geliyordu. Ama yine de fakirliğin zilleti kendisine ulaşmıyordu. Miskinlerin perişanlığı, muhtaçların za fiyeti kendisini lekelendirmiyordu. O, üstün ve yüce bir şahsiyet ti. Her iki yanından rahmet pınarları fışkırıyordu. Rahmet, mu sibetler arasından fışkıran ilahi bir pınardır. Merhametli, zillete düşmeksizin musibetleri tadan kimseler, başkalarına karşı mer hametli olur. Böyle biri, kendisinden üstün olanlara karşı kin beslemez, aksine kendinden aşağı durumda olanlara bakar ki, on ları yüceltsin, himaye etsin ve yardım elini uzatsın.

Bu iki ruh özelliği ve ahlak güzelliği Peygamber efendimizde, bir araya gelerek onu çocukluğundan itibaren şeref ve riyasetine layık ahlaki yüceliklere yöneltmişti. Şerefini, başkalarına saldır mak ve mütecaviz olmak için bir vasıta edinmemişti.

Öksüzlüğü, yoksulluğu, zayıf işçiler arasında çoban olarak ça lışmış olması, onu, kendisi ile ülfet edilebilen bir insan haline ge tirmişti. Başkalarına karşı üstünlük taslamıyordu. Kendini zayıf kimselerden sayıyor ve buna gönülden inanıyordu. Kendisini, çokça işlere tevessül etmeyen eşraf kimselerden sayıyordu. Her hallerinde şefkatli ve dostane haller izhar ediyordu.

İnsanların halleri araştırıldığı zaman, zayıf kimselerin kalple ri kinle ve Allah´ın nimetine mazhar olmuş insanlara karşı haset le lekelenmemiş ise, kalblerinin ihlaslı olduğu görülecektir. İhlas ile birlikte ruhlar aydınlanır ve hakka yönelir. Sırat-ı Müstakime doğru yön alır. Çünkü bu gibi kimselerin kalblerinde heva, heves, şehvet ve lezzetlerin lekesi bulaşmamıştır. İnsanı bu gibi kötü lüklere mal yöneltir, ya da mal, bu gibi işleri yapmayı kolaylaştı rır. Nefisler de bu gibi kötülüklerin baskısı altında ezilir. Kalp bu gibi kötülüklerle lekelenmediği takdirde, insan çabucak imana yönelir. Bu sebepledir ki, peygamberlerin davetine ilk inanıp ica bet eden kimseler, zayıflarla yoksullar olmuştur. Çünkü bunların kalblerine kin ve intikam duyguları ve haset bulaşmamıştır. Bu gibi kötülükler insanın kalbindeki iman nurunu söndürürler.

Peygamber efendimiz, zayıflara karşı merhametli bir kimsey di. Çünkü o da kendini zayıflardan biri olarak hissediyordu. Ama zayıfların kalblerine yerleşmiş olan meskenet duygusu ona bu-luşmamıştı. İnşam küçük düşüren ve zelil kılan alçak karakterle re razı olmamıştı. Çünkü zayıf kimse kindar olmadığı takdirde, bir nevi aza kanaat eden ve asgari haklarını bile aramayan bir kimse haline gelir. Bu da insanı, baş eğmeye sürükler. Peygamber efendimizde fakirliğin üstün meziyetleri yerleşmişti. Bu sebeple dosdoğru yola yönelmişti. Ama zayıfların zillet ve meskenetine asla düşmemişti. Çünkü onun nesebinin yüksekliği, kendisini bu meskenete düşmekten alıkoymuştu. Dolayısıyla kendisinde iki güzellik meydana gelmişti. Bunlardan biri neseb güzelliği, diğeri de, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah´a ihiasla bağlan ma güzelliğiydi. İşte bu iki güzellik onu, insanlığı yücelten ilahi ri sale te hazırlamıştı.


Konu Başlığı: Ynt: Allah´ın Elçisi Hz.Muhammed(s.a.v.)
Gönderen: Ceren üzerinde 27 Ocak 2021, 23:17:20
Esselamu aleyküm.peygamber efendimizin yolunda giden onun sünnetine tabi yaşayan ve rızasına kavuşan kullardan olalım inşallah...


Konu Başlığı: Ynt: Allah´ın Elçisi Hz.Muhammed(s.a.v.)
Gönderen: Sevgi. üzerinde 28 Ocak 2021, 07:42:53
Aleyküm Selâm. Rabb'im bizleri canlar cânı gönüllerimizin sultanı Peygamberimizin yolundan hiiç ayırmasın inşaAllah