๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler (Tasavvuf) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 16 Mayıs 2010, 16:32:51



Konu Başlığı: Tasavvuf nefsin hastalıklarının eczanesidir
Gönderen: Sümeyye üzerinde 16 Mayıs 2010, 16:32:51
Tasavvuf Nefsin Hastalıklarının Eczanesidir?


PROF. DR. ETHEM CEBECİOĞLU:



“TASAVVUF, NEFSİN HASTALIKLARININ ECZANESİDİR”





• Hocam, tasavvufun İslam’daki yeri nedir?

• Borçlanmayla alakalı olarak birisine borç verdiğimiz zaman bu borç ödenecektir. Yani 1 milyar lira borç verdiniz, 1 milyar lira alacaksınız. İslam hukuku bunu gerektiriyor. Hukuk buna göredir. Ayete göre vakti geldiğinde ödenmesi gerektiği anlatılıyor. Bu temel bir hukuk kuralı olan konmuş fakat bu burada bırakılmamış.

Ayeti kerimede bir basamak ileri ****ürülmüş. Hani darda kalındıysa ona bir süre verin diyor. Allah bunun hayırlı olduğunu söylüyor. Hak olarak, normal olan ödenmesidir. Ama durumu uygun olmayana bir mehil tanımak, üçüncü aşamada ise bakıyorsunuz adam fakir, bağışlayın, en hayırlısı da budur diyor. İslam burada üç alternatif sunuyor. Herhangi bir konuda Kur’an-ı Kerim’de bu şekilde fetva, takva, vefa dediğimiz boyutlar açılım olarak zikredilmiş.

Mesela bir kaza namazının farzını kaza ettiğimiz zaman İslam ilmihallerine göre kaza yerini buluyor. Fakat ben bazı şahıslar gördüm, sünnetleri de kaza ediyor. Sünnetlerin kazası diye bir şey yok. Ama kendiliğinden öyle hissediyor. Duyuşu o. Yani içindeki itici, motive edici inanç gücü zamanında kılamadığı sünneti de kaza etmesini sağlıyor. Aslında öyle bir şeye gerek yok. Öyle bir şeye gerek olmamasına rağmen kendiliğinden, Allah’a olan saygısı, imanının gücü, artık ona ne derseniz deyin, bir yapı. Yani bir imani yapının insanda meydana getirmiş olduğu itici bir motivasyonla sünnetleri de kaza ediyor. Kılma diyemezsiniz ama kılmasına da gerek yoktur. Kılana kılma denemez, kılmayana da kıl denilmez. Çünkü hukuk olarak, bir ilmihal kuralı olarak Hanefi mezhebine göre sadece farz namazları kaza edilir.

Tasavvufun İslam dinindeki yerine gelince... Tasavvufu, kısaca takva hayatı olarak görüyorum. Yani tasavvuf kelimesini hep ağır buluyorum ama kullanma mecburiyetinde kaldığım için kullanıyorum. Yani bir bilim haline gelmiş. Kendi başına ıstılahları var, terminolojisi var. Kurallar geliştirmiş. Bir bağımsız ilmi disiplinle olması gereken bütün özellikler tasavvufla bir ilim olarak veyahut da tasavvufu bir ilim olarak ortaya çıkarmıştır. Bir ilmin ilim olabilmesi için terminolojisi gerekir, terim bilgisi gerekir. Bugün fıkıh içinde vardır bu ıstılah, bu metodoloji hadis için de, tefsir için de, tarih için de vardır. Bütün ilimler için geçerlidir. Bu şekilde metodolojisi kurulmuş, terminolojisi kurulmuş bir ilimseniz bağımsızlığınızı ilan edersiniz.

Tasavvuf her birini asırda terminolojisi oluşmaya başlamış, zühd hareketleriyle beraber ilk primitif tasavvuf ifadelerinin, terimlerinin kurgulanmaya başlandığını, inşaya başlandığını bir bilim olarak tasavvufun üçüncü asırda da artık resmen ortaya çıktığını, rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Ve biz burada tasavvuf kelimesiyle kastettiğimiz, İslam’ın daha derin tefekkür ve duyuşlu bir takun boyutuyla yaşanması, derinlikle, aşkla, vecdle yaşanmasıdır.

Bazıları “tasavvuf ayrı bir dindir” diyerek ortaya çıktılar. Bu iddia, tamamen yanlış bir iddiadır. Ama bu isim konmuş bir kere. Bu nedenle, yani metodoljisi, terminolojisi oluşması münasebetiyle bir bağımsızlığını ilan etme söz konusudur. Bu ilan ile birlikte tasavvufa bir ilim olarak yani insanların takvalı ve veralı yaşamasının tasavvuf kelimesiyle anılması genelleştiği için ben de onu kullanmak zorunda hissediyorum kendimi.

Bana göre tasavvuf fazlalık bir isimdir. Bunun en büyük ispatı da zamanımızda gördüğümüz tasavvuf büyükleridir. Mesela Sami Efendi hazretleri. Hayatını yakından inceledim. Baktım Kur’an-ı Kerim’in aynısı. Yani Kur’an insanı, sünnet insanı. Hiçbir bidat yok. Sahih ehli sünnet inancına mensup. Takva hayatı var. Vera hayatı var. Aşk var, muhabbet var, rıza var. İslam’ı derin yaşamak, sevmek, sevdirmek var. Bu İslam-Müslüman başka bir kelime bulamıyorum. Ama mecburen tasavvuf ıstılah olarak kullanılır hale gelmesi münasebetiyle, ıstılahı oluştuktan sonra, tasavvuf adını aldıktan sonra bu gibi zevatı kirama muttaki, zahit gibi isimler yerine mutasavvıf, sufi diye kelimeler kullanılır olmuş.



• Hocam, tasavvufu ahlak ile sınırlandırmıyor, “İslam’ın diğer alanlarına da giren boyutları var.” diyorsunuz. Yani genel bir bakış açısıyla ele alıyorsunuz.

• Tabi ki. Ben burada tasavvufu naçizane şöyle tanımlama durumunda hissettim kendimi: Bir çeyrek asırlık, bu işin akademisyeni olarak söylüyorum. Vardığım bir tarif var. O tarifin çok makul olduğuna inanıyorum. Kur’an-ı Kerim’i Peygamber efendimiz gibi yaşamaya çalışmaktır. Kur’an-ı Kerim’i yaşamaktır demiyorum, yaşamaya çalışmaktır diyorum. Yaşamaktır kelimesi bir iddiadır. “Yaşamaya çalışmak” mütevazı bir ifadedir. Çünkü hiçbir kimsenin Peygamberimiz gibi İslam’ı yaşayabileceğine ben şahsen inanmıyorum. O örnek, üsvei hasene, prototip müslüman örneğidir. Herkes İslam’ını ona göre değerlendirecek. O, Kur’an-ı Kerim’e göre değerlendirmiş.

Hz. Aişe annemize sorulduğu zaman, “Ahlakı Kur’an’dan ibaretti.” diyor. Yani Peygamberimizi kısaca “Kur’an insanı” diye tarif ediyor. Evliya da, o muttakiler de, maneviyat erleri de Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hayatını yaşayarak Kur’an’ı anlamışlardır. Peygamberimizin hayatını yaşamayan, O’nun yaşama halleri başından geçmeyen bir insanın Kur’an-ı Kerim’i anlaması, yaşaması mümkün değildir.

Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri Kur’an’ı Kerim’i en iyi kimler anlar diyor, müfessirler değil diyor. Kur’an-ı Kerim’i yaşayan anlar diyor. Yaşamayan anlamaz. Yani sırf, işin teori kısmında kalıp da, işin edebiyatını Kuru ilmi tarafını, zahiri tarafını ele alıp hayatına geçirmeyen bir insanın Kur’an-ı Kerim’i anlamayacağını söylüyor.

İşte tasavvuf, bana göre Kur’an-ı Kerim’i yaşamanın, ama Peygamberce yaşamanın, yaşamanın değil, yaşamaya çalışmanın bir adı olmuş oluyor. İslam dinindeki yeri kısaca bundan ibarettir. Herkesin bu açıdan ihtiyacı vardır tasavvufa.

Çünkü Allahu Teala, “Ya eyyuhellezine âmenu’t takullahe, hakka tukatih” diye bir ayeti kerime gönderiyor. Sahabeyi Kiram, bunu ağır bulmuş. Yani takvayı layıkıyla yaşayın diyor. Takvayı hakkıyla yaşamak kolay değil tabii. Hemen ikinci ayeti kerimede bu hafifletilmiştir. “Ya eyyuhellezine amenu’t takullahe mesteta’tum.” Ey insanlar gücünüz yettiği kadar, kabiliyetiniz oranınca, potansiyeliniz ne kadarsa onun elverdiği miktarda takvalı olunuz, diye herkese farklı takva alanları çizmiş. Takva alanı dar olan insan var, geniş olan var, çok geniş, engin, umman gibi olanlar var. Hiç takvalı hayat yaşamayan insanlar da var.

Ve ben şu kanaattayım yine, bu elimizdeki Kur’an-ı Kerim, bütün insanların yapabileceği, sıradan bir insanın da yapabileceği avam kitabıdır. Kur’an-ı Kerim takva, bu avamın, herkesin yapabileceğinin üzerine bir şeyler yapabilmeye çalışmaktır. Ve Kur’an-ı Kerim’de sık sık bu konuya işaret edilir: “La yes’elünnase ilhamâ” Sadakayı kime vereceksiniz diyor. Herkese verirsiniz, ama bir ayrıcalık yapıyor Cenabı Allah. Diyor ki, gizli fakirler var, utanmaktan isteyemeyen insanlar var. Onlara verilmesi gerekir diyor. Bu daha hayırlıdır, iyidir. İşte Kur’an-ı Kerim, sık sık buralara atıfta bulunuyor. Takvalı olursanız, iyi olur. Yani oruç tutamadıysanız fidye verirsiniz. Ama tutarsanız sizin için daha da iyidir diyor. Mesela yolculukta oruç tutulmaz, ama buna rağmen tutarsan daha hayırlı olur manasına geldiği için bazı büyükler Ramazan ayı gelince bir başka memlekete gider, yolcu kalırlar. Ve yolculukla beraber tuttukları için o hayır elde etme çabası içerisinde hayırda yarışma konusunun mümessilleri olmuşlardır.

Şahsi kanaatim, Kur’an-ı Kerim herkesin yaşayabileceği bir kitaptır. Bir de bunun içerisinden daha özelleştirilmiş, daha rafine, daha sofistike, ince bir İslam’ı çıkarmak da gene bu kitabın içerisinden mümkündür. Ama çıkarmazsanız yine cennete girersiniz. Mesela kırkta bir zekat verin. Bunu herkes verir. Avam tabakası, havassanız malınız kırkta 10’unu verirsiniz, kırkta 20’sini verirsiniz, Hz. Ömer gibi. Ehassul Havassanız Hz. Ebu Bekir gibi malınızın tamamını verirsiniz. İslamiyet, bunlara kapı açmıştır. Herkes buna mecbur değildir. Mecburi İslam kırkta birini gerektirir. İşte tasavvufun İslam’daki yeri, takva boyutuyla ek alınırsa çözebileceği kanaatini ifade etmekten hiçbir platforma çekinmeden söyleyebilirim.



• Hocam, söylediklerinizden şunu anlıyorum: Tasavvuf, Hz. Peygamber zamanında, O’nun yaşamında zaten vardı. O tasavvufun kendisi idi. Peki hocam tasavvufun bu isimle ortaya çıkması, bir ilim olarak gelişmesi ve disipliner bir hüviyet kazanması nasıl gerçekleşiyor?

• Zamanla ıstılahlar gelişmiş. Birtakım tasavvufi, psikolojik haller yaşanıyor. Peygamber Efendimizin hayatında, vahiy geldiği zaman terliyor, kendinden geçiyor, ağırlaşıyor. Namaz kılarken Efendimizin karnından sesler geliyor, duygulandığı zamanlar var. Secdede uzun uzun kaldığı zamanlar var. Derin duaları var. Böyle derin birtakım yaşadığı psikolojik halleri var. O yaşadığı halleri düşündüğümüz zamanı hepimizde o haller bir şekilde var ama Peygamberimiz boyutunda olmayacağı da aşikar. İşte Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin bu halleri daha sonra izleyicileri tarafından yaşanmaya başlayınca tarif etme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Fena makamı, kendinden geçmeyi ifade ediyor. Sekr, sarhoşluk, Allah’ı çok zikretmekten dolayı insanın bir melankoliye girmesi, rahatlaması, farklı bir boyut yaşamış. İşte o şekilde yavaş yavaş ilk tasavvufi meseleler üzerine konuşmaya başlıyorlar. Tevhidi konuşuyorlar mesela. Tasavvufçuların tevhidi anlaması fevkalade farklı bir anlayış. Yani içimizdeki Allah’tan çok sevdiğimiz eşyaları, birtakım mal, mülk, çoluk çocuk gibi onlar var. Onları put olarak değerlendiriyor, bizim tasavvuf erbabı. Onun için tevhid bahsinde mesela Cüneydi Bağdadi’din tevhidle ilgili bir çok mektuplarının olduğunu biliyoruz.

Mesela ilk Haris el-Muhasibi Hazretleri, yazmış olduğu er-Riaye adlı kıymetli eserinde tevhide geniş yer vermiş. Kuşeyri’den keza öyle. Yan kavramlar yavaş yavaş inceleniyor. Takva inceleniyor, vera inceleniyor, sabır inceleniyor ve İslam’ın ahlak boyutu inceleniyor. İncelendikçe yaşadığı kendi derin tecrübesini kitaba aktarmış. Mesela İmam-ı Kuşeyri, sabırla ilgili ayeti kerimeleri anlatırken arkasından hadislere yer veriyor, arkasından büyük zatların o konudaki derinleşmesini anlatıyor. İbadet etmeye, sabretmek diyor mesela. Biz biliriz ki sabır işte malına çoluğunun çocuğuna sıkıntı gelecek ve siz sabır göstereceksiniz. Bir musibet geldiği zaman “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” deyin. Ramuz el-Ehadis’te okudum. Ayağınıza çöp batsa, ayağınıza taş çarpsa “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” deyin. Çünkü ayeti kerime onu gerektiyor. Sadece ölümle ilgili değil bu ayeti kerime. Mallardan, çocuklardan, meyvelerden eksiklik musibettir. Bunlara sabredenleri müjdele, bu şekilde musibet gelen kişiler, “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” demeli.

Biz sırf ölenin arkasından istirca yapıyoruz. Halbuki başımıza gelen her türlü konuda “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” deyin diyor. Hadisi şerif bunu ifade ediyor.

Sabır, kanaat, tevekkül gibi İslam ahlakıyla alakalı bu konular derin derin yaşanmış ve kitaba dökülmüş. Ardından ıstılahlaşmış. Bunun dışında vecd, fena, beka, sekr, sahv gibi bir takım psikolojik haller yaşanmış. Bunlarla da anlatılmaya çalışılmış. Daha sonra felsefi manada ontoloji problemiyle ilgili, epistemoloji problemiyle ilgili marifet, bilgi, bilginin kullanılabilirliği, elde ediliş şekilleri, yolları, vahiy-ilham münasebetleri, Allah’tam alınan ilham, bunların boyutları gibi konular üzerinde de durulmuş ve pek çok kavram geliştirilmiş. Arkasından bunlar kitaplarda toplana toplana ıstılahlar oluşmuş.

Bu ıstılahlar, tasavvuf denen bilimi bağımsız hale getirmiş. Yani kendiliğinden oluşmuş bu süreç. Biz böyle bir bilim kuruyoruz diye karar verilmeden ortaya çıkmıştır. Fıkıh ilmi de öyle zaten. Hadis de öyle, bütün ilimler de öyle. Kendi içinde tartışıla tartışıla terminoloji oluşturulup o terimlerle konuşulmaya başlanmış. Uzun uzun anlatana kadar, tek bir terimle anlatmak mümkün hale gelmiştir. Mesela, kendimden geçtim, kaybettim kendimi, bana bir hal geldi, hislerimi algılayamaz oldum, dış dünyadan kesildim.” gibi sözleri uzun uzun söyleyene kadar “fena makamında erdim” deyivereceksin. Terimler bu kolaylığı sağlar. Ve bu dilde konuşmaya başladığınız zaman tasavvufta diye bir lisan ortaya çıkıyor. Bu yüzden tefsirciler tefsirce konuşur, hadisçiler hadisçe konuşur, hukukçular hukukça konuşur, kelamcılar kelamca. Bir hadisçi yeri geldiğinde tasavvufça konuşan bir tasavvufçuyu anlamıyor.



• Herkesin jargonu farklı yani.

• Tabi herkesin jargonu farklı. Herkes farklı bir dil kullanmış. Ve bu dil içerisinde de bilimler bağımsızlığını elde etmiş dolayısıyla tasavvufun da kendi içerisinde bu şekilde dilini oluşturması, terminolojisini oluşturması kendisini bilim haline getirmiştir.



• Hocam günümüzde tasavvuf olmadan da İslam yaşanır. Ben herhangi bir tarikata mensup olmadan da İslam’ı güzel yaşayabilirim diyenler var. Ve hatta tasavvufun İslam’da yeri olmadığını iddia edenler var. Bu düşüncelere ne diyorsunuz, nasıl bakıyorsunuz?

• Bu, bakış açısına göre değişir. Mesela nefsimizin pislikleri var. Mesela bizde gıybet var, dedikodu var, çekememezlik var, haset, kendini beğenmek, ucub ve saire. Bu gibi nefsimizin kötü hastalıkları Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerle sıyırmamız gereken kötü vasıflar olarak zikredilmiş. O zaman vazgeçeceğiz, bundan kurtulacağız, kurtulmak için tasavvuf bunu adeta “bir eczaneye gidiyorsunuz haplarını veriyor, hastalığınız geçtiği gibi” zikir yoluyla, Allah’a yaklaştırmak yoluyla bu hastalıkların hepsini silmeye çalışıyor. Bu açıdan, ahlakı güzelleştirmek açısından, ekstra ibadetlerle kendimizi olgunlaştırmak dediğimiz iyi ahlakı kazanmak, kötü ahlakı gidermek üzere bir çalışmadan bahsettiğiniz zaman o zaman tasavvufa girmek vacip gözükür. Öbür taraftan bakıyorsunuz, hocam ben gece ibadeti yapmıyorum diyor, zikir de çekmiyorum ama beş vakit namaz kılıyorum. Haram da işlemiyorum, orucumu tutuyorum, zekatımı veriyorum, haccıma da gidiyorum. Bu bakış açısından bakıyorsunuz, tasavvufa gerek yok. O da cennete girecek ve o da Allah’ın rızasına uygundur, ama burada şunu söylemek mümkündür: Tasavvuf genelde bir aşk yolu, Allah’ı sevme yolu, Allah’a ulaşma yolu.

“Alma başa sevdayı bir ulu davadır bu!” diyor Hacı Bayramı Veli hazretleri.

Herkes Allah’ı sevme davasının altından kalkamaz. Çok ağır bir yüktür. Mesela Sami Efendi hazretlerini ben hatırlıyorum. Mübarek hep diz üstü otururdu. Başkalarının yanında da hep diz üstü otururdu, tek başınayken de. Sadece hastalandığı zaman, ahir ömründe vefat edeceği zaman bağdaş kurduğunu, ayağını uzattığını söylemek mümkündür. Ama bütün ömrü boyunca hep diz üstü oturduğundan bahsediliyor. Neden? Derin, Allah şuuru. Yanında her an Allah var, yanında her an Allah varsa bacak bacak üstüne atamazsınız. Edepli oturmanız gerekir. Bağdaş kurmanız bilme zorlaşır. İçinizde yapılandırdığınız Allah inancının ona yapmış olduğu etki nedeniyle hep diz üstü otururdu.

Ama biz onun gibi oturamıyoruz. Evimizde yalnızken bu edebe riayet edemiyoruz. Rahat, serbest oturuyoruz. İşte Allah yanımıza yaklaştığı zaman bu tür, Allah’la kul arasında özel edep gelişir. Bu da çok özel bir şeydir. Herkes bunu yapamaz, zordur. Onun için bu açıdan baktığınızda tasavvuf, yapması zor, yani söylenilir ama yap denmez. Mecburi bir yol değildir. Fakat Allahu Teala’yı sevmek, hakiki manada sevmek Allahu Teala’nın bir lütfudur. Allah herkese nasip etmez.

Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretlerinin namaz kılmayan birisi hakkında söylediği bir söz var: “Allah, her alına kendisine secde etmeye izin vermemiştir.”

Allah da herkese kendisini sevmeyi, dolu dolu sevmeyi nasip etmiyor. Normali, hani herkes sevecek de... Çok özel, ıstıfa, Kur’an-ı Kerim’de Peygamberler ve melekler için arasında da bu ıstıfanın söz konusu olduğu kanaatindeyim. “Fazilet, Allah’ın elindedir. İstediğine verir.” ayeti kerimesinden bu kastediliyor bana göre. Bazı insanlar bazı insanlardan faziletli olacak. Allah’a yaklaşarak, severek, ibadetle ahlak güzelliğiyle, hizmetle, artık İslam’ı yaşayarak, Kur’an-ı yaşayarak, Peygamberin izinden giderek.

Allahu Teala’nın özel seçtiği kimseler, ancak Allahu Teala’yı seviyor. “Hikmeti, Allah dilediğine verir.” İşte bunun gibi Allah, yakın bağ kurmak üzere herkesi seçmiyor. Meleklerden bile bir kısmını seçtik diyor. Peygamberlerin arasında bile Peygamberleri seçmiş; bir kısmını, bir kısmına üstün kılmış. Aynı şekilde insanlarda da Cenab-ı Allah bu şekide herkesin kendisine yakın olmasını nasip etmiyor. İstiyor ama o lütfu herkese vermiyor. Öyle zannediyorum ki insanların onda biri ancak tasavvufi düşünceye ve tasavvufi hayata yatkın. Onda dokuzu avam kalmaya mahkum. Sıradan, basit ve sade ve cennete ****ürür. Az önce dediğimiz gibi. Bu onda birin bir kısmı, onda bir muvaffak oluyor. Onda biri ortada kalıyor. Yani ilerliyor fakat neticeye varamıyor.

Matlup olan, yani “ehassul havas” dediğimiz kısım ise, yani onda biri zaten tasavvufa hevesli, o onda birden de onda biri ancak hedefine ulaşabiliyor ve hoşlaşıyor, özelleşiyor, ehassul havas oluyor. Dolayısıyla herkese gelip de tasavvuf yoluna girin diyene kadar bu sözü herkes kendi kalbinde duyar, o kalbinde duyduğu sese kulak verip tasavvufi yola yönelirse daha uygun olacağı kanaatini her zaman taşıyorum. Çünkü o sesi duymadık nice insanları gördüm ben. Tasavvuf yoluna giriyorlar, bir süre sonra kaybolup gidiyorlar ve yapamıyorlar. O sesi duyan bir insan düşse de, kalksa da, günah dahi işlese, eksiği olsa da düşe kalka düşe kalka artık nasıl diyorsanız, sürüklene sürüklene, topal karınca gibi hedefine ağır ağır gidiyor. Dövüyorsun, öldürüyorsun yine kalkıp yürümeye devam ediyor. O aşk varsa. Demek ki iş o aşktan bitiyor. Allah’ın kalbe koyduğu, herkesin kalbine koymadığı... Koyduğu kişi topal, aksak ****ürüyor işi sonuna kadar. Kapıdan geçmiyor, kapıdan geçmek yok.



• Hocam tasavvuf ferdi bir mesele olmaktla beraber aynı zamanda toplumsal boyutları olan bir alan. Tasavvufun toplumsal işlevleri, fonksiyonları nelerdir?

• Sosyal ahlak açısından tasavvufun büyük önemi var. Yardımlaşma mesela, vakıf müesseseleri, ahilik örgütü... Bunları ele aldığımız takdirde tasavvufun tarihte meydana getirmiş olduğu evrim dille anlatılamayacak kadar çok büyüktür. Çok güzel hizmetlere vesile olmuştur tasavvufun bu yönü. Yardımlaşma, takva, insanın insana yardımı.

Batıda “insan insanın kurdudur” felsefesine karşılık bizim İslam dininde, Peygamberimizin hadislerinde ve tasavvuf erbabına göre insan insanın hizmetkarıdır, veyahut da insan insanın aynasıdır şeklindeki yaklaşımlarla yani insana önem vermesi nedeniyle sosyal hayatta başarılı olmuştur diyebilirim tasavvuf.

Mesela 1990’da Siyasal Bilgiler Fakültesinde bir öğretim üyesinin yaptığı ve gazetede de yayınlanan bir araştırmaya göre Türkiye’de 6000 civarında vakıf olduğu belirtilmiştir. Bunun 4 bininin böyle tasavvuf gruplarının oluşturduğu hayır vakıfları olduğu tespit edilmiştir. Bu benim ilgimi çekmişti. Osmanlı’da esnaf hayatını, ekonomik hayatı tamamen ahilik örgütü ve loncalar düzenliyordu. Her birinin başında bir tasavvufi lider var, bir şeyh var. Onun yönetiminde çıraklarının tırnaklarının kesilmesi, namaz kılmaları, elbiselerinin temizliği, iç donunun temizliği, çorabının temizliği, terbiyeli, edepli davranması, Kur’an okuması, konuşmayı düzgün yapması... Her yönüyle tasavvuf ilgilenmiş bir çırakla, bir kalfayla, bir ustayla, bir dükkan sahibiyle. Sahtekarlık yapanın da pabucunu dama atmışlar. Meslekten men etmişler ve bunu tamamen tasavvufi bir liderin etrafında yapmışlar. Hiçbir şey yapmadıysa tasavvuf, sırf Osmanlı iktisadi hayatına getirmiş olduğu ticaret ahlakı bile sosyal açıdan tasavvufun önemini anlatmaya yeter.

Bugün ticaret ahlakı olmadığı için, bakıyorsunuz falanca yiyeceğim, tereyağının içerisinde patates püresi katıyor. Urfa’dan gelen biberin içerisine talaş katıyor, nemlendiriyor, kilosunu arttırıyor. İşte bu gibi olayları televizyonda izliyoruz. Ahlak, İslami ahlak olmayınca, Kur’an ahlakı olmayınca insanlarda bu tür sapmalar oluyor ve insan insanın hayatına kastedecek şekilde gıdaların bozulması, sosyal hayatta ahlakın bozulması... Bunlar meydana geliyor.

Tasavvufta işte sosyal hayatın düzenlenmesi ve manevi hayatın beslenmesi, insanların ruhi ihtiyaçlarının giderilmesi, çaresizlerin hep böyle bir o devirdeki tanımıyla söylüyorum, bir manevi lidere koşup onun eteğinden, Hacı Bayram Veli gibi, Yunus Emre gibi, Hacı Bektaş gibi onun eteğinden istimdat beklemesi, onun gönülleri okşamasıyla, onun sırtını sıvazlamasıyla, güler yüzüyle, hoş karşılanmasıyla rahatlamış ve Anadolu insanı bu nedenle ana yapısı olarak kendini tasavvufla bütünleştirmesi münasebetiyle devletin ömrü 622 sene olmuştur.

Osmanlı Devletine ben hep tasavvufi bir devlet gözüyle bakarım. Çünkü hiçbir padişah yoktur ki bir tasavvufi liderin duasını almamış olsun ve herhangi bir tasavvuf sisteminin içerisinde bir şekilde kendini göstermemiş olsun.


ALINTI


Konu Başlığı: Ynt: Tasavvuf nefsin hastalıklarının eczanesidir
Gönderen: Ceren üzerinde 01 Ocak 2017, 19:55:12
Esselamu aleyküm.Rabbim bizleri tasavvuf ehli olan ve onun emirlerine uyup ruhunu bedenini islamın güzellikleri ile iman ile besleyip kurtuluşa erişen kullardan eylesin inşallah...


Konu Başlığı: Ynt: Tasavvuf nefsin hastalıklarının eczanesidir
Gönderen: Ruhane üzerinde 24 Ocak 2017, 21:20:13
Rabbim nefs hastaliklarindan muhafaza eylesin insaallah