๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Ayın Konusu => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 22 Ağustos 2011, 15:32:26



Konu Başlığı: Sufilik ve Mücadele
Gönderen: Zehibe üzerinde 22 Ağustos 2011, 15:32:26
Sufilik ve Mücadele


Şubat 2009 122.SAYI


Ahmet MİROĞLU kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.

Tasavvufun kişiyi atalete, tembellik ve tepkisizliğe ittiğine dair hayli yaygın bir görüş bulunuyor. Buna göre sufiler toplum içinde hiçbir sahici etkinlik göstermeyen, tamamen kendi manevi kurtuluşunun peşine düşmüş kişiler. “Bir lokma bir hırka yeter” anlayışının temsilcileri.

Oysa tasavvufî yaşantının kaynakları ve ilkeleri bu iddianın aksini söylüyor. Tarih de bunu ispat ediyor. Azıcık tarih bilgisi bile gösteriyor ki sufiler her devirde son derece etkili hatta dönüştürücü role sahipler. İslâm’ın yayılmasından anlaşılmasına, sınırların korunmasından fetih ve vatan savunmasına kadar büyük ve etkili bir rol.

Üstelik bugünün dünyasında bu etkinlik potansiyeli hiç azalmış değil. Belki arttığı bile söylenebilir.

Tasavvufa en çok karşı çıkanlar bile, tasavvufun günahlardan sakınmaya, ibadete ağırlık veren yönüne söz söylemez. Aksine, takdir hislerini dile getirir, tasavvufun bu boyutunun Kur’an ve Sünnet’te temeli olduğuna vurgu yaparlar.
Halbuki özünde zühd ve ibadet hayatı, belki de sufinin renkli ve son derece zengin hareketliliğinin sadece bir yönünü yansıtmaktadır. Çünkü tasavvufun en önde gelen kurallarından birisi de “hizmet söz konusu olduğunda nafile ibadetin ertelenmesi”dir. Hizmetin sınırlarını belirlemek ise, sanılanın aksine öyle pek kolay değildir.

Halk içinde Hak ile

İnsanlardan, toplumdan ve sosyal hayattan tamamen kopmaya hiçbir tasavvufî ekol izin vermez. Bu tür kopmalar, Allah Rasulü s.a.v.’in peygamberlikten önce beş yıl süreyle Hira Mağarası’na çekilmesine ve peygamberlikten sonra her yıl Ramazan ayında itikâfa girmesine benzer şekilde belli sürelerle sınırlı bir uzlet, inziva ve çileden ibaret olarak kabul edilir.

Hâcegân yolu büyüklerinin “halvet der encümen” ifadesiyle formüle ettikleri ve dilimize “halk içinde Hak ile olmak” şeklinde tercüme edilen anlayış aslında tasavvuf yolunun çok temel bir esasıdır.

Sufilerin “eli kârda gönlü yarda”dır. Burada “kâr” kazanç anlamından ziyade Farsça karşılığı olan “iş”, yani yapılıp edilenler anlamını taşır.

Zaman neyi gerektiriyorsa

Tasavvuf yolunun hayatla ilişkisini anlamada yardımcı olabilecek ilkelerden biri de “ibnü’l-vakt” (kimine göre ebü’l-vakt) olmaktır. Yani yaşanılan anın gerektirdiği işi yapmak...

Zamanın gerektirdiği işi yapmak elbette kendini hayatın akışına kaptırmak değil, zamanını Allah’ın rızasına uygun işlerle değerlendirmek, renklendirmek, zenginleştirmektir. Sufi, vakit neyi gerektiriyorsa onu yapan, zamana hükmeden, saatlere pranga vuran, dakikaları kelepçeleyen kişidir. İbadetse ibadet, çalışıp didinmekse gücünün son kertesine dek… Uzmanlıksa uzmanlık, hamallıksa hamallık…

Dolayısıyla ilim tahsil edenler, İslâm’ı yaymak için diyardan diyara koşturanlar, varlığını tebliğe adayanlar, cephede en ön saflarda çarpışanlar, geceleri içten yakarışlarla manevi kapıları aşındıranlar, gündüzleri yalnızca insanların değil bütün mahlukatın hizmetine seferber olanlar hep onlardır.

İkinci Şeyh-i Ekber unvanına layık görülen Olanlar Tekkesi Şeyhi İbrahim Efendi’nin (v: 1655) dediği gibi:

“Tasavvuf, cümle ehl-i derde derman olmaya derler.”

Dede Ömer Ruşenî (v: 1486-87) ise aynı konuya şu meşhur dizelerinde yer vermektedir:

“Tasavvuf yâr (dost) olub bâr (yük) olmamakdır

Tasavvuf gül-i gülzâr olub hâr (diken) olmamakdır.”

Bütün mahlukatın hizmetçileri

Mutasavvıflar, yük olmaktansa başkalarının yükünü yüklenmeyi, diken olmaktansa gül olmayı ve dünyayı adeta gülistana çevirmeyi ilke edinmişlerdir. Onun için dünya onların olduğu her yerde daha yaşanmaya layık bir hal almıştır.

Tasavvuf terbiyesinin en büyük hedefi insanı herkese rahmet olacak bir kıvama getirmektir. Nitekim Allah Tealâ, Hz. Muhammed s.a.v.’i peygamber gönderiş hikmetine bu şekilde işaret buyurmaktadır. “Biz seni ancak alemlere rahmet için gönderdik.” (Enbiya, 107)

Halka hizmet hiç şüphesiz Hakk’a hizmettir. Zira Peygamberimiz s.a.v. “İnsanların en hayırlısı, insanlara en yararlı olandır.” buyurmuştur. Bir çok büyük sufi, yüksek manevi mertebelere mahlukata hizmet ettikleri için ulaştıklarını
belirtmişlerdir.

Saadet Asrı’nın ruhuyla

Aslında tasavvufî hayat en olgun şekliyle Asr-ı Saadet’te yaşanmaktaydı. Temel ilkelerini Kur’an’dan alan ve Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz ile ashabının hayatında somut örneklerini bulan tasavvuf, elbette o dönemde henüz bu adla anılmıyordu.

Tasavvuf, tarihi seyri itibarıyla farklı dönemlerden geçmiştir. Asr-ı Saadet’te genelde zahidlik biçiminde görülen tasavvufî yaşantı zamanla sistemleşmiş ve nihayet kurumsallaşmıştır. İhlâslı dindarlıktan ve ahlâkî sorumluluk bilincinden sapan yönetim anlayışlarının İslâm toplumunu olumsuz anlamda dönüştürmesi üzerine, zahidler toplumdan uzaklaşarak dini bireysel planda yaşamaya çalışmış, tevekkül, riyazet, mücahede, sabır, aşk, vera, hüzün gibi kavramlarla hareket etmeye başlamışlardır.

Fakat bu gibi haller, kısa sürede yerini uzletle kazanılan donanımlarla topluma hizmet yarışına dönüşen bir anlayış ve eylem planına bırakmıştır. Yani asıl olan sadece bireysel yaşantı değil, toplumdan uzaklaşmakla elde edilenleri topluma mal edebilme çabasıdır.

Hayatın tam merkezinde

Öyleyse tasavvufun bir köşeye çekilip kişinin kendini olgunlaştırmaktan ibaret bir hareket olduğunu söylemek asla doğru bir tespit sayılmaz. Aslında Rabbiyle sürekli irtibat halinde olma kabiliyetini kazanmış zikir ehli insanların sadece varlığı bile etrafı için, bütün insanlık için büyük bir faydadır.

Tasavvufu miskinlikle, sığ ve yanlış bir tevekkül anlayışıyla bağdaştırmak isteyenlerin yanılgısı işte tam burada başlamaktadır. Elbette sufilik iddiasında bulunanlar arasında hayat mücadelesine katılmayı reddeden sözde tevekkül ehli bazı kişilere rastlanabilir. Sadece oraya bakarak yorum yapmak, tablonun bütününe değil belli bir noktasına odaklanmak anlamına gelmekten başka bir şey değildir.

İslâm tarihi incelendiğinde mutasavvıfların kritik anlarda çok önemli roller üstlendiklerini, çok etkili faaliyetler yürüttüklerini görürüz. Çünkü iman kısa sürede harekete dönüşen bir özelliğe sahiptir. İmanın bu özelliği en bariz biçimde sufi hareketlerde görülür.

Sufilerin söz konusu aksiyoner tavrı, sadece dinin müslümanlar arasında takva boyutlarında yaşanmasına katkıda bulunmaktan ibaret değildir. Doğrudur, İslâmiyet öncelikle müslümanın yaşam alanına hâkim olmak durumundadır. Dolayısıyla öncelikle İslâm toplumunun dönüştürülmesi, müslümanların sağlıklı bir dinî anlayış ve yaşantı içinde olmasının sağlanması gerekir. Tasavvufun bu konuda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirdiği açıktır.

İslâm’ın anlaşılması ve yayılması için


Müslümanların doğru, sahih bir İslâm anlayışına sahip olabilmesi uğrunda tebliğ ve irşaddan yayıncılığa faaliyet gösterenlerin başında tasavvuf ehlinin gelmesi tesadüf değildir. İslâm literatürünün gelişmesine belki de en çok katkıda bulunanlar onlardır.

Sufiler, daima faaliyetlerini düşünce planından eylem alanına taşımışlardır. Onları hep bireysel ve toplumsal iyiliklerin merkezinde görürüz. İnsanların sorunlarını çözme noktasında bıkmaz usanmaz bir gayret sergilerler. Bu gayret dargınların barıştırılmasından başlar, irili ufaklı yardım organizasyonlarıyla sürüp gider. İşte bu anlamda onlar ailenin, sokağın, kentin, vatanın… kısacası insanlığın emniyet subaplarıdır.

Sufilerin faaliyeti sadece mahalli boyutta değildir. Dünya ölçeğinde de faaliyet gösterirler. Bu yüzden İslâm’ın yayılışında en etkin rol oynayanlar onlardır. Bir Batılı araştırmacının tespitiyle; “Hindistan, Endonezya ve zenci Afrika’nın büyük bölümünün, hayatlarını İslâm’ın kaidelerine göre şekillendiren sufi vaizlerin sürekli etkinliği sonucu İslâmlaştığı kesindir. Bu, mantıkî ya da hukukî olarak kılı kırk yarmalara başvurmadan, Allah’a duyulan aşk ve güven, Peygamber ve ashabının sevgisi sayesindedir.”

Bu ifadeler doğru ama eksiktir. Mutasavvıflar yalnız Hindistan, Endonezya ve Afrika’nın büyük bölümünde değil, dünyada İslâm’ın yayıldığı her yerde muhteşem hizmetler ifa etmişlerdir ve etmektedirler.

Bunu görmek için tarihin eski devirlerine gitmeye gerek yok, günümüze baksak yeter. 2002 yılında vefat eden İslâm alimi Muhammed Hamidullah, onca çabasına rağmen insanların hidayetine vesile olmada sufilerin kendisinden daha etkili olduğunu itiraf etmekten kaçınmamıştır. Çünkü mesele gönülde düğümleniyor. Sufi, gönle hitap ettiği ve orada kendine yer bulduğu için daha başarılı oluyor. Sevgiyle, muhabbetle, aşkla besleniyor. Gönlün engin imkanlarından yararlanıyor.

İslâm üzerine çalışmalarıyla tanınan ünlü Alman şarkiyatçı A. Schimmel, sufi hareketlerin İslâm’ı yaymadaki başarısını her türlü şarta adapte olabilmelerine bağlar. Yani esnekliğe, kârdan zarardan vazgeçip dükkânı yağmaya vermelerine, varlık ve benlik davasını ortadan kaldırmalarına...

Devlet kuran ruh

Uzak diyarları bir kenara koyup yaşadığımız muhite, Anadolu’ya gelecek olursak, yine aynı durumla karşılaşırız. Büyük bir tarihçimizin tespitiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulmakta olduğu zamanda Anadolu’daki uç beylikleri, İslâm dünyasının dört bir yanından gelmiş her sınıftan ve meslekten adamla doludur. İran, Mısır ve Kırım medreselerinden çıkan hocalar, orta ve doğu Anadolu’dan gelmiş Selçuklu ve İlhanlı bürokrasisine mensup şahsiyetler, muhtelif tarikatların temsilcileri, mücahit ve tebliğci dervişler... Bunlar arasında, bilhassa Aşık Paşazade tarihinde “Gâziyân-ı Rûm”, diğer tarihlerde “Alpler” (kahramanlar, yiğitler) veya “Alp Erenler” namı altında zikredilen köklü ve geniş bir teşkilata mensup zatlar mevcuttu.

“Âhıyân-ı Rûm” yani Anadolu Ahileri ile Horasan Erenleri de denilen “Abdalân-ı Rûm” yani “abdal” ve “baba” ismini taşıyan ve bilhassa Türkmen kabileleri arasında telkinlerde bulunan ve genellikle Osmanlı padişahlarıyla bütün harplere katılan delişmen tabiatlı ve garip tavırlı dervişler, kuruluş döneminin ilginç ve önemli simalarıydı. Âşık Paşazade tarihinin “Bâcıyân-ı Rûm” yani Anadolu kadınları olarak andığı, haklarında tafsilatlı bilgiye sahip olmadığımız teşkilât veya tarikat bir yana, diğerlerinin İslâm dünyasının her tarafında şubeleri bulunan manevi organizasyonlar olduğunu görürüz.

İşte Osmanlı, büyük imparatorluğunu kurarken bu kuvvetlerin maddi manevi yardım ve desteğini almış, büyük bir devlet olmada kendisine lazım olan her türlü unsuru yanı başında bulmuştur.

Sınırları tutan gönül ehli


Osmanlı’nın kuruluşunda tasavvuf ehlinin etkisine değinirken, belki ilginç bir tarihi bağlantıya işaret etmek yerinde olacaktır. Hz. Osman r.a. devrinde başlayan iç çekişmeler, ilerleyen dönemlerde bu karışıklıktan rahatsız olan zahidlerin sınır boylarına, ribatlara yerleşmesine sebep olmuştu. Bernard Lewis’in “Modern Türkiye’nin Doğuşu” adlı eserinde kaydettiği gibi, İslâm’la yeni tanışan milletler ve zümreler, İslâmiyet’i tartışmalardan uzak, daha sade ve samimi bir halde yaşayan bu zatlardan etkilenerek kabul etmişlerdir. Lewis, Türk milletinin dindarlığının safiyetini ve gücünü buradan aldığını eklemeyi ihmal etmez.

O devirde diğer milletlerle birlikte İslâm’ı bu zahidlerden öğrenen Türklerin, Osmanlı İmparatorluğunu gaziler, ahiler, bacılar, abdallar ve benzeri tasavvuf ehli kişiler sayesinde aynı anlayış ve manevi ruhla kurduklarını ekleyebiliriz.

Elbette manevi önderlerden bahsederken İran, Mısır ve Kırım medreselerinden yetişen hocaları ihmal etmemek gerekiyor. İlk grup fıkh-ı bâtını, ikincilerse fıkh-ı zahiri temsil etmekte ve bütün gruplar devletin kuruluşunda üzerlerine düşen görevi büyük bir titizlikle ifa etmektedirler. İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı sarayının yakınlarına dergâh açan sufi Ebü’l-Vefa’nın az ötesine, büyük zahir alimi Molla Fenari camisini yaptırmıştır. Yani Osmanlı sarayı ilim, amel, ihlâs ve ihsanla çevrelenivermiştir.

Kriz zamanlarında ışık

Müslümanların tarihte büyük sarsıntılar geçirdikleri buhranlı dönemleri de vardır. Tasavvuf erbabı o dönemlerde de köşelerinde oturmamışlar, maddi manevi imkanlarını bunalımın en az hasarla atlatılması noktasında kullanmışlardır.
Mesela Moğol İstilası sırasında muvazzaf orduların terk ettiği veya savaşmaktan kaçındığı anlarda Cengiz ordularına karşı halkı örgütlemede, manevi destek ve motivasyon sağlamada alimlerle mürşidlerin rolü büyüktür.

Kaynaklarımızın tespitlerine göre alimler ile salih zatların organize ettiği direniş, halk ve asker nezdinde öylesine kabul görüyordu ki, düşman surları ele geçirdikten sonra bile sokak sokak savaşmak zorunda kalıyor, hatta o zamana kadar görmediği oranda kayıp veriyordu. Şehir düşse bile düşman, surları yıkılmış, halkı imha edilmiş, sular altında bırakılmış, yanmış, oturulabilecek bir tek mahallesi bile kalmamış bir harabe ele geçirmiş oluyordu.

Zira eller tespih de tutabilir, silah da… Vatan savunması söz konusu olduğunda eline silahını alıp bu defa virdini Allah Allah nidaları eşliğinde kılıç şakırtıları, ok vınlamaları eşliğinde çekmek gerekebilir. Nitekim Hârizm kuşatması sırasında ünlü mutasavvıf ve alim Necmeddin Kübrâ k.s. müritleriyle birlikte şehit düşene kadar Moğollara karşı savaşmıştır.

Kimi tasavvuf erbabı da yaşadığı şehri Moğol tahribinden manevi gücünü ve etkisini kullanarak kurtarma yolunu tercih etmiştir. Mevlâna Celaleddin-i Rumi k.s.’nin Konya’yı Moğollara yağmalatmaması buna örnek gösterilebilir.

Müslüman kimliğinin koruyucuları


Diğer taraftan başta sufiler olmak üzere toplumun diğer unsurlarının gayret ve dirayeti sayesinde İslâm memleketlerini istila için gelen pek çok düşman kuvveti hidayetle şereflenmiştir. Mesela 13. asırda İslâm dünyasını yakıp yıkan İlhanlılar, daha yarım asrı doldurmadan müslüman olmuşlardır.

İslâm’a savaş açıldığı, yok edilmesi için her türlü imkanın seferber edildiği olumsuz şartlarda dinin korunmasına katkıda bulunmak da yine sufilerde örneklerine rastladığımız davranışlardır.

Çarlık Rusyası’na karşı çeyrek asır mücadele eden Şeyh Şamil bugün bile Kafkaslarda, Dağıstan’da verilen bağımsızlık hareketlerine ilham kaynağı olmaktadır.

Sömürgecilik dönemindeki direniş hareketlerinde, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra işgal ve istila edilen İslâm topraklarında başlatılan özgürlük mücadelelerinde sufilerin büyük katkılar sağladığına tanık oluyoruz. Kuzey Afrika’daki Senusî hareketi bunun ilk akla gelen örneklerindendir.

Son devirde bazı Osmanlı sultanlarının Batı’nın sömürgecilik, işgal ve istilâ hareketine karşı sufiliği bir sivil toplum örgütü halinde devreye sokarak İslâm topraklarını savunma yolunu tercih ettikleri tarihî bir vakadır. 

Neredeyse bir asra varan komünist Sovyet rejiminde, Allah demenin bile yasaklandığı o uzun zaman diliminde müslümanların ayakta kalması da yine büyük oranda sufi anlayış ve yaklaşım tarzıyla bağlantılıdır.

Büyük görev devam ediyor


Bugün yapılan ve yapılmakta olan akademik araştırmalar, bize yaşayan sufilerin yanı sıra artık hayatta olmayan tasavvuf erbabının bile dinin gelecek nesillere taşınmasında Anadolu tabiriyle “yattıkları yerden” büyük hizmet ettiklerini göstermektedir. Sağlıklarında ne kadar hizmet etmişlerse arkalarında bıraktıkları hoş hatıralar, derin izler ve örnek davranışlar sebebiyle vefatlarından sonra da toplumun irşadına ilginç bir şekilde neredeyse o oranda devam etmektedirler.

Sufi, Sahabe-i Kiram gibi meşru sınırlar içerisinde paradan puldan, anadan yardan geçebildiği oranda başarılarını katlıyor. Diğergâmlığını “isar” boyutuna taşıdığında etkisi de, kazanımı da artıyor.

Sufilerin bütün İslâm tarihine baştan başa yayılan bu etkinliği ve dinamizmi sadece geçmişe özgü değil. İslâm’ın çağları ve coğrafyaları dirilten ruhu bugünün sufileri tarafından temsil ediliyor. Modern dünyada İslâm’la şereflenen insanların büyük kısmının tasavvuf üzerinden hidayet bulması bunun kanıtıdır.

Bugün tasavvufu, sufileri ataletle, miskinlikle, tepkisizlikle itham edenler tarihe bakmalılar. Fakat en az onlar kadar bugünün tasavvuf ehli de kendini tarihin aynasında görebilmelidir. Ki böylece kalbinde taşıdığı âb-ı hayatın bütün insanlık için ne kadar kıymetli olduğunu, taşıdığı gerçek potansiyeli fark edebilsin.

Bir Mücahit Şeyh

İmam-ı Rabbanî k.s.’nin (1563-1624) asıl adı Ahmed’dir. Çok iyi bir eğitim görmüş ve erken yaşta irşada başlamıştır. Hazreti Ömer’in soyundan gelmesi hasebiyle aldığı Farukî sıfatının yanı sıra, yaptığı çalışmalar ve yaşadığı hasletler sayesinde Serhendî, Berekât, Bedreddin, İmam-ı Rabbanî, Müceddid-i Elf-i Sânî gibi lâkaplarla anılmıştır.

İmam-ı Rabbanî k.s. Ekber Şah’ın karma bir din oluşturma girişimlerine karşı çıktığı için ömrünün çoğu hapishanelerde geçmiştir. Fakat o, hapishanelerden yazdığı mektuplarla irşat faaliyetlerini sürdürmüştür. “Mektubat” adlı kitapta toplanan mektupları sayesinde Ekber Şah’ın etkisini yok etmiş, bid’atların ortadan kalkmasını sağlamış, İslâm’ın orijinal şekliyle anlaşılmasına vesile olmuştur.
Bir Tasavvuf Devleti Murabıtlar (1056-1147)

Dervişlerin Allah rızası için hudut boylarında kurduğu muhkem kalelere “ribat”, İslâm’ı yaymak ve müdafaa etmek üzere canlarını fedaya hazır halde ribatlara yerleşmiş dervişlere “murabıt” denir.

Dokuzuncu asırda Kuzey Afrika’da Berberîler tarafından kurulan Murabıtlar Devleti tasavvufî karakterli bir devletti. Abdullah b. Yasin’in manevi önderliğindeki sufi cengâverler, ribatta basit yiyeceklerle sade bir hayat sürdürüyor, zahitçe yaşıyor, dinin en küçük bir tavsiyesini dahi ihmal etmiyorlardı.

Eli kılıçlı bu zahitler, önce 1000 kişilik talimli ciddi ve güçlü bir ordu kurdular. Ardından Sahra kabilelerini kısa zamanda itaat altına alarak 30.000 kişilik bir kuvvet oluşturdular. Dini ıslahat gayesiyle ortaya çıkan devletin merkezi Merakeş idi ve Abbasî halifesine bağlıydı. 91 yıl iktidarda kalan Malikî mezhebine mensup bu sufiler, Afrika kıtasında İslâm’ın zaferi ve yayılması uğrunda çok önemli hizmetler yaptılar.

Baş Eğmeyen Şeyh

Nakşî-Halidî şeyhi olan İmam Şamil k.s. (1797-1871), yaşadığı toprakları işgal etmeye kalkan Rusya’ya karşı bütün imkansızlıklarına rağmen 25 yıl başarıyla mücadele etmiştir. Sonunda savaşı sürdürmenin intihardan farksız olduğunu ileri süren bağlılarının ve halkın ısrarı üzerine Çarlık yetkilileriyle görüşerek onurlu bir şekilde silah bırakmak zorunda kalmıştır. Rus Çarı düşmanının şahsiyet ve mücadelesine olan hayranlığından kılıcını teslim almamıştır. Sürgün edildiği çeşitli Rus kentlerinde sempati toplayarak günlerini geçirmiştir. Nihayet İstanbul’a gönderilmiş, sonra hac yapmak üzere Hicaz’a gitmiş ve hac vazifesini yerine getirmesinin ardından Medine’de vefat ederek Cennetü’l-Baki’de toprağa verilmiştir.

Anadolu ve Rumeli’nde Tasavvuf Mührü

Anadolu’nun İslâm yurdu haline gelmesinde pek çok etken vardır. Fakat bu konuda tasavvufun ve tasavvufî zümrelerin yeri ayrıdır. Hâce Ahmed Yesevî, Hz. Mevlâna, Hacı Bektâş-ı Veli ve Yunus Emre gibi sufiler (Allah cümlesinin sırrını mukaddes kılsın) Anadolu’nun İslâmlaşmasına büyük katkıda bulunmuşlardır.

Tasavvufî kurum ve kuruluşlar ise Anadolu’nun ve Rumeli’nin imarında çok önemli roller üstlenmişlerdir. Bu kuruluşlar, Anadolu insanının buhranlı anlarında sığındığı birer liman vazifesi görmüş, toprağın işlenmesinde, çeşitli sanat dallarının gelişmesinde, sosyal barışın sağlanmasında ve dinî eğitimin yaygınlaşmasında büyük hizmetler ifa etmişlerdir.

Tasavvuf ve tarikatlar Osmanlı toplumu ve devletinin vazgeçilmez unsurlarıydı. 1918 yılında İstanbul’da 51 Nakşî, 38 Rufaî, 45 Kadirî, 9 Bedevî, 4 Bayramî ve çok sayıda Bektaşî tekkesi bulunuyordu.

Tasavvuf ehli, yöneticileri makam, servet ve şehvet bataklığına düşmekten kurtarmış, hayırlı işlere yönlendirmiş; toplumu ise olgunlaştırmış, kardeşlik, sevgi ve saygı ve dayanışmayı en üst seviyeye çıkartmıştır. Vakıflar sayesinde birçok fakir, muhtaç insana yardımcı olunmuştur. Allah dostları insanları eğitmiş, iyiye, doğruya, güzele sevk etmişlerdir.

Afrika’da Tasavvuf

Afrika’da tekke, okul, yetimhane, yoksullar yurdu, yardımlaşma merkezi demektir. Herhangi bir durumda ister müslüman, ister gayri müslim herkesin ilk müracaat mahalli orasıdır. Afrika’da sıcaktan yanan bir yolcu canını bir tekkeye atar, orada yiyecek ve yatacak yer bulur, hasta ise tedavi edilir. Dertli olanlar zaviyelerdeki şeyhlere koşar, orada ruhi tedavi görür. Bir dul kadının, bir yoksulun müracaat yeri yine tekkedir.

Her tekkenin mutlaka bir okulu vardır. Bu okulda öğrencilere yazı, okuma, din ilimleri ve Kur’an-ı Kerim öğretilir. Küçük davaların bir kısmı da yine bu tekkelerde görülür. Her türlü mukaveleler tekkelerde akdedilir. Hatta nikâh, cenaze merasimleri yine tekkelerde icra edilir.