๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler (Tasavvuf) => Konuyu başlatan: Rüveyha üzerinde 20 Kasım 2014, 21:36:23



Konu Başlığı: İslam Büyüklerinin Halleri
Gönderen: Rüveyha üzerinde 20 Kasım 2014, 21:36:23
İslam Büyüklerinin Halleri


Her işleri sünnete uygundu


İslam büyükleri, her işlerinde Resulullah efendimizi ve Eshabını örnek aldılar. Ehli sünnet yolu denilen bu yoldan ayrılmada hiç taviz vermediler. Çünkü bu yoldan ayrılmanın bid’at olduğunu, bid’atın da ne kadar tehlikili bir yol olduğunu biliyorlardı. Bid’atın tehlikesini Resulullah efendimiz şöyle haber vermişti.35menzil
“Sünnetler bid’at telâkki edilmedikçe kıyamet kopmıyacaktır. Zamanla bid’atlara öyle yayılacak ki, bir bid’at terkedildiği vakit, insanlar: Sünnet terkedildi, diyecekler.”
Bid’atler öyle yayılacak ki, nesilden nesile intikal edecek birkaç nesil devam edecek, böylece bid’atlarla amel etmek birkaç nesil uzayınca, insanlar bid’atları, Peygamber efendimiz’in sünnetlerinden zannedecekler.
Bunun için İslam büyükleri Resulullahın sünnetine sarılmayı ve bid’atlardan kaçınmayı önemle tavsiye ve teşvik etmişlerdir. Bu konu üzerinde hassasiyetle durmuşlardır.
Bunun örnekleri çoktur. Hazreti Ömer, bazen bir şey yapmayı düşündüğü zaman birisinin: “Yâ Emir’el-Mü’minin, Resûlüllah böyle bir şey yapmış veya yapılmasını emretmiş değildir.” demesi üzerine, hemen o şeyi yapmaktan vazgeçerdi.
Bir gün, herkesin giymeyi adet edindiği elbiselerin boyanırken necis madde kullanıldığı şüphesi üzerine, bu elbiselerin giyilmesini yasak etmek istedi. Birisi ona dedi ki: “Ya Ömer, Resûlullah bizzat kendileri ve O’nun sağlığında başkaları bu elbiseden giymişlerdir.”
Bunun üzerine Hazreti Ömer, kararından vazgeçip Allaha tevbe ve istiğfarda bulundu. Kendi kendine şöyle söyleniyordu: “Eğer, bu elbiseyi giymemek, hakikaten takvadan sayılsaydı, herhalde Resûlüllah Efendimiz onu giymezdi..”
Zeynel-Abidîn hazretleri, bir gün oğluna diyor ki: “Oğlum bana bir elbise yaptır. Onu helada giyip, namaz kılacağım vakit çıkaracağım. Görüyorum ki pislik üzerine konan sinekler, sonra gelip elbisem üzerine konuyor.” Oğlu dedi ki: “Babacığım, Hazreti Peygamberin namaz için ayrı, halâya gitmek için ayrı elbisesi yoktu. Sırf halâda giyilmek üzere kendisi bir elbise yaptırmış veya başkalarına emretmiş değildir.” Bunun üzerine İmam, fikrinden vazgeçmiştir.

İşlerini Cenab-ı Hakka bırakırlardı


İslam büyükleri, gerek kendileri, gerek evlâd ve talebeleri hakkında işlerini Allahü teâlâya ısmarlarlardı. Daima hidayet üzereydiler. Yollarını şaşırmamak için dayanakları Allahü teâlâ idi. O’na güvenip dayanmaktan gâfil olmazlar, kendiliklerinden bir şey talebinde bulunmazlardı.
İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: Büyük istek ve arzuma rağmen oğlum Abdurrahman’ı, bir türlü okumaya ısındıramamıştım. Ne yapacağımı düşünürken Cenab-ı Hak, kalbime şu ilhamı verdi: “Onu Allah’a ısmarlamalıyım..” Evet içime böyle doğdu ve sebeplere yapışıp böyle yaptım. Aynı gecenin sabahında bir de ne göreyim, Abdurrahman kendiliğinden derse çalışıyor. O günden itibaren ilmin zevk ve tadını tatmıya başladı. Anlayışı da öylesine gelişti ki, kendisinden senelerce evvel ilim tahsiline başlıyanlardan
üstünlük göstermiye başladı. İşini Allaha ısmarlamam sebebiyle Allah da beni ızdırabdan kurtardı.
Bu hususta Aliyyül-Havvâs hazretleri de şöyyle buyurdu: “İlmiyle âmil âlimlerin çocukları hakkında yapacakları en faydalı şey, işlerini Allaha ısmarlamak ve onlar için dua etmektir. Çünkü âlimlerin çocukları analarından büyük müsamaha gördükleri gibi, babalarına karşı da çok nazlı olarak büyürler.
Çocuk, bir din âlimi olarak insanlardan hürmet ve itibar gören babasının sayesinde kendisine de hürmet edildiğini görünce, bununla yetinir. Çalışıp fazilet sahibi olmak için artık bir sebeb görmez. İlme emek vermek, takva ve perhizkârlıkla kazanacağım şöhret ve itibar, babamın sayesinde hâsıl olmaktadır. Bunca sıkıntı çekmeye ne lüzum var? diye düşünür.
Fakat, halkın bilhassa sıkıntı içinde olanların çocukları böyle düşünmezler. Çünkü onlar hayata gözlerini açtıkları zaman şiddetli sıkıntılar ile karşılaşırlar. Halk arasında dövülenleri, hapse atılanları, ihanete uğruyanları ve haraca bağlananları gördükçe bu durumlardan kurtulmanın çarelerini düşünürler.
Cenab-ı Hak da onlara Kur’an-ı kerim ve ilim tahsili ile meşgul olmayı ilham eder. Böylece kendilerini ilme ve Kur’an-ı kerime verirler. İnsanların kendilerine hürmet ettiklerini gördükçe de ilim ve mücahede hakkındaki şevk ve gayretleri kat kat artar. Sonunda yüksek makamlara yükselirler.
Ahmed Zâhid, her yalnızlığa çekilişinde, çocuğunu kırk gün yanında bırakırdı. Yine de ona manevî sırlar açılmazdı. O derdi ki: “Ey yavrum, iş benim elimde olsa, kimseyi senin önüne geçirmezdim.”

Gayeleri sadece Allah rızası idi


İslam büyükleri tam bir ihlâs sahibi idiler. İlim ve amellerine riya karıştırmaktan son derece korkarlar idi. Onların bu güzel ve örnek ahlâkına, herkesin çok ihtiyacı vardır. Resulullah efendimiz riyakarmların halini şöyle bildirdi:
“Allahü teâlâ, Adn cennetini yarattığı zaman, orada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir beşer gönlünün hatırlamadığı nimetler yarattı. Ona Konuş!, diye emretti. O da üç defa: Şüphesiz mü’minler felâh bulmuştur. Dedi. Sonra şöyle konuştu: “Ben cimrilerin ve mürailerin hepsine haram kılınmışımdır.”
Vehb bin Münebbih şöyle buyurdu: “Uhrevî bir amelle dünyalığını temine çalışan bir kimsenin kalbini Cenâb-ı Hak tersine çevirir ve onu, cehennemlikler defterine yazar.”
Hasan-ı Basrî buyurdu ki: “İsâ aleyhisselâm buyurmuş ki: “Kim bildiği ile amel ederse, Allahın gerçek dostu olur.”
Süfyan-ı Sevrî buyurdu ki: “Validem bana derdi ki: Ey oğlum, ancak öğrendiğin ile amel etmeye niyetli olduğun zaman ilim edinmeye çalış. Aksi halde ilim, kıyamet günü senin üzerinde bir vebaldir.”
Hasan-ı Basrî çok kere kendisini hesaba çekerek: “Demek sen, Allahın âbid, zâhid ve sâlih kulları gibi konuşur, fasık, münafık ve müraîlerin işi gibi iş yaparsın ha. Vallahi ihlâslı kulların sıfatı bu değildir.” derdi.
Fudayl bin İyaz diyor ki: “İşlerinde son derece titiz, tel üzerinde oynayan bir cambaz gibi dikkatli olmıyan bir kimse, riya çukuruna düşmekten kendini koruyamaz.”
Zünnûn Mısrî’ye, “Kulun ihlâs sahibi kimselerden olduğu nasıl belli olur? diye sormuşlar. O demiş ki: “Kendisini tam manası ile tâate verip, insanların nazarında mertebe ve itibarının silinmesini severek kabul ettiği zaman.”
Yahya bin Muaz’a, “Kul ne vakit ihlâs sahibi olabilir?” diye sormuşlar. O şu cevabı vermiştir: “Ahlâkı süt emer çocuğun ahlâkı gibi olduğu zaman. Yani kendisini öven ve yerenlere hiç aldırış etmediği vakit.”

Kimin için yaptın isen git ondan iste!


Muhammed bin Mürkedir hazretleri buyurdu ki: “Talebe kardeşlerimizin güzel himmet ve çalışmalarını, geceleri yapmaları daha sevimli ve daha şerefli olur. Gündüzleri insanlar onu görebilir. Geceleri ise ancak Allah görür ve O’nun için yapılmış olur.”
Bir gün, Yunus bin Ubeyd’e, “Amel bakımından Hasan-ı Basrî hazretlerinin yerini tutmuş bir kimseyi gördün mü?” diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiş: “Vallahi ben, söz bakımından bile onun yerini tutmuş bir kimseyi görmedim. Amel bakımından onun gibisini nerden göreceğim? O’nun va’z ve nasihatları gönülleri ağlatıyordu. Başkalarının va’zları ise gözleri bile ağlatamıyor.”
Ebu’s-Sâib, Kur’an-ı kerim veya hadîs dinlerken kendisine ağlamak geldiğinde, riya olur korkusu ile kendisini tutar, onu tebessüm haline çevirirdi.
Ebu Abdullah el-Antakî şöyle derdi: “Allah kıyamet gününde ikiyüzlü kimseye: “Kime gösteriş yaptınsa amelinin sevabını ondan al! Dünyada iken ilim ve amelinden dolayı insanlar sana meclislerinde yer vermediler mi? Sen onlara reis olmadın mı? Alış-verişinde kolaylık göstermediler mi? Sana çeşitli ikramlarla bulunmadılar mı?” buyuracak. Böylece dünyada gördüğü mükâfatları bir bir sayacak ve âhirette riyakârlara verilecek bir mükâfat olmadığını bildirecektir.”
Fudayl bin İyad hazretleri buyurdu ki: “Kişi insanlar ile ünsiyet ettiği müddetçe, tam manasiyle riyadan salim olamaz.”
Antâkî diyor ki:
“Kendilerine süs verenler üç kısımdır: 1- İlimle süslenenler. 2- Amelle süslenenler. 3- Süslenmeyi terketmek suretiyle süslenenler. En gizlisi ve şeytanın en sevdiği üçüncüsüdür. “Kişi zahirî amellerinde, gönlünde halkı mülâhaze ettiği halde ihlâslı olmak isterse, bu imkânsızdır. Zirâ ihlâs kalbin hayat suyudur. Riya ise kalbi öldürür.”
İyas bin Muaviye, İbrahim Temimî’nin kardeşi idi. Bunlar biribirini arkasından övmezdi. Bu hususta derlerdi ki: “Kişiyi övmek bir nev’i mükâfattır. Ben kardeşimi insanlar arasında övmek suretiyle sevabının noksanlaşmasını istemem.”
Yusuf bin Esbat diyor ki: “Nefsimi ne zaman derin ve ciddi bir muhasebeye çektimse, onu halis bir müraî olarak buldum.”
Hasan-ı Basrî hazretleri de şöyle buyurdu: “İnsanlar arasında kendisini zemmeden, kötüleyen kimse, hakikatta kendisini övmüş olur. Bu ise riya alâmetlerindendir.”

“Biz öyle insanlara yetiştik ki…”


İslam büyükleri, riyadan, gösterişten çok korkarlardı. İbrahim bin Edhem hazretleri bununla ilgili buyurdu ki: “Ramazan dışında din kardeşine “Oruçlu musun?” diye sorma. Çünkü “Oruçluyum!” dese, nefsi bununla hoşlanacak, “Hayır!” dese üzülecek. Halbuki bunların ikisi de riya alâmetlerindendir. Ayni zamanda böyle bir soru ile onu mahçup etmek ve eksiğine muttali’ olmak gibi mahzurlar da vardır.”
Abdullah bin Mübarek hazretleri buyurdu ki: “Öyle kul vardır ki Kâbe’yi tavaf ederken bile riya yapabilir. Meselâ Horasan halkından birinin kendisini görmesini ve o ülke halkının kendisi hakkında “Falanca zat, tavaf ve sa’y yapmak için Mekke’de mücavir kalmaktadır. Ne mutlu o adama.” demesini arzu eder ve böylece riyaya düşmüş olur.”
Hazret-i Fudayl buyurdu ki: “Biz öyle insanlara yetiştik ki onlar, yaptıkları amellerle riyakârlık yaparlardı. Şimdikiler ise, yapmadıkları şeyleri yapmış görünmekle riyakârlık yapıyorlar.”
“Andolsun sizi imtihan edeceğiz….” Meâlindeki âyetini okuduğu zaman şöyle derdi: “Allah’ım, sen bizi imtihan edecek olursan, bizi rüsvay etmiş, gerçek hüviyetimizi örten perdeleri kaldırmış olursun. Halbuki sen, Erhamür-Râhimîn’sin, Allah’ım!”
Eyyub Sahtiyanî hazretleri buyurdu ki: “Ey kardeşim, insanların ilim konusunda söylediği söz ve fikirlerden bir kısmını ezber etmek suretiyle başkalarına büyüklük taslamaya kalkışman dahi, işlemediğin bir işle müraîlik yapmak cümlesindendir. Çünkü o bilgi ve fikirler aslında senin değildir. Onları ortaya koyan sen değilsin.”
İbrahim bin Edhem buyurdu ki: “İnsanlar tarafından kendisinin hayırla yad edilmesini istiyen bir kimse, Allahtan ittika etmiş olmadığı gibi, ihlâstan da uzaklaşmış olur.”
Hazret-i İkrime buyuruyor ki: “Daimâ iyi niyet sahibi olunuz. Çünkü niyete riya karışmaz.”
Mansur bin Mu’temir buyurdu ki: “Biz, bir niyet sahibi olmadığımız halde ilim tahsiline koyulduk. Allah’a şükürler olsun ki bize iyi niyeti de nasib buyurdu. Çünkü bütün ilim, sahibini iyi niyet ve ihlâsa götürür. Böylece o onu elde edinceye kadar çalışır.”

İkiyüzlülüğün üç alâmeti

Hazret-i Ali buyuruyor ki:
“Mürâîliğin, ikiyüzlülüğün üç alâmeti vardır:
1- Yalnızken tembeldir, nafileleri kılmaz,
2- İnsanlar yanında tembel değil, çalışkandır.
3- Ayıplandığı zaman ibadetlerini azaltır, övüldüğü zaman ise artırır.
Fudayl bin İyaz hazretleri buyurdu ki: “İnsanlar görsün diye bir amelde bulunmak riyâdır. Gerekli olan ameli insanlar için terketmek de şirktir. İhlâs ise, bunların ikisinden de Allahın seni kurtarmasıdır.”
Hasan-ı Basrî buyurdu ki: “Cennetliklerin cennete, cehennemliklerin de cehenneme girmeleri, kendi amelleri sebebiyledir. Fakat onların orada ebedî kalmaları, niyetleri yüzündendir.”
Ebu Davud Tayalisî buyurdu ki: “Bir âlim, bir kitab yazdığı zaman ona yakışan, maksadının dine hizmet olmasıdır. Yoksa akrânı arasında “Ne güzel kitab yazmış.” diye övülmesi için değil.”
İbrahim Teymî, gençlerin giydiği gibi giyinirdi. Kendisinin âlimlerden olduğunu, arkadaşlarından başka kimse tanımazdı. O şöyle diyordu: “Gerçekten ihlâslı kimse, kötülüklerini gizlediği gibi, iyiliklerini de gizler.”
Süfyan Sevrî de şöyle buyurdu: “Dersine gelenlerin çokluğu karşısında kendini beğenme hissine kapılmıyan âlim, az bulunur.”
Günün birinde Hasan Basrî, Harem-i Şerif’de çevresindeki büyük bir topluluğa hadîs yazdırmakta olan Tâvus Hazretlerine uğramıştı. Ona yaklaştı ve
kulağına eğilerek: “Kendini beğenme hissi geliyorsa, bu meclisi terket.” dedi. Tâvus da hemen kalktı ve oradan ayrıldı.
İbrahim bin Edhem de bir gün Bişr-i Hâfî’nin meclisine uğramıştı. Etrafını çevirenlerin çokluğunu görünce: “Yâ Bişr, nedir bu?” diye çıkıştı ve ilâve etti: “Eğer Eshabı kiramdan biri bu durumda olsaydı, nefsi hakkında kendini beğenme hissine düşmekten emin olamazdı.”
Süfyan Sevrî hadîs yazdırırken yanında üç kişiden fazla bulundurmaz idi. Sonra biraz müsamahalı davranmıştı. Bir gün gördü ki çevresinde yüzlerce adam toplanmış. Birden ayağa kalkıp: “Vallahi daldırdık. Eğer benim gibi bir adamın etrafına bu kadar insan topladığını Emi’ül-Müminîn Hazreti Ömer görmüş olsaydı, “Bu sana yaraşmaz.” der ve beni buradan uzaklaştırırdı.”

Değerli insanlar kimlerdir?

İslam büyüklerinden Abdullah bin Mübarek hazretlerine: “Size göre değerli insanlar kimlerdir?” diye sordular. O şu cevabı verdi: “Bilgisi ile amel eden ihlâslı âlimlerdir.” Yine kendisine: “Sizce kimler sultandır?” diye sordular. Onun cevabı şu oldu: “Dünyaya düşkün olmayan kimseler.” Ayrıca: “Sefil olan kimlerdir?” diye sorduklarında: “İlmini, amelini ve dinini, dünya geçimi için vasıta yapanlardır.” buyurdu.
Ömer bin Hâris hazretleri buyurdu ki: “Eskiden iyilik yaparlar, söylemezlerdi. Sonra yaptıkları iyilikleri söylemeye başladılar. Şimdi ise iyilik yapmadan söylüyorlar. “
Süfyan-ı Sevrî hazretlerine hadîs okutmayı niçin bıraktığı sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Yemin ederim ki ben, bir kimsenin Allah rızası için ilim tahsil ettiğini bilmiş olsam, onun buraya kadar gelmesi için zahmete katlanmasına lüzum bırakmadan kalkıp ayağına giderdim.”
Süfyan bin Uyeyne de kendisine: “Ne olur, bize ilm-i hadîs okutunuz.” diye müracaat edenlere şu karşılığı vermiştir: “Ben, ne kendimi, ne de sizi buna ehil bulmuyorum. Sizin ve benim durumuma, birinin söylediği şu söz uygun düşmektedir: “Önce tevazu sahibi olup çeşitli sıkıntılara katlanın ki, ilimde ilerliyebilesiniz.”
İlimde büyük bir paye ve ihtisas sahibi olan Abdullah bin Abbas dersi bitirdikten sonra; “Dersimizin sonunu istiğar ile bağlayınız.” buyururdu.
Şeddad bin Hakîm de şöyle derdi:
“Kimde şu üç haslet varsa ders versin. Yoksa bıraksın:
1- Şükretsinler diye Allah’ın nimetlerini hatırlatmak,
2- Tevbe etmeleri için kusurlarını hatırlatmak,
3- Sakınıp korunmaları için düşmanları olan şeytanı hatırlatmak.”
İmam-ı Mâlik hazretlerine, “İlimde râsih olanlar kimlerdir?” diye sorduklarında şu cevabı verdi: “İlmin gereğini yaşıyanlardır! İlimden daha tatlı bir şey yoktur. İlim sahibi, hükümdarlara da hükmedebilir.”

Dünyayı âlimler aydınlatır

Hasan Basrî hazretleri, “Âlimler dünyayı aydınlatır. Her âlim, zamanının insanlarını aydınlatan bir kandildir. Âlimler olmasa, insanlar karanlıkta kalır ve insanlığını kaybederler.” buyurdu.
Süfyan Sevrî hazretleri de şöyle buyuruyor: “İlmin yaşaması sorup araştırmakla ve gereğini yaşamakla olur. Bunlar olmayınca ilim ölmüş demektir.”
İkrime hazretleri buyurdu ki: “İlmi ancak hakkını veren kimselere öğretiniz.” Kendisine, “İlmin hakkı nedir?” diye sordular. Şöyle cevap verdi: “İlmin hakkı, gereğini yaşamak ve yaşıyacak olanlara öğretmektir.”
Sâlim bin Ebî Ca’d buyurdu ki: “Ben, bir köle idim. Kendimi tamamen ilme verdim. Bir sene sonra, Halife ziyaretime geldi. Ben ona kapıyı açmadım.”
İmam Şa’bî buyurdu ki: “Âlimlerin ahlâk ve edeplerinden biri de, ilmi elde ettikçe onunla amel etmeleridir. Amallere yöneldikçe başkaları ile meşgul olmaktan kurtulurlar. Böylece derin raştırmalar için imkân sağlamış olurlar ve istekleri artar.”
Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Kıyamet gününde insanların azab bakımından en şiddetlisi, Allah’ın, ilmi ile kendisini faydalandırmadığı bir âlimdir.”
Bir diğer hadîs-i şerifte de: “Öyle zamanlar gelecek ki, o vakit insanların ibadet edenleri cahil, âlimleri de fâsık olacaktır.” buyurulmuştur.
Abdullah bin Mes’ud buyurdu ki: “İnsanların dini meseleler hakkındaki sorularına, hiç beklemeden ve iyice araştırmadan fetva veren kimseler, şüphesiz kendilerini cehenneme arzetmiş olurlar. İnsanların her sorduğuna cevap vermiye kalkışan bir kimse, mecnun, deli sayılır.”
Hasan Basrî de şöyle buyurdu: “Ey mümin, sakın sen, âlimlerin ilmini toplıyan fakat, sefihlerin yolundan giden biri olma.”
İsâ aleyhisselâm buyurdu ki: “İlimler ne kadar çoktur. Fakat hepsi faydalı değildir. Âlimler de çoktur fakat, hepsi kemâle ermiş değildir.”
İbrahim bin Utbe buyurdu ki: “Kıyamet gününde insanların en çok pişman olanı, ilmi ile büyüklük taslıyan âlimler olacaktır.”

Allah için olmayan ilim

İlim, çok kıymetli bir şeydir. Bunun için, ilim sahibi kendini üstün ve şerefli sanır. Böyle kimsenin ilmine cehil demek daha doğru olur. Gerçek ilim, insana aczini, kusurunu ve Rabbinin büyüklüğünü, üstünlüğünü bildirir. Yaratanına karşı korkusunu ve mahluklara karşı tevazu’unu arttırır. İlmi ile amel etmek ve başkalarına öğretmek ve bunları ihlas ile yapmak lazımdır. Amel ve ihlas ile olmayan ilim zararlıdır. Hadis-i şerifte, “Allah için olmayan ilmin sahibi Cehennemde ateşler üzerine oturtulacaktır” buyuruldu.
Dünyalık ele geçirmek için ilim öğrenmek, yani dini dünyaya vesile etmek, altın kaşıkla necaset yimeye benzer. Dini dünya kazancına alet edenler, din hırsızlarıdır. Hadis-i şerifte, “Din bilgilerini dünyalık ele geçirmek için edinenler, Cennetin kokusunu duymayacaklardır” buyuruldu.
Hadis-i şerifte, “Bu ümmetin âlimleri iki türlü olacaktır: Birincileri, ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemiyeceklerdir. Böyle olan insana denizdeki balıklar ve yeryüzündeki hayvanlar ve havadaki kuşlar dua edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı olmayan, ilmini dünyalık ele geçirmek için kullananlara kıyamette Cehennem ateşinden yular vurulacaktır” buyuruldu.
İslamiyete uyan âlim, etrafına ziya saçan ışık kaynağı gibidir. “Kıyamet günü bir din adamı getirilip Cehenneme atılır. Cehennemdeki tanıdıkları etrafına toplanıp, sen dünyada Allahın emirlerini bildirirdin. Niçin bu azaba düştün derler. Evet, günahtır yapmayın derdim, kendim yapardım. Yapınız dediklerimi de yapmazdım. Bunun için, cezasını çekiyorum der” buyuruldu.
Hazret-i Ömer bununla ilgili şöyle buyurmuştur: “Şu ümmet üzerine en çok korktuğum şey, dili ve sözleri ile âlim, kalbi cahil olan kimselerdir.”
Süfyan Sevrî hazretleri, “İlim ameli çağırır. Amel ilmin çağrısına uyarsa ne güzel. Değilse ilim çeker gider.” buyurmuştur.
Abdullah bin Mübarek hazretleri de, “Kişi, bulunduğu ülkede kendisinden daha âlim birisinin mevcudiyetini kabul ettiği müddetçe, hakîkaten âlimdir. Kendisini bütün âlimlerin üzerinde gördüğü takdirde, cahilliğini ortaya koymuş olur.”

İlmi kendisine faydalı olmayan âlim


Emanetcinin kendisine bırakılan malları muhafaza etmekte emin olması lazım geldiği gibi, din âliminin de, islam bilgilerini bozulmaktan muhafaza etmekte emin olması lazımdır.
Resulullah efendimiz, Kabeyi tavaf ediyorken, hangi insan daha kötüdür? diye soruldu. “Kötü olanı sorma! İyi olanları sor. Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür” buyurdu.
İsa aleyhisselam, “Kötü âlimler, su yolunu kapayan kaya gibidir. Su, kayadan sızıp geçemez. Akmasına da mani olur” buyurudu.
Kötü din adamı, kanalizasyona benzer. Görünüşte, sağlam, sanat eseridir. İçi ise, pislik doludur. Peygamberimiz, “Kıyamet günü azabların en şiddetlisi, ilmi kendisine faydalı olmıyan din adamınadır” buyuruldu.
İlim sahibi, yani din bilgilerini öğrenen kimse, ya sonsuz saadete kavuşur, yahut nihayetsiz felakete düçar olur.
Fudayl bin Iyad hazretleri buyurdu ki: “Bir âlimin dünyanın oyuncağı olduğunu gördüğüm zaman, kendisine acır ve ağlarım. Bir âlim veya sûfî hakkında, “Nafakası falanca tüccara ait olmak üzere hacce gitti.” denilmesi ne kadar acıdır.”
Yahya bin Muaz hazretleri de: “Bir âlim, dünyalık peşinde koştuğu zaman kıymet ve şerefini kaybetmiştir.” buyururdu.
Hasan Basrî de şöyle buyurdu: “Âlimlerin azabı, kalblerinin ölmesi iledir. Kalblerinin ölümüne sebeb ise, uhrevî amellerle dünyevî menfaatler elde etmiye çalışmaktır. Böylece onlar, dünya adamlarının yakınlığı kazanmış olurlar.”
Hazreti Ömer buyuruyor ki: “Siz bir âlimin dünyayı sevdiğine şahit olursanız, dini hakkında onu itham ediniz. Çünkü sevenlerin hepsi, neyi seviyorsa onun yolunu tutmuştur.”
Hasan Basrî de şöyle buyuruyor: “Doğrusu çok şaşılacak şey… Diller ne güzel söylüyor, kalbler de biliyor. Fakat ameller aykırı düşüyor.”
Hadis-i şerifte, “Âlimler devlet adamlarına karışmadıkca ve dünyalık toplamak peşinde olmadıkca, Peygamberlerin eminleridir. Dünyalık toplamaya başlayınca ve devlet adamlarının arasına karışınca, bu emanete hıyanet etmiş olurlar” buyuruldu.

Hasta ilacını kullanmazsa…

Çölde kalan kimsenin yanında en kıymetli kılınçlar ve çeşidli silahlar bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok cesur olsa, kendisine hücum eden arslana karşı kullanmadıkca, bu silahların faydası olur mu? Elbette olmaz. Bunun gibi, din bilgilerinden yüzbin mesele öğrense, bunları kullanmadıkca, faydalarını görmez. Hasta olan kimse de, derdinin en faydalı ilacı bulunsa, kullanmadıkca, faydasını görmez.
Peygemberimiz, “Ahir zamanda ibadet edenlerin çoğu din cahili olacaktır. Din adamlarının çoğu da fasık olacaktır.” buyurdu.
Ebudderda hazretleri buyurdu ki, “İlmi ile amil olmıyan din adamına âlim denilmez.”
Gerçek alim, bildiğine cevap verir, bilmediğine cevap vermez. Her sorulana cevap veren, her gördüğünden mana çıkaran ve her yerde bilgi satan kimse, cahilliğini ortaya koyar. Bilmiyorum, öğrenip de söylerim diyen kimsenin, derin âlim olduğu anlaşılır.
Resulullaha, en kıymetli yer neresidir, denildikte, “Bilmiyorum, Rabbim bildirirse söylerim” demiştir. Bunu Cebrail aleyhisselama sormuş, ondan da, aynı cevabı almıştır. O da, Allahü tealaya sormuş, “Mescidler” dir cevabını almıştır.
A’raf suresinin “Affet ve marufu emret” mealindeki yüzdoksansekizinci ayet-i kerimesi gelince, Cebrail aleyhisselamdan bunu açıklamasını istemiş, o da, Rabbimden öğreneyim, diyerek gitmiştir. Tekrar geldiğinde, Allahü teala, “Senden uzaklaşana yaklaş! Senden esirgeyene ihsan et! Sana zulmedenleri affet!” emrini verdi dedi.
Şa’bi hazretlerine, kendisine sorulanlardan birini bilmiyorum deyince, sen Irak memleketinin müftisisin. Bilmiyorum demek, sana yakışır mı? dediklerinde, meleklerin üstünleri bilmiyoruz dediler. Benim söylememden ne çıkar, buyurdu
İmam-ı Ebu Yusüf, bir soruya bilmiyorum deyince, hem Beyt-ül-maldan maaş alıyorsun, hem de cevap vermiyorsun, dediler. “Beyt-ül-maldan, bildiklerim kadar ücret alıyorum. Bilmediklerim için alsaydım, Beyt-ül-malda bulunanların hepsi yetişmezdi” dedi.
Süfyan bin Uyeyne hazretleri, “İlim tahsil eden bir kimsenin, ilmi arttıkça dünya nimetlerine karşı hırsının da arttığını görürseniz, ona ilim öğretmeyiniz. Çünkü bu takdirde onun cehenneme girmesine yardım etmiş olursunuz.” buyururdu.

“Kendinize yazık ettiniz..”


Zamanının âlimlerinden biri, Fudayl bin İyâd hazretlerine giderek:
“Bana biraz nasihatta bulun!” dedi. Fudayl hazretleri buyurdu ki:
“Ben, siz âlimlere ne ile nasihat edeyim. Siz, ülkeleri aydınlatan bir ışık iken kendinize yazık ettiniz. Cehalet gecelerinin karanlığında kalanları hidayete kavuşturan birer yıldız idiniz. Şimdi ise şaşkınlık içinde kaldınız. Zenginlerin himayesine girip kaba minderler üzerinde oturuyor, sofrasında bulunuyor, hediyyelerini kabul ediyor, sonra da kalkıp mescide gidip ders veriyorsunuz. Allah’a yemin ederim ki, gerçek âlim, böyle olmaz.”
Fudayl’in bu sözleri karşısında o kimse, kendini tutamayıp ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki, nerdeyse boğazı tıkanıp boğulacaktı. Çok mütehassis olarak ve büyük bir ders alarak oradan ayrıldı.
İkrime hazretleri buyuruyor ki: “Nefsinin kötülüğünü bildiği halde, insanların kendisini âlimlik ve evliyalık ile vasıflandırmasını arzulayan kimseden daha akılsız birini bilmiyorum. Müminlerin gönülleri, gizli ayıplarına muttali olması gerekir. Öylesi zavallıların durumu, tarlasına diken ekip de mahsul zamanı yaş meyva almak istiyen bir kimseye benzer.”
Katâde hazretleri, “Âlim kişi, ilmi ve ameli ile gösteriş yaptığı zaman, Allâhü teâlâ meleklerine der ki: “Şuna bakın. Benimle alay ediyor ve benden korkmuyor. Halbuki ben, Azîm ve Cebbâr’ım.”
Hazret-i Ömer namaz kılan birisinin boynunu eğdiğini gördüğü zaman, o kimseye kızar ve “Yazıklar olsun sana! Tevazu ve huşû kalbdedir.” derdi.
Ebu Emâme buyurdu ki: “Bir gün bir şahsa rastladım. Adam secdeye kapanmış ağlıyordu. Ona dedim ki, “Bunu evinde yapsaydın ne iyi olurdu. Çünkü kimse seni görmezdi.”
Fudayl bin Iyâd buyurdu ki: “İlim tahsili sahih bir niyet ve temiz bir gaye ile olursa, bundan daha yüksek bir amel olamaz. Fakat çokları ilmi, gereğini yapmak için tahsil etmiyor. Bilâkis ilmi, dünyalık avlamak için bir ağ olarak kullanıyorlar.”

“Biz öyle kimselere yetiştik ki…”

Zünnûn Mısrî hazretleri buyurdu ki: “Biz öyle kimselere yetiştik ki, onların ilimleri arttıkça, dünyaya minnetsizlikleri de artardı. Şimdikiler ise ilimde ilerledikçe dünya arzuları da artıyor; giyime, yeme, mesken, evlenme, binit vasıtası, hizmetçi gibi dünyalıklarını da o nisbette fazlalaştırıyorlar.”
Fudayl hazretleri, “Bir âlim veya dervişin dünya adamları nezdinde “İyi adamdır” diye anılmaktan hoşlandığını görürseniz, bilin ki o gerçek bir âlim değildir.” buyurdu.
Ka’bül-Ahbar buyurdu ki: “Öyle zamanlar gelecek ki, cahiller ilme heves edecekler. Sonra ilimleri ile dünyalık adamlarının yakınlığını kazanmak için, kadınların erkekler hakkında birbiriyle rekâbet ettikleri gibi, birbiriyle rekabet ve ihtilâf edecekler. İşte onların ilimden nasibi, bundan ibaret olacaktır.”
Salih el-Merrî buyurdu ki: “İlimde ihlâs sahibi olduğunu iddia eden bir kimse, insanlar kendisine, “Sen cahil ve mürâîsin.” dediklerinde, gönlünü yoklasın. Eğer bundan dolayı gönlünde bir üzüntü duymuyorsa, hakikaten o ihlâslıdır. Aksi halde riyâkârdır.”
“Dünya adamı olan âlimden kendinizi sakınınız. Çünkü onun yaldızlı sözleri sebebiyle amel etmediği halde ilmi ve ilim ehlini övmesi, sizi fitneye düşürebilir.”
Fudayl buyurdu ki: “İlmi ile gösteriş yapanların alâmetlerinden biri de, ilimlerinin dağ kadaryüksek, amellerinin ise zerre kadar küçük olmasıdır. Âlim, ilmiyle amel edince muhakkak onun acısını tadacaktır. Çünkü ilim sorumluluk getirir. İlim arttıkça sorumluluk da artar. O halde âlime yakışan, ilmiyle sevinip övünmek değil, ilmin yüklediği mesuliyyeti idrak etmektir.”
Süfyan Sevrî buyurdu ki: “Bilgiyi, gereğini yaşamak için tahsil ediniz. İnsanların pekçoğu bu hususta yanılmıştır. Onlar, amelsiz ilimle kurtulacaklarını sandılar!”
İnsan kendini yoklamalı. Eğer, ilminde ve amelinde, bu büyük âlimlerin, ilmiyle âmil ve ihlâslı din adamlarının, uzak kalmayı tavsiye ettikleri riya veya görsünler veya işitsinler arzusu nev’inden bir şey görürse, nefsin için ağlamalı. Hemen tevbe ve istiğfar etmeli ki, Allah kendisini seni afetsin.

“Sizler gerçekten âlim değilsiniz”

Mansur bin Mu’temir hazretleri zamanının âlimlerine dedi ki: “Sizler gerçekten âlim değil, sadece ilimle uğraşan kişilersiniz. Eğer ilminizle âmil olsaydınız, nice keder ve acıları yudumlar, ilminizle haram ve şüpheli şeylerden uzaklaşır idiniz.”
Ömer bin Abdülazîz buyurdu ki: “Haram yiyenlerin kapleri sağlam olsaydı, haram bir şey yedikleri zaman midelerinde, ateşin acısını muhakkak duyarlardı. Fakat onların kalpleri sağlam olmadığından ateşin acısını duyamıyarlar.”
Rabi’ bin Heysem de şöyle buyurdu: “Bir âlim nasıl olur da ilmine riya karıştırabilir? Çünkü o blir ki, Allah rızası esas olmaksızın elde edilen ilim, temelinden bâtıldır, geçersizdir. O halde bâtıl olan birşeyle insanlara nasıl gösterişte bulunabilir?”
İmam Muhyiddin Nevevî, ders verirken bir adamının ansızın gelip de kendisinin, büyük bir kalabalığa ilim kürsüsünden hitab etmekte olduğunu görmesinden hoşlanmazdı. Büyüklerden birinin kendisini ziyarete geleceğini öğrendiği zaman, o gün ders okutmazdı.
Buyurdu ki: “Bir kimse, kötü işlerine başkaları muttali olduğu zaman üzüldüğü gibi, güzel işlerine muttali oldukları zaman da üzüntü duyarsa, bu onun ihlâsının alâmetidir. Çünkü nefsin onunla ferahlanması ma’siyettir. Bazen riya, birçok günahlardan daha tehlikelidir.”
Hasan Basrî buyurdu ki: “Bu zamanda bir âlimin, helâl nimetlerden doyunca yemesi, çirkin birşeydir. Haramdan karnını doyuranlara nasıl âlim denebilir? Vallahi ben, bir lokma yesem ve bu lokma midemde devamlı kalsa idi, ömrümün sonuna kadar onunla yetinirdim. Âlimlerin takvası, ancak şehevî şeyleri terketmektedir. Zahirî günahlara gelince, görüyorsun ki insanlar arasındaki itibarlarının sarsılmaması için onu terketmekteler.”
“Ahir zamanda öyle kimseler gelecek ki, Allah’ın rızasını kasdetmeksizin ilim tahsil edecekler. Bunu, ilmi zayi olmaktan kurtarmak için yapacaklar. Sonra bu ilmin kıyamet gününde hesabını vermek de onların üzerine olacaktır.”
Abdullah Müzenî buyurdu ki: “İnsanları ilme teşvik eden ve onlara ilmin faziletlerini anlatan bir âlim, eğer birisi hakkında kendisiyle istişare eden bir kimseyi ciddi bir şekilde ilme teşvik etmezse, samimiyetsizliğinin bir alâmetini ortaya koymuş olur.”

“Sakın Rabbine isyan etme!”


Abdullah bin Mubarek hazretleri buyurdu ki: “Kur’an-ı kerim hâmili olan, yani ezberleyen kimse, sonra kalbiyle dünyaya meylederse, Allahın âyetlerini alaya almış olur. Kur’an-ı hâmili Allaha âsî olduğu zaman, Kur’an-ı kerim ona der ki:
“Vallahi sen beni bunun için yüklenmedin. Benim tenbihlerim ve öğütlerim nerede kaldı? Benim her harfim sana, “Sakın Rabbine isyan etme” diye nida etmektedir.”
Abdullah bin Mübarek yine buyurdu ki: “Zamanımızın insanları haram ve şüpheli şeylerden yemeğe, midelerine ve şehevî arzularına mağlûp oldular. Bilgilerini, dünyalık avlamak için bir şebeke gibi kullanıyorlar.”
Bişr’ül-Hâfî buyurdu ki: “Kişinin, elde ettiği bilgilerin tamamı ile amel etmedikçe bilgisini artırma peşinde koşmaması, akıllı oluşundandır. Çünkü bu takdirde ilmi, mucibiyle amel etmek için tahsil etmiş olur.”
Bu zat, hadîs okutmayı bıraktığı zaman kendisine, “Kıyamet günü Allaha ne cevap vereceksin?” demişler. O, şu karşılığı vermiş: “Derim ki: Ey Rabbim, sen bana ihlâslı olmayı emrettin. Ben ise kendimde ihlâs bulamadım.”
Yine buyurdu ki: “Biz öyle âlimlere yetiştik ki, onlar bir kimseyi, senelerce deneyip iyi niyet sahibi olduğuna kani olmadıkça okutmazlar idi.”
Hasan Basrî de şöyle diyor: “Kul bütün ilimleri elde etse ve şu direk gibi oluncaya kadar ibadette bulunsa, fakat, midesine giren şeyin haram olup olmadığına dikkat etmese, Allah onun hiçbir ibadetini kabul etmez.”
Abdurrahman bin Kasım diyor ki: “İmam Malik hazretlerinin tam yirmi sene hizmetinde bulundum. Bu müddetin onsekiz senesini edeb, iki senesini de ilim öğrenmekle geçirdim. Keşke hepsini edeb öğrenmekle geçirseydim.”
İmam-ı Mâlik hazretleri buyuruyor ki: “İlim, rivayet ve kuru bilgi çokluğu değildir. İlim, faydalı olan ve kendisiyle amel edilen şeydir.”
İmam-ı Şafiî Hazretleri anlatıyor: “İmam Mâlik bana dedi ki:
“Ey Muhammed, amelini un yap, ilmin de ona katılacak tuz olsun.”

İlim öğrenmek fedakârlık ister

İmam-ı Ahmed bin Hanbel, ilim tahsilinde olanların geceyi tamamen uyku ile geçirdiğini gördü mü, ona ilim öğretmekten vazgeçerdi. Bir gün Ebû Isme, hadîs-i şerif okumak için ona gelmişti. O gece İmamın evinde misafir idi. Abdest suyu getirip bir kenara koydu. Şafak sökmeden önce Ebu Isme’nin odasına gledi ve gördü ki o uyuyor. Suya baktı, olduğu gibi duruyor. Onu uyandırdı ve dedi ki:
– Buraya geliş sebebinizi söyler misiniz? Ebu Isme:
“Sizden hadîs okumak için geldim, yâ İmam.” dedi. Bunun üzerine İmam:
“Gece teheccüd namazı kılmadığın halde nasıl hadîs okuyacaksın? Bu halinle sen, nereden gelmişsen oraya dönersin.” buyurdu.
İmam-ı Şafiî hazretleri buyurdu ki: “Âlime yakışan odur ki; kendisiyle Rabbi arasında kalan iyi amellerden çokça yapsın. Çünkü aşikâr olan amelsiz ilimin uhrevî faydalarının azlığıdır.” “İyilerden birinin rü’yada görülüp de “Rabbim beni ilmim sayesinde bağışladı.” dediği pek nadirdir.
İmam-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerini, vefatından sonra birisi rü’yada görmüş ve “Ne haldesin, yâ imam?” diye sormuş. İmam-ı azam, “Allahın mağfiretine mazhar oldum.” buyurmuş. “İlmin sebebiyle mi, yâ imam?” demesine de şu karşılığı vermiştir: “Heyhât! İlmin birtakım şartları, âfetleri ve mes’uliyetleri vardır. Onun âfetlerinden kurtulmuş olanların sayısı azdır.”
Cüneyd Bağdadî hazretleri vefat ettikten sonra bazıları onu rü’yada görmüşler ve “Ne haldesiniz ya üstad?” diye sormuşlar.
O şu karşılığı vermiş: “Bütün işaretler helâk oldu. Bunca ifade ve ibarelerimiz tükendi. Bize ancak vakti seherlerde edâ ettiğimiz riyasız namazlar fayda verdi.”
Ebu Sehl Sa’lûkî da vefatından sonra bazı kimseler tarafından rü’yada görülmüş ve kendisine, “İlminden ne gibi faydalar gördün?” diye sorulmuş. O, şu cevabı vermiş: “İlmin bütün incelikleri burada hep boşa gitti. Bâzı kimselerin bize sorup öğrendikleri var ya, işte ancak onların faydasını gördüm.”

“Daima göründüğün gibi ol! ”

İslam büyüklerinin örnek ahlâkından biri de, ikiyüzlülükten uzak özü sözüne, içi dışına uygun olmak idi. Onlar bütün hayırlı işlerde nasıl göründülerse, gerçekte da öyle idiler. Kendilerini dünyada ve âhirette pişman edecek bir amelde bulunmazlardı.
Hz. Hızır , Ömer bin Abdülaziz ile Medine-i Münevvere’de buluştuğu ve kendisinden bir nasihat istediği aman, ona şöyle demişti: “Ey Ömer, sakın görünüşte Allah dostu olup da gerçekte Allah düşmanı olma. Daima göründüğün gibi ol. Çünkü içi başka, dışı başka olanlar münafıktır. Münafıkların yeri ise, cehennemin en alt tabakasıdır.”
Bunun üzerine Ömer bin Abdülaziz ağlamıya başladı, hatta gözlerinden akan yaşlarla sakalı ıslandı.
Sevgili Peygamberimiz bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu:
“Âhir zamanda öyle kimseler gelecek ki, gayeleri olan dünya makam ve nimetlerine ulaşabilmek için, din ve âhiret işlerini âlet edecekler. Sırtlarına samur kürkler giyecekler. Dilleri baldan daha tatlı olacak. Kalbleri ise, canavarlar gibi katı ve acı olacaktır. Allahü teâlâ buyuruyor ki: Onlar bana güvenip de mi mağrur oluyorlar? Bana karşı mı cür’etkârlık yapıyorlar? Zâtıma yemin ederim ki onlar üzerine öyle fitneler gönderirim ki, içlerinde hâlim-selim olanları bile hayrette kalırlar.”
Muhelleb bin Ebi Safre buyurdu ki: “Bir kimsenin ameli ne kadar ise, sözü de o kadar olmalıdır. Sözün çok, amelin ise az olması, çirkin birşeydir.”
Abdul-Vahid bin Zeyd buyurdu ki: “Hasan Basrî hazretleri, o yüksek derece ve kemâle ancak ihlâsı sayesinde ulaşmıştır. O, insanlara bir şey tavsiye ettiği zaman, o hususta en önde ve en ileri kendisi oludu. Kötü olduğunu bildirdiği şeylerden de en fazla uzak kalan yine kendisi bulunurdu. Onu yakından tanıyanlar diyorlar ki: Hasan Basrî kadar içi dışına, işi sözüne uyan bir kimse görmedik.”
Muaviye bin Kurre diyor ki: “Kalbin ağlaması gözün ağlamasından daha hayırlıdır.”

“İşte benim gerçek kulum!”

Utbe bin Amir hazretlerine Cenab-ı Hakkın razı olduğu gerçek kul nasıl olur diye sorduklarında, buyurdu ki: “Kulun içi dışına, sözü özüne uyduğu zaman, Allahü teâlâ meleklere şöyle hitab eder: “İşte benim gerçek kulum.”
Yahya bin Muaz hazretleri de şöyle buyurdu: “Gönüller, çömlekler gibidir. Ağlıyan gönüllerin gözyaşları, gönül sahiplerinin dilleridir. Siz yalnız sözlerinizle değil, işlerinizle de gerçekten kul olduğunuzu gösteriniz!.”
Mervan bin Muhammed buyurdu ki: “Bana kimden övgüyle bahsettilerse muhakkak onu, bildirilenlerden aşağı buldum. Ancak Vekî’ müstesna. Çünkü onu, söylediklerinden de yüksek buldum.”
Antakî buyurdu ki: “Amellerin en faziletlisi gizli günahları terketmektir. Kendisine bunun sebebini sorduklarında o, şu cevabı vermiştir: Çünkü gizli günahlardan uzak kalan kimse, âşikâr günahlardan daha çok uzak kalır. Kulun içi görünüşünden daha çok temiz olursa, bu adâlettir. Fakat görünüşü içinden daha yüksek olursa, bu da zulümdür.”
Ebu Abdurrahman ez-Zahid münacatı esnasında: “Yazıklar olsun bana. İnsanlara karşı emniyetle muamele ettim de Rabbimin emânetlerine hıyanette bulundum. Keşke insanların, “O adam hâindir.” Demeleri pahasına da olsa, Rabbimin emânetlerine hıyanet etmeseydim..” der, sonra ağlardı.
Zübeyr bin Avvâm buyurdu ki: “Gizli birtakım kötülük ve ayıplarınız bulunduğu gibi, başkalarından sakladığınız birtakım ibadetleriniz de olsun.”
Muaviye bin Kurre buyurdu ki: “Bana gündüzleri tebessüm eden, geceleri ağlıyan bir adam gösterebilir misiniz? Böyle ihlâslı kişiler herhalde çok azdır.”
Ebu Müslim Havlânî buyurdu ki: “Allahın lûtuf ve ihsanı sayesinde otuz senedenberi âileme yaklaşma hâlim dışında, başkaları tarafından görüldüğünde bana utanç verecek bir işim olmamıştır.”
Ebu Emame buyurdu ki: “Kulun Allah korkusu ve âhiret endişesiyle evinde ağlaması, mescidde ağlamasından daha hayırlıdır.”
Meymun bin Mihrân buyurdu ki: “Sırf gösteriş olsun ve desinler diye, bir amel işleyen kimse, dışı itina ile süslenip güzelleştirilmiş bir halâya benzer.”
Bilâl bin Sa’d de buyurdu ki: “Derviş geçinen bir kimse, yalandan zühd ve takvâ sahibi imiş gibi göründüğü zaman, şeytan sevincinden oynamıya başlar ve onunla alay eder.”


Konu Başlığı: Ynt: İslam Büyüklerinin Halleri
Gönderen: Ceren üzerinde 05 Şubat 2016, 18:46:44
Esselamu aleykum.Rabbim bizleri Islam alimlerinin yolunda giden ve onlari ornek alarak yasayan kullardan eylesin insallah....