๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler (Tasavvuf) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 18 Mayıs 2010, 16:33:13



Konu Başlığı: Hosgörünün adresi
Gönderen: Sümeyye üzerinde 18 Mayıs 2010, 16:33:13
Hosgörünün Adresi




Her bir insanin, hayat yolculugu içinde yüz yüze geldigi en can alici sorulardan biri, belki de birincisi, hayatini hangi eksende yasayacagidir. Hayatinin mihverinde ne olacaktir? Kime göre, neyi esas alarak, nasil yasayacaktir? Hangi temelde düsünecek, tutum ve davranislarini neye göre belirleyecektir?

Her insan gibi, iç dünyasinda bu soruyla hemhal olmus olan Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) cevabinin kisa ama olabildigine kapsamli ve net oldugu görülür. Insanin varolus amaciyla ve su dünyadaki konumuyla dogrudan ilintili bir cevaptir bu: “Allah’in ahlâkiyla ahlâklanin.”

‘Allah’in ahlâkiyla ahlâklanma’nin nasil olacagini ise, Rabbimiz, Resulüne atifla bildirir. Onun hepimiz için ‘güzel bir örnek’ oldugunu; eger Allah’in sevgisine erismek istiyorsak O’nun Habibine tâbi olmamiz gerektigini bildirir ve ‘Resul’e itaat’ etmemizi emreder.

Iste bu noktada, Kelâm-i Ezelî olarak Kur’ân devreye girer. Zira, her mü’minin örnek edinmesi gereken o sanli Resul’ün ‘Allah’in ahlâki’yla nasil ahlâklandigini anlamanin yolu, Kur’ân’a muhatap olmaktan geçer. Hz. Âise’nin belirttigi gibi, “Onun ahlâki Kur’ân’di” çünkü.1

Allah, Kelâmullah ve Resûlullah... Iman hakikatlarinin temeli, esasi, sacayagi, onlardir. Bu üç iman esasindan yalnizca biri aradan çekilecek veya ikinci plana atilacak olsa, ilahî ve semavî bir din olarak Islâm’in, rahatlikla dünyevî ve arzî bir ‘ideoloji’ mesabesine indirgenmesi tehlikesi vardir. Kitab’i ve Resul’ü reddedip yalnizca Allah’in varligini kabul etmek, insani bir mü’min ve müslim yapmaz; olsa olsa, kendi aklinca bir ‘dogal teoloji’ icad eden deistler zümresine dahil eder. Kelâmullah olarak Kur’ân’a, Allah’a inanmadan iman etmek de, tanim geregi, mümkün degildir. Yine Kur’ân’i, onun ‘elçisi’ olan ve ihtiva ettigi hakikatlerin nasil yasanacagini hayatiyla gösteren Resul-i Ekrem’i (a.s.m.) görmezden gelerek düsünmenin, tanim geregi, imkâni yoktur. Resûlullah olarak Muhammed-i Arabî’yi (a.s.m.) Allah’i unutarak düsünmek de tanim geregi imkânsizdir. Resul-i Ekrem’i, elçisi oldugu Kur’ân’dan sarfinazar ederek düsünmenin de imkâni yoktur.

Bu bakimdan, aslinda su zamanin tüm insanlari, ama hususan ehl-i din açisindan en kritik meselelerin belki de basinda, Allah’i ne sekilde tanidiklari, O’nun kelâmi olarak Kur’ân’a ve O’nun Resûlüne ne sekilde muhatap olduklari meselesi gelmektedir.

‘Esmâ-i Hüsnâ’nin önemi

Kur’ân’in en temel vurgusu, elbette, uluhiyet ve tevhid hakikatidir. Bastan sona, tüm âyetler bize bir Rabbin varligini ve birligini bildirir; diger tüm hakikatler, bu hakikatin bir yansimasi olarak ifadesini bulur. Melekler, Kitab, peygamberler, kiyamet, hasir, âhiret, insanin varolus amaci, ubudiyet, amel-i salih, emir ve yasaklar, cennet ve cehennem.. kisacasi Kur’ân’in beyan ettigi tüm hakikatlerin merkezinde uluhiyet hakikati yer almaktadir.

Peki, bize öncelikle ve özellikle Allah’i tanitan Kur’ân, O’nu nasil tanitmaktadir?

Kur’ân’a muhatap olan hemen her insan için, bunun cevabini vermek sanirim zor degildir. Kur’ân, daha ‘Besmele’den baslayarak, tüm âyetleriyle, Allah’i ‘isimleriyle’ tanitir. Birçok âyet, Rabbimizin ayri ayri isimlerine atifla son bulur. Tâhâ sûresinin 8. âyeti gibi bazi âyetler de, en güzel isimlerin, yani esmâ-i hüsnânin ona ait oldugunu bildirir. “O Allah ki, O’ndan baska ilah yoktur. En güzel isimler O’nundur.”

Allah’i ‘lehul esmâul husnâ’ diyerek tanitan, O’nu ’esmâ-i hüsnâ’si ile tarif eden âyetlerden, su dersi çikarmak mümkün, hatta elzemdir: Allah’i gerçekten taniyor olabilmek için, O’nu bütün isimleriyle taniyor olmak gerekir. Ve ancak bu takdirde, insan, O’ndan baska ilah olmadigini hakkiyla kavramis olur.2

Risale-i Nur’un ‘esmâ-i hüsnâ’ üzerindeki o yogun israri, bu bakimdan, son derece anlamlidir. Esmâ-i hüsnâ üzerindeki bir yogunlasma, kimilerinin anladigi sekilde ‘fazladan bir fantazi’ degil; durmaksizin ilahî isimlere atifta bulunan ve Allah’i ‘en güzel isimler O’nun olan’ diye tarif eden Kur’ân’in öngördügü sahih bir imana erismenin olmazsa olmaz sartidir. Yoksa, Allah’i yalniz ‘Yaratici’ olma vasfiyla, yani Hâlik ismiyle taniyor olmak, ‘lehul esmaul husna’ vasfini tasiyan bir Rabbi taniyor sayilmak için yeterli degildir.

Bu konuda, birçok risaleden önemli atiflar çikarmak mümkündür. Ama, Tâhâ sûresinin 8. âyetiyle baslayan ve bu âyetin bir tefsiri mahiyetinde olan “Yirmidördüncü Söz,” meseleyi bir baska risaleye ihtiyaç birakmayacak kadar vuzuhla ortaya koyu-yor olsa gerektir. Bes ‘dal’dan olusan bu risalenin dallari arasinda dolasirken, insan, her dala asil rengini sözkonusu âyetin verdigini görür. En basta birinci dal, tüm ilahî isimlerin içiçeligini, birbirine bakiyor ve birbirini gerektiriyor olusunu bir ‘Sultân’ temsiliyle açiklar. Bu bahsin açikça gösterdigi üzere, ‘isimler birbiri içinde görünmekte; suunat birbirine bakmakta; ve unvanlar birbirini ihsas etmekte’dir. O yüzden, “elbette gerektir ki, Cenab-i Hakki bir isim, bir unvan ile, bir rububiyetle ve hakeza.. tanisa, baska unvanlari, rububiyetleri, se’nleri içinde inkâr etmesin.” Yani, bir isim, baska isimleri gölgelemesin. Meselâ, yalniz Hâlik ismiyle görmekle, Allah’i hakkiyla tanidigini zannetmesin. O ismi diger isimleri görmeyi engelleyen bir ‘perde’ degil; diger isimleri gösteren bir ‘ayna’ kilsin. Ya böyle olmazsa? “Her bir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse, zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlik isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düsebilir.”

Nitekim, Ibn Sina gibi feylesoflarin ayaginin kaydigi bir nokta, ilm-i ilahînin herseye nüfuzunu görememeleri; yani Allah’i Alîm olarak, mutlak ve sonsuz ilim sahibi olarak taniyamamalaridir. “Cüz’iyata ilm–i ilahî taalluk etmiyor” hükmü, Alîm ismini kavramadaki bir zaafin sonucudur. Öte yandan, Cebriye ve Mu’tezile gibi düsünce okullarinin çizgiden saptigi noktalarda, belli bazi isimleri kavrama probleminin yattigini görmek pekâlâ mümkündür. Pek çok ‘firâk-i dâlle’nin, içinde bir ‘dâne-i hakikat’ barindirdigi halde niye saptigini, ‘esmâ-i hüsnâ’ eksenli bir yaklasimla analiz etmek bu çalismanin hacmini asmakla birlikte, ‘esmâ-i hüsnâ’nin anlamini ve önemini idrak etme açisindan elzem olsa gerektir. Böylesi kritik bir konuya himmet edecek bir tahkik ehlinin zuhuru, rahmet-i Rahman’dan yaptigimiz talepler arasindadir.

Celâl ve cemal bütünlügü

Islâm tefekküründe, esmâ-i hüsnânin, celâlî ve cemâlî olarak iki kolda mütalaa edildigi görülür. Meselâ ‘cemalî’ özelliklere örnek olarak, güzellik, kerem, ihsan, lütuf, rezzakiyet, rahmet, sefkat ve sevgi; ‘celâlî’ özelliklere örnek olarak kahr, izzet, azamet, kibriya, cebr ve kudret gösterilir. Allah, hem celâlî, hem de cemalî sifatlarin sahibidir; hem zülcelâl, hem de zülcemâldir. Bir yanda Rahman, Rahîm, Rezzak, Kerîm, Muhsin, Mün’im, Latîf, Cemîl, Hannan, Mennan, Hakîm, Halîm, Vedûd gibi cemalî isimleri; diger yanda Azîz, Hâkim, Kadîr, Cebbar, Kahhar, Azîm ve Zü’ntikâm gibi celâlî isimleri vardir. Onu ‘en güzel isimler O’nun olan’ olarak tanimak, iste tüm bu isim ve sifatlariyla; yani, hem celâlî, hem de cemalî isim ve sifatlariyla birden tanimakla mümkün olmaktadir.

Aslinda, kâinatin da, bize durmaksizin hatirlattigi bir gerçektir bu. Bir dag, ilk anda azamet ile çikar karsimiza. Ama, insana korku ve ürperti veren o azametli dag, ayni zamanda yeryüzü için ‘hazineli direkler’ hükmündedir. Insana ilk anda ürperti vermesi; sel, çig, sarp kayalar, dik bayirlar, erisilmez tepeler ile ilk anda nazarimiza ilismesi ile birlikte; sularin içinde depolaniyor olusundan topragi tutmasina, içinde sakli madenlerden hava akimiyla olan ilgisine.. uzanan nice hikmetler ve güzellikler de tasimaktadir. Ki, insan, tüm bunlari bilmiyor olsa bile, dagin o ürpertici görüntüsünün, ayni zamanda göze çok güzel göründügünü de kolaylikla farkedecektir. Öyle olmasa, sira sira daglarin, essiz bir simetri içinde ve bir renk uyumuyla siralandigi dag manzaralarini seyretmek ‘doyumsuz’ olarak tarif edilmezdi elbette.

Aynisini, deniz sözkonusu oldugunda da görürüz. Adi ilk anildiginda insana ürperti verir deniz. Çünkü, içine dalan insani yutabilir; üstünde seyreden gemiler batabilir. Ama ayni deniz, bilhassa gündogumu ve batimi esnasindaki güzelim manzarasinin, günesli bir yaz gününde yanip sönen kabarciklarla sergiledigi benzersiz sehrayinin ötesinde, dag gibi gemilerle binlerce ton yükün zahmetsizce tasinmasi, içindeki binbir balik çesidinin insan için rizk olmasi, sularin aktigi ve buharlasip temiz-lendigi bir kab hükmünde olmasi.. gibi sayisiz hikmetler ve güzellikler de tasimaktadir. Denizle birlikte muhakkak hatirlanan dalgada da ayni sirri bulmak mümkündür. Bir yanda koca gemileri bile devirip yutmasi ile insana ürperti veren dalgalar, diger yandan denizin akcigeri hükmündedirler ve kiyiya vurduklarinda çikardiklari sesler insanin cemalî duygularina tarifsiz hazlar yasatmaktadir.

‘Celâl’ ve ‘azamet’in öne çiktigi mevcudlar ayni zamanda bir ‘cemal’ boyutu tasidigi gibi; ‘cemal’ boyutu öne çikan mevcudlarda da bir ‘celâl’ yönü görülür. Meselâ, kar tanelerinin ya da yagmur damlalarinin inisi, insanin güzele tutkun duygularini oksar. Her bir kar tanesi, bir digerinin aynisi olmayan altigen nakislar yüklüdür, ama ele geldiginde eriyecek kadar da nahif ve latiftir. Fakat, o incecik, küçücük kar taneleri yagar, birikir ve insanoglunu tüm teknolojisiyle birlikte acze düsüren bir celâl tablosu sergiler. Yollarin kapandigi, çiglarin indigi bu celâl tablosu, ayni zamanda, son derece güzeldir de... Pencere camlarina, yapraklara, su yüzüne degisini seyre doyamadigimiz yagmur damlalari ise, suya muhtaç biçimde yaratilmis sayisiz canliyi sevindirdigi gibi, sel misali celâl tablolari da içermektedir.

Kisacasi, celâl içinde cemal, cemal içinde celâl vardir. Meselâ daglar ve deniz-ler Rabbimizi Celîl-i Zülcemâl olarak tanitirken, kar taneleri ve yagmur damlalari O’nu Cemîl-i Zülcelâl olarak bildirmektedir.

Ve, bakis açimizi biraz daha derinlestirirsek, mevcudlarin her bir taifesinin tür olarak celâli, fert olarak cemali gösterdigi görülecektir. Meselâ, baharda açmis her bir çiçek, kendi basina, sanatla yapan, bir renk uyumu içinde süsleyen ve nakislandiran, gözlere ve gönüllere hos gelen bir ölçü ile var eden Sâni’, Nakkas, Müzeyyin, Mülevvin, Mukaddir bir Rabbin cemalini bildirir. Ama o çiçek tek degildir. Yalnizca bir bayirda dahi, onun kadar güzel milyarlarca çiçegi görmek mümkündür; ve akil, tüm yeryüzündeki sayilarini hesaplamaktan aciz düsmektedir. Bu kadar sanatli bir mevcudun bu kadar kolaylikla ve çoklukla icadi ise, kudreti sonsuz bir Rabbin celâlini ders vermektedir.3

Kâinata mührünü vuran bu celâl-cemâl bütünlügü, Kur’ân’da da ma’kes bulacaktir. Zira, tüm kâinatin Hâlikinin, tüm âlemlerin Rabbinin kelâmidir Kur’ân. Kâinatin Cemîl-i Zülcelâl ve Celîl-i Zülcemâl olduguna her bir cüz'üyle sahitlik ettigi bir Rabbin kelâmi da, elbette O’nun celâl ve cemalini beraberce bildirecektir.

Hem de, bu celâl ve cemal gerçeginin, insanin iç dünyasina ve âhiret âlemlerine bakan tüm yansimalariyla birlikte...

O cemal ve celâl ki, bir açidan lutuf ve kahr, bir baska açidan hüsün ve heybet olarak tezahür eder. Lutuf âhiret âlemlerine cennet ve nur olarak yansir; kahr da cehennem ve ates olarak tecelli eder. Insanin kalbinde ve dilinde cemal ve lutfa karsilik hamd, celâl ve kahra karsilik tesbih kelimeleri dogar. Kelâm-i Ezelîde ise, yine cemal ve celâl sirri iledir ki, ilahî buyruklar emir ve nehiy sûretinde tezahür eder. Insanin—ve elbette insanligin—irsadi noktasinda ise, ödüllendirme ve cezalandirma, müjdeleme ve uyarip korkutma seklinde yansirlar. Vicdana tecelli ettiklerinde ise, biri ‘reca’ya, digeri ‘havf’a bürünür. Insan O’nun cemal, lutuf ve rahmetinden hep ümit eder; ama celâl, kahr ve azametinden de korkar. Ve bu denge sayesinde insan ‘istikamet’i bulur. Reca ile dogru yollara sülûk eder; havf ile de egri yollara gitmekten çekinir. Ne Allah’in rahmetinden ümitsiz, ne de azabindan emin olur; bilakis, bir korku ve ümit dengesi içinde ubudiyet halini korur.4

Celâl-cemal dengesini bulmak

Kur’ân’in nuranî ikliminde dolasirken, tüm kâinatin da cilvelendirdigi cemal–celâl dengesini, degisik veçheleriyle sürekli görürüz. Kur’ân ‘bütün güzel isimler O’nun olan’ bir Celîl-i Zülcemâl ve Cemîl-i Zülcelâlin kelâmidir çünkü. Ve Kur’ân’in tümünde görülen cemal-celâl bütünlügü, her bir sûreye, hatta her bir âyete dahi yayilip nüfuz etmistir; bir nümunesini o sûre ve âyette sergilemektedir.

En basta, Kur’ân’in en birinci dâvâsi olan ‘Lâ ilâhe illallah’ hakikatinde bunu görürüz. Yalnizca üç kelimeden olusan bu tevhid cümlesi, celâli de içerir, cemâli de. ‘Lâ ilâhe’de celâl hâkimdir; sebepler dairesinde bulunan herhangi bir seyin ve herhangi bir mahlukun ilahligina dair iddialar, ‘lâ’ kiliciyla kesilmektedir. ‘Lâ ilâhe’deki bu celâl yüklü nefy ve redde karsilik, ‘illallah’ ile ‘kabul ve teslim’ gibi iki cemalî tavir sergilenmekte; mahlukat cinsinden olmayan, müteâl ve münezzeh tek bir Rabbin varligi kabul ve teslim olunmaktadir.

Kur’ân’in tüm insanlari çagirdigi kisacik tevhid mesajina dahi yansiyan bu celâl-cemâl denkligini ve dengesini, daha Kur’ân okumaya baslar baslamaz bir kez daha yasama durumundadir insan. Çünkü, ilahî emir geregi, iki ‘ön-söz’ ile âyetleri okumaya baslamamiz gerekmektedir. Kur’ân okumaya baslarken ‘kovulmus olan seytan’dan siginmamiz da, ardindan Rahman ve Rahîm olan Allah’in ismi ile baslamamiz da ilahî emir geregidir. Avâm arasinda ‘euzu-besmele’ seklinde yer etmis bu iki ‘ön-söz’ün ilkinde celâl, ikincisinde ise cemal cilvesi okunmaktadir.

Kur’ân’in ilk sûresi olarak Fâtiha’da da bir celâl-cemal dengesi görülür. Hamd’in kime mahsus oldugunu bildiren ilk üç Fâtiha âyetinden ikisi Allah’i Rabb, Rahman ve Rahîm gibi üç ‘cemâlî’ ismiyle tanitir. Üçüncü âyette, dördüncü bir isim zikredilir: ‘Mâliki yevmiddîn.’ Mâlikiyetin bizatihî bir celâl boyutu tasimasinin yanisira, ‘yevmiddîn’ de celâl yüklüdür. Zira, ‘din günü’ ile kastedilen, ‘daire-i itikadin daire-i esbaba galebe çaldigi’ gündür. Ki, kiyamete, mahsere ve Mahkeme-i Kübra’ya atifta bulunmaktadir.

Fâtiha’nin dördüncü âyetinde de, celâl-cemal bütünlügünü görürüz. ‘Na’budu’ celâli, ‘nestaîn’ cemali cilvelendirir. Sûrenin sonunda zikredilen üç grup insandan ilki ‘ellezîne en’amte,’ yani ‘kendisine nimet verilenler,’ diger bir deyisle ‘nimetlendirilenler’dir. Nimetin bir cemal cilvesi oldugu asikârdir. Diger iki grup ise, dâllîn ve magdûb olanlardir ki, her iki hal celâli ihsas etmektedir.

Fâtiha sûresinde görülen, ancak anahatlariyla temas ettigimiz celâl-cemal dengesi, Kur’ân’in diger sûre ve âyetlerinde de açikça görülür. Meselâ, kiyameti ve Cehennemi anlatan kimi sûre ve âyetlerde, birden Gafûr, Halîm, Raûf, Rahîm gibi bir ‘cemalî’ isme atifta bulunulur. Bir yanda mü’minlerin eristigi nimetler, diger yanda inkârci kavimlere gelen azab; bir yanda ‘ebrar’in cennet nimetlerine mazhar olusu, diger yanda ‘füccar’i bekleyen ates; bir yanda nefsini temizleyenlerin felâh bulusu, diger yanda seytanin desiselerine aldananlarin helâk olusu; bir yanda cennet müjdeleri, diger yanda cehenneme dair uyarilar; bir yanda emirler, diger yanda nehiyler.. tüm bunlar bir celâl-cemal dengesine çagirir bizi.

Kur’ân’daki bu denge, Said Nursî’ye sunu söylettirir:

“Iste Kur’ân-i Hakîm’in ulviyetine en sâdik bir delil ve hakkaniyetine en zahir bir bürhan ve i’cazina en kavî bir alâmet sudur ki, Kur’ân bütün aksâm-i tevhidin bütün meratibini bütün levazimatiyle muhafaza ederek beyan edip muvazenesini bozmamis, muhafaza etmis. Hem bütün hakaik-i âliye-i ilâhiyyenin muvazenesini muhafaza etmis; hem bütün esmâ-i hüsnanin iktiza ettikleri ahkâmlari cem’etmis, o ahkâmin tenasübünü muhafaza etmis. Hem rububiyet ve uluhiyetin suunatini kemal-i muvazene ile cem’etmistir. Iste su muhafaza ve muvazene ve cem’, bir hâsiyettir. Kat’iyen beserin eserinde mevcut degil ve eâzim-i insaniyenin netâic-i efkârinda bulunmuyor.” (bkz. Sözler, ‘Yirmibesinci Söz.’)

Resul-i Ekrem’in izinde

Kâinat gibi, Kur’ân da Rabbimizi Cemîl-i Zülcelâl ve Celîl-i Zülcemâl olarak tanittigina göre, ‘Allah’in ahlâkiyla ahlâklanma’si gereken insanin tefekküründe ve yasayisinda bir celâl-cemal dengesi içinde yasama sorumlulugu açiktir. Nitekim, ‘Allah’in ahlâkiyla ahlâklanma’nin en güzide örnegini sergileyen Resul-i Ekrem (a.s.m.), ‘ahlâki Kur’ân’ olan bir zât olarak, bize nasil bu dengede yasanilacagini ögretmektedir. Ki, yine Kur’ân’in târifiyle, o, hem ‘mübessir,’ hem de ‘nezir’dir. Hem müjdeler, hem uyarir; hem cennet ve rü’yet-i cemalullahin mustusunu verir, hem cehennem atesiyle korkutur. Sözleri ve fiilleri, onun, celâl-cemal dengesinin essiz bir örnegi oldugunu belgelemektedir—ki bu yüzden, Hz. Musa’da celâl, Hz. Isa’da ise cemal öne çikarken, Resul-i Ekrem’in ikisinin tam bir kivamini temsil ettigi, Islâm düsüncesinde siklikla vurgulanan konular arasindadir.

Kur’ân’in ‘örnek’ almamizi istedigi; ilahî sevgiye mazhariyeti ancak onun sünnetine tâbi olma sartina bagladigi o sanli nebîden ders alan sahabilerde de, bir celâl-cemal dengesi görülür. Bütün ilahî isimlere en azamî mertebede mazhar olan Resul-i Ekrem’in sahabileri, yine Kur’ân’in beyaniyla, ‘kâfirlere karsi çok siddetli, aralarinda ise çok merhametli’dirler. Bir yanda imanî olan karsisinda dökümhaneye girmis demir gibi yumusak; öte yanda, küfrî olana karsi çifte su verilmis çelik kadar serttirler.

Elbette, tüm insanlar gibi, sahabiler arasinda da, celâl yönü agir basanlari da, cemal yönü agir basanlari da vardir. Ama, ilkinin celâli içinde bir cemal, ikincisinin cemali içinde bir celâl saklidir. Hz. Ömer ile Hz. Ebubekir’in durumu, bunun bir örnegidir. Ömer’in (r.a.) imana ters düsen her hal karsisinda ne kadar keskin ve celâlli oldugu, hakkinda anlatilagelen hadiseler sayesinde, herkesin mâlûmudur. Ama ayni Ömer, bir kuzunun Dicle kenarinda ayaginin incinmesinde bile halife olarak kendini sorumlu bilen bir cemal de yüklüdür. ‘Cemal’ timsali Ebubekir’in küfr karsisindaki gösterdigi ‘celâl’in örnekleri de siyer kitaplarinda kayitlidir. Kendisi öylesine cemal yüklüdür ki “Mü’minler cehenneme gitmemek için Allah’tan isterim, benim vücudum cehennemde büyüsün ki, onlarin yerine azab çeksin” diye dua etmektedir. Ama, bu cemal, cemal–celâl dengesi içinde bir cemaldir. Nitekim, onun, bugün kimilerinin aktardigi gibi, ‘Kimse cehenneme gitmemek için,’ veya ‘Insanlar cehenneme gitmemek’ için demeyisi manidardir. Zira, o, üzerindeki cemal halini celâl ile dengelemis; küfrüyle tüm mahlukati anlamsizlik ve abesiyetle itham eden ve onlarin varoluslariyla Rablerine ettikleri sehadeti yalanlayan kâfirleri hosgörüp cennet ehli kilma gibi bir dengesizlige kesinlikle düsmemis bir ‘siddîk’tir. Yanlis anlasilmasin, Hz. Ebubekir, tüm sahabiler gibi, kâfirlerin de cennete girmesini arzulamistir; ama tüm hayati boyunca, onlarin o küfür halinden çikip su dünyada varolus amaçlarina uygun bir iman ve ubudiyet tavrini takinmalari için çalisarak—gereginde maddî cihad da dahil!

‘Ahlâkiyla ahlâklanma’ yükümlülügü tasidigimiz Rabbimiz Celîl-i Zülcemâl ve Cemîl-i Zülcelâl bir Rab olduguna; Kur’ân’iyla bastan sona bir celâl-cemal dengesini ders verdigine; Resul-i Ekrem’de (a.s.m.) de bu denge en mükemmel sekilde görüldügüne; keza, sahabiler de sergiledikleri celâl-cemal dengesi ile Kur’ânî övgüye mazhar olduklarina göre, mü’minlere düsenin ne oldugu tam bir berraklikla ortada durmaktadir. Mü’min, hem seytana tapmama, hem Allah’a tam bir abd olma; hem tagutu reddetme, hem Allah’a iman etme; hem küfrü temsil eden kisi ve tavirlara karsi sert, hem imani temsil eden kisi ve tavirlara karsi çok merhametli olma yükümlülügü altindadir. Kisacasi, ister celâl yönü agir basan bir insan olalim, ister cemal yönü agir basan bir insan, sonuçta bir celâl–cemal dengesini bulma ve bu dengeyi muhafaza etme yükümlülügümüz vardir.

Denge yitirilirse...

Bu muvazenenin izi sürülmediginde ise, insan—Kur’ân dahil—herseye yalniz bir yönüyle bakacak; cüz’î ve yarim zihniyle, celâl-cemal dengesini ihtiva eden küllî hakikatlerin yalniz bir-iki tarafini görüp onunla mesgul olmakla kalacak, dahasi onda hapsolacaktir. Ya ifrat veya tefrit ile hakikatlarin muvazenesini ihlâl edip, Kur’ânî tenasübün uzagina düserek, dengesiz ve tutarsiz yaklasimlara duçar olacaktir.

Hakikatin dengesini bozan, çok hakikatin rengini degistiren, tutarsizligini perdeleme çabasi içinde bir dizi te’villere yol açan, hatta bazi hakikatlerin inkârina kadar varan bir tehlikeli dengesizlik halidir bu.

Bu dengesizligin ne raddeye varabildigine dair, iki manidar örnek vardir. Bir tarafta Haricîler, dengeyi celâl lehine bozmus ifrat ehli olarak, Hz. Ali gibi essiz bir sahabiyi bile katledecek ve varolduklari sürece kiliçlarini hep mü’minlere yöneltecek kadar sapabilmis; öte yandan, dengesiz-ligin tefrit tarafinda, putperestlerin bile aslinda put haline getirilmis tasa degil, o tasi yaratan Allah’a tapiyor olduklari gibi bâtinî yorumlar serdedilmistir.

Bugün, ehl-i dinin haline nazar ettigimizde, belki bu raddeye vardirilmis bir asirilikla karsilasmiyoruz. Ama, dengenin iki yönden de yitirildigini; ve iki uçtan her birinin digerini besliyor oldugunu izlemenin de mümkün oldugunu saniyoruz. Gerçekten, bugün kimi ehl-i dini, hatta birçok ehl-i dini tekfire cür’et eden dengesiz bir celâl halini de; Allah düsmanlarina, küfre ve küfrün sembolü olmus kisilere dahi kucak açan dengesiz bir cemal halini de maalesef zaman zaman gözlemliyoruz.

Öte yandan, kimi zümrelerde, gerek celâlin, gerek cemalin adres degistirdigini görmemiz mümkün. Nedense ehl-i dine karsi olabildigine sert, ehl-i dünyaya karsi olabildigine yumusak tavir alislar da sergilenebiliyor.

Meleklerden ders almak

Bu durumu yorumlama bâbinda, ‘melekler’e bile haksizlik ediliyor olmasi, isin baska bir yönüdür. Gayriimanîligi temsil eden hallere ve kisilere karsi takinilan yumusak tavir kimilerince ‘melek gibi olmak’ seklinde görülerek takdir edilirken; bu tavri onaylamayan bazi ehl-i dinin ‘sagci melekî sapma’lardan söz ettikleri görülmektedir.

Oysa, Allah’a tam abd olan melekler de bir celâl-cemal dengesi sergilemektedirler. Mülk (67:5) âyeti, Said Nursî’nin bir tefsir saheseri hükmündeki ‘Onuncu Risale’de sergiledigi gibi, bunun açik bir ifadesidir. Bu âyet, Allah’in gögü semavî kandillerle, en zahir anlamiyla düsünürsek yildizlarla süsleyisine dikkat çeker. Bu cemal taliminin ardindan ise, bir ‘celâl’ talimi gelir. Zira, gögü süsleyen bu kandiller, ayni zamanda seytanlari semavattan tard eden semavî manciniklar olarak anlatilir. Rabbimizin celâl, cemal, azamet ve kibriyasini gören gözlere açikça gösteren yildizli gökyüzünün, verdigi bu azamet ve kibriya dersiyle sirk ve esbabperestlik yüklü seytanî desiseleri silip yok ettigini de ihsas eden bu âyet, meleklere bakan boyutuyla, sunu göstermektedir: Emr-i ilahî karsisinda tam bir itaat ve teslimiyet gösteren ‘cemal’ timsali melekler, ayni zamanda seytanlar karsisinda yildizlari semavî manciniklar olarak kullanan ve seytanlari recmeden birer celâl ehlidirler de. Rablerinin emrine karsi itaatkâr, ama seytanî vehim ve desise-ler karsisinda keskin ve pervasizdirlar. Bedir gibi gazvelerde ashâb-i kirama yardim etmek üzere küffar ile muharebe etmek için semadan melekler indigini bildiren âyetler de, bunu teyid etmektedir. Melek gibi olmak, ne küfre ve nifaka hosgörülü olma anlamina gelir, ne de bir ‘sapma’ olarak görülebilir. Bilakis, Said Nursî’nin Mülk (67:5) âyetinin tefsiri bâbinda vurguladigi gibi, Kur’ân, ‘semada yapilan bu recm [ile], sema gibi en vâsi dairelerde bile vukua gelen mübareze hadisesini insanlara göstermekle insanlarin mutîlerini asilerle mübarezeye tesvik ile alistirmakt[ad]ir.”5

‘Yükselen deger’ler: Hosgörü ve uzlasma

Buraya kadar arzettiklerimiz, bugün gerek ‘radikalizm’ diye ifade edilen kimi hareketlerin, gerek ‘hosgörü’ ve ‘uzlasma’yi öne çikaran hareketlerin tavir alisinin temelinde, itikadî düzlemdeki bazi kaymalarin mevcut bulundugunu sanirim yete-rince açik bir sekilde göstermektedir. Bugünün horgörü ile hosgörü arasinda bir denge yerine, adreslerin karistigi bir dengesizlik ve/veya ölçüsüzlük sergileyen müslümanlari, bu halleriyle, esasen birçok noktada varolan zaafi belgelemektedir. Rabbimizi hem celâlî, hem de cemalî isimleriyle tanimada yasanan aksama, bu zaaflarin en önde gelenidir. Bizi ‘Allah’in ahlâkiyla ahlâklanma’dan alikoyan budur. Ayni sekilde, Kur’ân’in ortaya koydugu reca-havf, müjde-uyari, cennet-cehennem, tagutlari red-Allah’a iman, seytanlari recm-Allah’a ibadet, küfre karsi sedit-imanî olana karsi yumusak olma.. gibi bir dizi dengeli tutumdaki zaaf, yani ‘Kur’ân ahlâki’ üzere yasamadaki zaaf da bununla dogrudan ilgilidir. Ve tüm bunlar, elbette ‘Resul’e ittiba’ ve onu ‘usve-i hasene/güzel bir örnek’ edinme noktasindaki zaafla da kendini göstermektedir.

Konunun bu açidan tahlili, tüm bu noktalardaki zaaflarin eseri olan çift-yönlü dengesizlikten çikis yolunu bulmanin zorunlu bir sartidir. Bu, ifrat ve tefritleri törpüleyip bizi ‘hadd-i vasat’a getirecek; karismis adresleri düzeltecek; hosgörünün gerektigi yerde hosgörüyü, horgörünün gerektigi yerde horgörüyü temin edecektir.

Konunun ‘radikalizm’ diye ifade edilen, ama aslinda kelimenin etimolojik anlamiyla içerdigi ‘köklü’lükten ziyade bir köksüz- lügün tezahürü olan akimlara bakan yönünü ayri bir çalismaya birakarak, bugün ‘hosgörü,’ ‘baris içinde birarada yasama,’ ‘ayni gemide olma’ gibi kavramlarla temsil edilen yaklasimlari bu çerçevede inceledigimizde, bariz hatalar göze çarpmaktadir.

Bu hatalarin en önemlisi, gelistirilen tüm model, yaklasim ve tavirlarin ‘eksen’indedir. Gelistirilen modeller, belli bir cografyayi, mevcut bir devleti, halihazir bir toplum yapisini veri almaktadir. Belirli bir kara parçasi, belirli bir devlet yapisi veya belirli bir irk temelinde bir ‘hosgörü’ veya ‘birarada yasama’ modeli olusturulmaktadir. Bu bakimdan, gelistirilen mo-deller, en iyimser ifadeyle, ‘pragmatist’tir. Itikadî bir düzlemde; imanî ölçüler eksen alinarak olusturulmus degildir.

Mü’min elbette hayal âleminde yasamaz. Varolan dünyaya göz yumup bir ’ütopya’yi da mesken edinmez. Ama yasadigi ortami, ‘pragmatik’ bir gözle degil, ‘imanî bir nazar’la degerlendirir ve tavrini bu çizgide belirler. Bu bakimdan, iman ile küfür arasindaki ayrimi, dolayisiyla mü’min ile inançsiz arasindaki gerilimi bertaraf etme anlaminda bir ‘hosgörü’ ve ‘uzlasma’ onun için imkânsizdir. Zira Kur’ân, iman ile küfür arasinda keskin bir ayrim çizmekte; ayrica, cografya, irk ya da devlet birliginin bu ayrimi yumusatmasina izin vermemektedir. ‘Mü’minlere karsi çok merhametli olmak’ Kur’ân’in sena ettigi bir hal oldugu gibi, ‘küffâra karsi çok sedit’ olmak da Kur’ân’in sena ettigi bir haldir.6 Islâm’in esaslarini ‘alay ve oyuncak konusu yapanlari dost edinmek’ kesinlikle yasaklanmis ve bizatihî iman edenler, böyle bir tavir konusunda ‘Allah’in azabi ile’ uyarilmislardir.7 Rabbimiz, Kur’ân’da “Ey iman edenler! Hem Bana, hem size düsman olanlara sevgi ile atilarak onlari dost edinmeyin...” de buyurmaktadir.8

Yine Kur’ân, ‘Ibrahim ve onunla beraber olanlar’da, bizim için ‘uyulacak güzel bir örnek’ oldugunu bildirir. Bu örnek, onlarin, kendi kavimlerine “Biz, sizden ve Allah disinda taptiklarinizdan uzagiz” demeleri; onlarin imana uymayan hal, tavir, yasayis, tefekkür ve yapilanmalari ile aralarinda bir mesafe tutmalari; ve aradaki bu mesafenin onlar da imanî ölçüleri taniyincaya kadar bâki kalacagini beyan etmeleridir.9 Baska bir âyette ise, ‘severek küfrü imana tercih ederler’ ise, ‘babalarini ve kardeslerini dostlar edinen’ler, ‘zalimlerin ta kendisi’ olarak ilan edilmektedir.10

Tüm bu âyetler, eksenini cografya ya da irkin degil, imanin teskil ettigi bir ‘birarada yasama’ ve ‘hosgörü’ yaklasimi öngörmektedir. Oysa, bugün cografya, irk ya da ‘Nuh’un gemisi’ne benzetilen ‘devlet gemisi’ ekseninde bir ‘hosgörü’ ve ‘birarada yasama’ modeli olusturan kimi ehl-i dinin, en basta ayni cografyada ve ayni ‘gemi’de yasadigi iman kardesi ile ‘çok merhametli’ bir hosgörü örnegi sergileyemedigi görülmektedir. Islâm’a bakisindaki olumsuzlugu açikça ifade eden kimi isimlere ‘hosgörü’ ile açilan kapilar, her gün bes kez ayni kibleye yönelip ayni Allah’a ibadet eden ‘mesleken muhalif’ iman kardeslerine kapalidir. Belki imanî hassasiyetten gelen bir elestiri, bazi isimlerin üstünün çizilmesine; belli yayin organlarinda reklam metinleri içerisinde dahi isminin yer almamasina sebep olabilmektedir.

Adresteki yanlislik

Açikçasi, belli bir gruba has olmayip, genel olarak ehl-i dini kusatan ciddi bir hastalik sözkonusudur: Islâmî bir kimlik tasimayan, hatta bir kismi dini reddeden kesimlere karsi gösterilen ‘hosgörü’yü mü’min kardesinden esirgeme. Inançsizlar ile dahi ‘birarada yasama’nin yolunu ararken, mü’min kardesleriyle geçinememe.

Bu vâkia, zannimizca, sözkonusu mo-dellerin içerdigi ‘pragmatik’ yönle dogrudan ilintilidir. Zira, hosgörülen kisi veya zümre, asla ‘rakip’ olmayacak ‘baska bir alan’in mensubudur. Oysa mü’min kardesi, ‘ayni alan’ içindeki rakip bir olusumun mensubudur. Böyle bir psikolojik boyutu da bulunduguna inandigimiz bu hal, bugün meslek noktasindaki rekabet ve ihtilafin iman noktasindaki beraberligin önüne geçtigini de ihsas etmektedir. Halbuki, ehl-i imanin, meslekleri açisindan ihtilaf halinde ve hizmet noktasinda yarisiyor olmakla birlikte, birarada yasamayi ögrenmeleri hem Kur’ânî bir emir, hem yasanan hayatin da-yattigi bir zorunluluktur.

Kur’ân, iman-temelli bir ‘hosgörü’yü öngörür. Öncelikle mü’minlerin kendi aralarinda bunu tesis etmesini ister. Inananlar ancak kardestirler. Beraberce Allah’in ipine sarilma ve asla tefrikaya düsmeme yükümlülügü altindadirlar. Ve, onlarin farkli meslek ve mesreplere sahip olmasi, bir açidan ‘isbölümü’ hükmündedir; bir diger açidan ise, birbiri için ‘denge unsuru’ olmaktadir.11

Zira, her ne kadar insan bütün isimlere mazhar olabilecek sekilde yaratilmis ise de, yönelim, egilim ve istidat farklari ‘tenevvü-ü esmâ’ya yol açmaktadir. Bazi kisilerde hikmet agir basmakta; bir digerinde sevgi öne çikmakta; kiminde celâl, kiminde cemal vurgusu görülmektedir. Nebîlerin ayri ayri seriatlari, velîlerin baska baska tarikatlari, bu hususla ilgilidir. Meselâ ehl-i askta Vedûd ismi, tefekkür ehlinde ise Hakîm ismi daha ziyade hâkimdir. Dolayisiyla, her bir grup belki tek basina tüm ilahî isimlere tam bir mazhariyet örnegi sergileyememektedir; ama her birinin mazhariyeti bir potada eritildiginde bundan söz etmek mümkün hale gelecektir.

Konuya bu açidan bakildiginda, kendisinde celâlin öne çiktigi mü’minlerin de, cemalin öne çiktigi mü’minlerin de birbirlerini bir ‘rakip’ olarak degil, bir ‘kazanç’ olarak görmesi pekâlâ mümkündür. Çünkü, biri digerini dengelemektedir. Ola ki, eger cemal vurgusunda bulunmayan mü’minler olmasa, celâl tavri öne çikan mü’minler bunu ifrat düzeyine vardiracaklardir. Keza, eger celâl vurgusunda bulunmayan mü’minler olmasa, ola ki, cemal tavri öne çikan mü’minler bunda ifrat edeceklerdir. Geçmiste Haricîlerin ve kimi bâtinîlerin sergiledigi hal, bu ‘ifrat’in varacagi boyutlarin habercisidir.

Açikçasi, birbirini ‘hosgörmek’ ve ‘baris içinde birarada yasamak’ sartiyla, farkli, hatta zit egilimlere sahip mü’minlerin ve Islâmî yapilanmalarin varligi bir sihhat alametidir. Böylece, kendi donanimi ve yönelimi itibariyla yalnizca bir ismin adesesiyle esyaya ve olaylara bakmakla kalacak bir mü’min, sair isimlerin adesesiyle de bakma imkâni bulmaktadir. Ihlas Risalesi’ndeki “Hakikî, samimi bir ittifakta her bir ferd, sair kardeslerin göziyle de ba-kabilir ve kulaklariyle de isitebilir. Güyâ on hakiki müttehid adamin her biri yirmi gözle bakiyor, on akilla düsünüyor, yirmi kulakla isitiyor, yirmi elle çalisiyor bir tarzda manevî kiymeti ve kuvvetleri vardir” tesbitini, bu çerçevede degerlendirmek pekâlâ olasidir. “Ümmetimin ihtilafi rahmettir” hadisi de, böyle ‘tamamlayici’ ve ‘dengeleyici’ bir ihtilafa bakiyor olsa gerektir.

Bu ‘denge’nin tesisi ise, bir kez daha belirtelim, ehl-i dinin kendi fikrine muhalif din kardesini—fikriyatini elestirse bile—hosgörebilmesi ile; ehl-i imanin birarada yasamayi ögrenmesi ile mümkündür. Ehl-i dini hosgörmeyi ve birarada yasamayi ögrenmeden sergiledigimiz tüm ‘hosgörü’ tablolari, gerçekligi olmayan temelsiz fantazilerden öte birsey degildir.

Kur’ân’in, hosgörüyü cografî ve irkî degil, imanî bir temele dayandirdiginin bir baska delili, ‘ehl-i kitab’a karsi takindigi tavirdir. Bu ifade onlari diger gayrimüslimlerden ayirmakta; onlarin—artik muharref de olsa—bir semavî kitabi, peygamberi, Allah’i ve âhireti kabul etme gibi özelliklerini gözardi etmemektedir. Bir müslüman erkek inançsiz bir kadinla asla evlenemez, ama ehl-i kitab olan bir kadinla evlenebilir. Hiçbir müteal otorite tanimayanlarin ‘dârü’l-Islâm’da yasamalari fikhin ölçüle-rine bakilirsa mümkün görünmemektedir; ama kitab ehli olanlara zimmî olarak yasama ve aralarinda kendi hukuklarini tatbik etme hakki taninmistir. Sahabilerin, Bizans ile Sâsânîler arasindaki savasta atesperest Sâsânîlere karsi Bizans’in galibiyetini arzulamalari, iman-eksenli yaklasimin genis dairedeki bir yansimasidir.

Risale-i Nur müellifinin su sözlerinde, bu tavrin bugüne bakan bir uzantisini görmek mümkündür:

“Hadis-i sahîhle, ahir zamanda Isevîlerin hakiki dindarlari ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müsterek düsmanlari olan zindikaya karsi dayanacaklari gibi, su zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, degil yalniz dindasi, meslekdasi, kardesi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hiristiyanlarin hakiki dindar ruhanîleri ile dahi, medar-i ihtilaf noktalari muvakkaten medar-i münakasa ve niza etmiyerek müsterek düsmanlari olan mütecaviz dinsizlere karsi ittifaka muhtaçtirlar...” ( bkz. Ihlas Risalesi)

Ama, küfür ve nifak ehline karsi hosgörü göstermenin izah edilir bir tarafi yoktur. Kâfirlerin, müslümanlara ve ehl-i Kur’ân’a düsman olmalari küfrün bir geregidir. Çünkü, küfür imana zittir. Hem, Kur’ân, kâfirleri idam-i ebedî ile mahkum etmis; onlarin su dünyada her bir mevcudun Rabbinin varligina ve birligine ettigi sehadeti inkâr edip O’nu tanimadan yasamakla isledigi hadsiz cinayete karsilik ebedî bir azabi tadacaklarini bildirmistir. Dolayisiyla, onlarin müslümanlar ile ülfet ve muhabbetleri mümkün degildir. O halde, onlara gösterilen muhabbet bosa gitmektedir. Onlarin muhabbetiyle karsilasilamaz. Onlardan meded beklenilemez.12

Kur’ân’in, ehl-i imani ehl-i küfre karsi uyaran âyetlerini iste bu noktayi da gözönüne alarak degerlendirmek gerekir. Küfür, mahiyeti itibariyla imana zittir; ve dolayisiyla küfür ehli, tanim geregi, mü’mine düsmandir.13 O halde, mü’minin itikadî çizgisini muhafaza ettigi bir ‘uzlasma’ya razi olmaz; imandan taviz ister:

“Adimiza baska seyler uydurman için, neredeyse seni, sana vahyettigimiz hakikatlerden caydiracaklardi. Iste o zaman seni dost edineceklerdi. Andolsun! Eger sana kuvvet ve sebat vermis olmasaydik, onlara bir miktar meyletmeye yanasacaktin. Iste böyle bir durumda, hayatta da, ölümde de iki kat azap sana tattirirdik, sonra sen Biz’e karsi hiçbir yardimci bulamazdin.”14

Bu âyetler, Peygamberi (a.s.m.) bile ehl-i küfre karsi yumusama ihtimaline binaen uyarir. Bir sonraki âyet, Allah’in verdigi kuvvet ve sebat ile onlara ‘bir miktar’ olsun yanasmamasi karsisinda ise, ehl-i küfrün iç dünyasini nasil bir adavet halinin doldurdugunu ifsa eder:

“Nerede ise, seni taciz ederek, yeryüzünden söküp atacaklardi.”15

O yüzden, ‘âlemlere rahmet olarak gönderildigi’ beyan buyurulan; ve mü’minlere karsi sefkat ve merhametli dolu oldugu, üzerlerine titredigi, onlara gelen sikintinin ona agir geldigi övgü ile anlatilan Peygamber (a.s.m.), su emrin de muhatabidir:

“Ey Peygamber! Kafirlere ve münafiklara karsi cihad et, onlara sert davran.”16

Sunu belirtelim: Bu celâl tavri, zimninda bir ‘cemal ve rahmet’i barindirir. Çünkü, iman ile küfrün arasinin böylesine net biçimde ayrilmasidir ki, Asr-i Saadette, imanin ve sidkin bütün güzelligiyle, küfrün ve yalanin bütün çirkinligiyle görülmesine zemin hazirlamistir. Insan, Kâfirûn sûresi ile hemen ardindaki Nasr sûresini beraberce tefekkür ettiginde, bunu kolaylikla görecektir. Kâfirûn sûresi, bastan sona keskin ayrimlar içermekte ve “Sizin dininiz size, benimki bana” mealindeki âyetle son bulmaktadir. Bugünün ‘hosgörü’ ve ‘uzlasma’ yaklasimlarinin gözlügüyle bakinca, insana ‘ters’ gelen bir haldir bu. Bu kadar keskin bir ayrimla kime yanasilir, kime ne anlatilir? Oysa, daha sonralari nazil olan bir sonraki sûre, bu keskin ayrimla belki ‘karsi tarafa’ düsen; ama böylece imanin ve ubudiyetin güzelligini, küfrün ve inkârin çirkinligini görme imkâni bulan insanlarin ‘bölük bölük, küme küme Allah’in dinine gelisi’ne dikkat çekmektedir.

Bu yüzden, su asirda Peygamberin yo-lunda yasamis, Kur’ân ve sünneti tereddütsüz rehber edinmis olan Said Nursî’nin, zâhiren çok ‘ters’ gelen su iki sözü, gerçekte tam bir uyum ihtiva etmektedir: Bir yanda, “Biz muhabbet fedaileriyiz. Husumete vaktimiz yoktur” ve diger tarafta, “Zalimler için yasasin cehennem!”

Gariptir ki, celâl-cemal dengesini, bir yanin agir basmasi sûretinde yitirmis iki ayri egilim, Said Nursî’yi de bu iki sözden biriyle almaktadir—tipki, Resul-i Ekrem (a.s.m.) basta olmak üzere Asr-i Saadetten alinan örneklerde oldugu gibi. “Biz muhabbet fedaileriyiz” diyen kimi insanlar “Zalimler için yasasin cehennem” celâlinden mahrum; “Zalimler için yasasin cehennem”i sloganlastiran kimileri ise, “Biz muhabbet fedaileriyiz” hakikatinden.

Oysa, sefkatini Ikinci Dünya Savasinin dehseti ve kisin sogugu hengâmesinde Avrupa’da ve Rusya’da ölen çoluk-çocugun ve savasa istemeyerek maruz kalmis sivillerin âkibetini düsünecek kadar genis tutan; sonbaharda solan çiçekler ve dökülen yapraklar için dahi gözyasi döken Said Nursî, ‘seâir’ hükmüne geçmis ‘sarik’ gibi bir sünnet için ölümü göze alan kisidir de. Ve, ‘ecnebî âdetleri’ ile ‘seâir-i Islâmiye’ arasinda, bazi seâirden vazgeçme sartina dayali bir ‘uzlasma’ isteyenlere kesin bir tavir koymaktadir. Bu zümrelere yanasan ‘ehl-i bid’a’ ise, iman ile küfür arasindaki mahiyet farkini netlikle çizen bu insanin su uyarisina muhatap olacaktir:

“Ey uykuda iken kendilerini ayik zannedenler! Umur-u diniyede müsamaha veya tesebbühle medenîlere yanasmayin. Çünki, aramizdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-i muvâsalayi temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalâlete düser bogulursunuz.”17

Sonuç yerine: yeniden denge halini bulma zarureti

Bu bakimdan, ehl-i dinin, ‘hosgörü,’ ‘uzlasma’ ve ‘bir arada yasama’ gibi kalbe ve kulaga hos gelen kavramlarin içini Kur’ânî bir çerçeveyle doldurmasi, kaçinilmaz bir zorunluluktur. Hosgörü olmalidir; ama Rabbimizin istedigi sartlarda. Birarada yasanmalidir; ama Rabbimizin birarada yasamamiza izin verdikleriyle. Uzlasma olmalidir; ama iman esaslari temelinde.

Yoksa, itikadî bir düzleme oturmayan pragmatist yaklasimlarin gelip dayanacagi nokta, Hz. Ömer’in dikkat çektigi ‘inandigi gibi yasayamayinca, yasadigi gibi inanma’ noktasidir. Bugün ehl-i dünyanin hayat tarziyla olabildigine barisik hale gelen; basörtüsü ve namaz gibi belli kistaslar hariç, milliyetçilikten tüketim köleligine, devletçilikten kalkinmaciliga.. her alanda ehl-i dünya ile benzesen ehl-i dinin, bu haliyle imanin güzelligini göstermesi mümkün degildir.

Bu kabul edilmedigi sürece, ölçüsüz ve dengesiz bir hosgörü yaklasimiyla, iki-yönlü bir yanlisa kapi açilmasi muhtemeldir. Sözkonusu tavir, bir yanda ‘ölçüsüz bir celâl’ sergileyen radikal egi-limlere bir mesruiyet zemini hazirlamakta; diger taraftan ehl-i dünyanin ‘gerçek Islâm’a gelisini engellemektedir. Belki daha da önemlisi, bu egilim içerisinde, ‘dönüstürme’ adina bu modelleri gelistiren kesimlerin ‘dönüsüme’ ugramasidir!

Bir semavî asldan nes’et etmekle birlikte Musevîligin Yahudilige, Isevîligin Hiristiyanliga inkilâbindan, mü’minlerin alacagi manidar dersler vardir. Musevîleri Yahudilere dönüstüren, cemal boyutu sifirlanmis dengesiz bir celâl ile, Hz. Musa’ya inen Nâmûs’un dünyevî bir ceza kanununa dönüstürülmesidir. Is o raddeye gelmistir ki, bu ‘ruhsuz seriat’a dayanarak, Hz. Yahya gibi bir peygamber sehid edilmis, Hz. Isa’nin da katline yeltenilmistir. Isevîligi muharref Hiristiyanliga döndüren ise, celâl boyutu sifirlanmis, dolayisiyla ‘dünyevî-ruhanî’ ayrimiyla dünyevî Roma ile iktidari ‘kirisacak’ dengesiz bir ‘cemal’ ve ‘sevgi’ anlayisidir.

Buna mukabil, Kur’ân’in aydinliginda, Resul-i Ekrem’in sünnetinde ve sahabiler basta olmak üzere selef-i sâlihînin çizgisinde, bu ifrat ve tefritten uzak bir istikamet çizgisi okunmaktadir.

Zira, kâinat kitabinin da bildirip gösterdigi gibi, Rabbimiz, hem celâl ve azamet, hem de cemâl ve rahmet sahibi bir Rab’dir. Celîl-i Zülcemal ve Cemîl-i Zülcelâl’dir. Ve kullarindan, emrine mutî melekler gibi, hem celâline, hem de cemaline ayna oldugu bir ‘kemâl–i ubudiyet’ sergilemelerini istemektedir.18


Metin Karabasoglu



Dipnotlar
1. ‘Ondokuzuncu Mektup’ta Said Nursî’nin serdettigi su hükmün de bu çerçevede yorumlanmasi gerektigini düsünüyorum: “Kur’ân, ism-i A’zama mazhar olan Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâmin pek büyük ve pek parlak derece-i îmanini ifade ediyor.”
2. bkz. A’raf, 7:180.
3. Risale-i Nur’da, esmâ-i hüsnâyi kavrayis açisindan önemi vurgulanan ‘celâl-cemal’ denk-lemine paralel bir denklem de, vahidiyet-ehadiyet denklemidir. Hatta, Mesnevî-i Nûriye’de bu ikisi beraberce çalisilir: “Ve keza, celâl, vahidiyetin tecellisinden; cemal dahi ehadiyetin tecellisinden zâhir olur. Bazan da, cemal celâlden tecelli eder. Evet cemalin gözünde celâl ne kadar cemîldir, celâlin gözünde dahi cemal o kadar celîldir” (bkz. s. 192). Üç sayfa ileride de ‘cemal ile ehadiyet, celâl ile vahidiyet’ denkliginden söz edilmektedir.

Yine Risale-i Nur’da siklikla çalisilan rububiyet-uluhiyet denk-lemini bu çerçevede mütalaa etmek; bir yanda cemal-ehadiyet-rububiyet, diger yanda celâl-vahidiyet-uluhiyet denkligini görmek mümkündür. Elbette, sonuçta ‘lehul esmâul husnâ’ya gelmek üzere...
4. Bu konunun kapsamli bir tahlili için, bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Isârâtü’l-I’caz, s. 70.
5. Mesnevî-i Nûriye’deki ‘Onuncu Risale’nin ilk sayfalari bu hususa tahsis edilmistir. ‘Onbesinci Söz’ de ayni âyeti tefsir etmekte; ve yine ‘kânun-u mübareze’ye isaretle, bizi ‘melekler’i imtisale çagirmaktadir: “Gözünü aç, kafa fenerini birak, gündüz gibi îcaz isigi içinde su âyetin mânâsini gör. O âyetin semasindan bir hakikat yildizi al; senin basindaki seytana at, kendi seytanini recmet. Biz dahi etmeliyiz...”
6. Bkz. Fetih, 48:29. Ayrica bkz. Maide, 5:54: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah kâfirlere karsi sert, mü’minlere karsi yumusak, Allah’i seven, Allah’in da onlari sevdigi bir toplumu getirecektir.”
7. Bkz. Maide, 5:57.
8. Bkz. Mümtehine, 60:1. Ayni sûrenin 9. âyeti bu hususa dikkat çekmektedir: “Allah ancak sizinle din konusunda savasanlari, sizi yurtlarinizdan çikaranlari ve çikarilmasiniza yardim edenleri dost edinmenizi yasaklar. Artik kim onlari dost edinirse, iste onlar zalimlerin ta kendileridir.”
9. Bkz. Mümtehine, 60:4.
10. Bkz. Tevbe, 9:23.
11. Ihlas ve Uhuvvet Risaleleri, bu noktada ‘hosgörü’nün asil adresine dair açik hükümler içerir. Bir örnek olarak, birinci Ihlas Risalesi’nin ‘dokuz düsturu’na bakilabilir. Ayrica, Uhuvvet Risalesi’ndeki su tahlil de, mü’minler arasindaki hosgörünün teminine iliskin ‘pratik’ bir örnek hükmündedir: “...Halbuki mü’min kardesinden sana gelen bir fenaligi, bütün bütün ona verip, onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ, kaderin onda bir hissesi var. Onu çikarip o kader ve kaza hissesine karsi riza ile mukabele etmek gerektir.

Sâniyen, nefis ve seytanin hissesini de ayirip, o adama adavet degil, belki nefsine maglûb oldugundan acimak ve nedamet edecegini beklemek.

Sâlisen, sen kendi nefsinde görmedigin veya görmek istemedigin kusurunu gör; bir hisse de ona ver.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karsi en selametli ve en çabuk hasmini maglub edecek afv ve safh ile ve uluvvucenablikla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.”
12. Bkz. Mesnevî-i Nûriye, s. 81.
13. ‘Kur’ân’da ada-vet’i çalisan sevgili bir dostumuzun tesbit ettigi çok manidar ölçülerin yakin bir zamanda bir makale halinde nesrini arzulamaktayim.
14. Bkz. Isra, 17:73-5.
15. Bkz. Isra, 17:76.
16. Bkz. Tahrîm, 66:9.
17. Bkz. Mesnevî-i Nûriye, s. 115
18. Ehl-i din arasindaki ‘hosgörü’nün yine ‘esmâ-i hüsnâ’ ek-seninde kapsamli bir analizi için, Karakalem dergisinin 5. sayisindaki ‘Bütün Renkler Güzeldir’ baslikli yazimiza bakilabilir. Ayrica, Kur’ân Okumalari baslikli kitabimizin (Karakalem Yay., Ist. 1996), bazi bölümlerinde de bu konular çalisilmistir. Özellikle bkz. ‘Nuh’un Gemisine Binmek,’ (s. 8l-85); ‘Dengeli Olabilmek,’ (s. 120-123); ‘Yitirilmis Bir Özgürlük,’ (s. 142-146).




Konu Başlığı: Ynt: Hosgörünün adresi
Gönderen: Ceren üzerinde 01 Nisan 2017, 21:12:45
Esselamu aleykum.Rabbim bizlere merhamet rahmet ve hosgoru nasip etsin.Guzel ahlak ile hosgoru icinde onun yarattigi kullarla dostluk kuran kullardan olalim...


Konu Başlığı: Ynt: Hosgörünün adresi
Gönderen: Selma yrc 9 üzerinde 01 Nisan 2017, 21:13:56
Allah razı olsun insan herr zmn hoş görülü olmalıdr