Konu Başlığı: Hal ve Kâl Gönderen: Ekvan üzerinde 03 Haziran 2012, 11:27:47 Hal ve Kâl
166. Bazen keramet, istikameti kemale ermeyene de verilebilir. Açıklama: Keramet hissî ve manevî olmak üzere iki kısımdır: Hissî keramet; havada uçmak, suda yürümek gibi Adete muhalif zahirî ikramlardır. Manevî keramet ise, kulun zahiren ve bâtınen istikamet üzere olması, nefsin ıslahı, perdelerin açılması, yakin ve huzura ulaşmasıdır. Hakikat ehli indinde asıl keramet işte budur. Onlar hissî kerameti talep etmedikleri gibi ona önem vermezler. Çünkü hissî keramet bazen istikameti noksan olanlara da verilebilir. Hatta hiç istikameti olmayanlara bile verilebilir. O zaman buna istidrac denilir. Sihirbazlar, kâhinler, ruhbanlar ve benzerlerinde görülen âdete muhalif olağanüstü haller bu kabildendir.64 Yani kul, kendinde veya başkasında zahirî bir keramet gördüğünde bu onun kemale erdiğini göstermez. Belki de istidraç’tır. Kemale ermesinin alâmeti; bâtınî (manevi) keramettir ki o da istikamet üzere olmak ve Hakk’ı tanımaktır. 167. Hakk’ın seni bir makamda tutmasının alâmeti; o hali sana sonuçlarıyla beraber devam ettirmesidir. Açıklama: Sonuçlardan murat o halin gereğini yapmaktır. Mesela Allah (c.c) bir kulu ilim makamına dikmişse kul ihlâs ile o ilmi yaymalı, kullara faydalı olmalı, dünyaya rağbet etmemeli, insanlar arasında mütevazi olmalı ve talebelerin cefasına sabretmelidir. Birine zenginlik vermişse zekâtını vermeli, aç ve yoksula yardım etmelidir. Allah’ın kulu bir makama dikmesinin alâmeti; kulun, bulunduğu makama göre hareket etmesi ve o makamın hakkını vermesidir. Semeresi görülmeyen makam, makam değildir. Kul önce öğrenir, sonra amel eder, sonra hal sahibi olur ve hal kökleşince makam hâsıl olur. Bir halin makam olabilmesi için neticelerin devamlılığı uerekir. Marifet makamı son makamdır. Marifet makamı tamamen hâsıl olunca artık diğer makamlar sona erer. 168. Kendi iyiliğini anlatanı, bir hata susturuverir. Allah’ın ihsanlarını anlatanı ise hiçbir günah susturamaz. Açıklama: Vaizler iki kısımdır. Hicap ehli olanlar ve fütuhat ehli olanlar. Birinci kısım nefis ehli olduğu için kendi güzelliklerini anlatırlar. “Şöyle yaptık, böyle gördük” derler. Fakat bir nünaha düştüklerinde artık utanıp, konuşamaz olurlar (Tabii şu zamanda utanmadan konuşanlar da olabilir). Arifler ise, nefislerini değil Hakk’ın yüceliğini anlatırlar. Hakk’ın şühûdunda kayboldukları için onları Hakk’ı anlatmaktan hiçbir şey alıkoyamaz. 169. Hikmet ehlinin nurlan sözlerinden önde gider. Nur nereyi aydınlatırsa söz oraya ulaşır. Açıklama: Arifler, Mevlâ’nın bahşettiği bir söz söyleyecekleri zaman daha konuşmadan evvel onların şühüd nurları dinleyenin kalbine ulaşır ve o kişinin doğruluğu derecesinde kalbini aydınlatır. Bazıları vardır ki nur daha kalbin karartısında kaybolur. Bazılarının kalbinin zahirinde durur. Bazılarının ise kalbinin derinliklerini aydınlatır. Kalpten çıkan söz kalbe ulaşır. Dilden çıkan söz ise sadece kulağa ulaşır. Ariflerin sözleriyle zahirî âlimlerin sözleri arasındaki fark, çıkış noktalarıdır. 170. Her söz, çıkmış olduğu kalbin kisvesiyle zuhur eder. Açıklama: Söz, konuşanın vasfıdır. Konuşanın kalbinde nur varsa, işiten manevî olarak istifade eder, uyanır. Konuşanın kalbi bulanık ise, işitenlerin kulağını tırmalar. Hz. Ali (r.a), “Kim bize bir şey konuşsa, onu anında tanırız. Konuşmayanı ise o gün tanırız” demiştir. Halin etkisi kalin (sözün) etkisinden fazladır. Hal ve kal birleşirse ortaya bir bahr-i umman, bir derya çıkar. 171. Konuşmasına izin verilenin sözü halkın kulağına hoş görünür ve işareti anlaşılır. Açıklama: İzin ancak terbiye ehli kâmil bir mürşid tarafından verilebilir. Mürşid bir talebesini konuşmaya, Allah’a teşvik etmeye ve kulları uyarmaya ehil görmüş ve ona izin vermişse artık onun ağzından hikmetler saçılır, sözü kalplere etki eder ve halkın kulağına hoş gelir. Kelâmın hak olduğu anlaşılır. Kadı Ahmed b. Süreye, Şeyh Ebü’l-Kasım Cüneyd’in (k.s) sohbetlerine devam ederdi. Şeyh hazretleri’nin sözleri hakkında görüşü sorulduğunda, “Sözlerinden bir şey anlamıyorum fakat kelâmın gelişi bâtıl bir kelâm gelişi değildir” derdi. Hakikat ehli indinde edebiyatın bir önemi yoktur. Onlar söz ve kalıplara değil, hal ve kalplere itibar ederler. Kul öldüğünde dilbilgisinden değil, günahlardan sorulacaktır, önemli olan sözün fesahati değil, fiilin doğruluğudur. Nice fesahati bozuk olan vardır ki fasihlerden daha faziletlidir. Şayet üstünlük sözün fesahatinde olsaydı, Harun (a.s) Musa’dan (a.s) daha fazıl olurdu. Takvası olmayanın sözü ne kadar güzel olursa olsun hayır yoktur. Takva olduktan sonra ise söz olmasa da zararı yoktur. Hem takva, hem fesahat birleşirse işte kemalât oradadır. Artık o kişi ölse bile insanlar onun sözünden istifade ederler. İmam Gazâlî, Abdülkadir-i Geylâni, İmam-ı Rabbânî ve bu hikmetleri yazan Atâullah İskenderî gibi… (Allah hepsinden razı olsun) 172. Açıklanılmasına izin verilmemiş hakikatler, nurları kapalı olarak ortaya çıkarlar. Açıklama: Bazen gayet fasih ve beliğ bir şekilde hakikatlerden bahsedildiği halde bu hakikatlerin nuru görülmez ve o kelâmdan bir tat alınmaz. Bunun sebebi, o kişinin bu hakikatleri söylemesine izin verilmemiş olmasıdır. Şayet konuşmasına izin verilmiş olsaydı nurun kisvesi zahir olurdu. Bazen iki ayrı kişi aynı hakikatten bahsettiği halde birininki kabul görür, diğeri ise reddedilir, rahatsız eder. İşte fark, izin noktasındadır. 173. Onların (sırları) söylemeleri ya vecdin taşması sebebiyle veya bir müridin hidayeti kastıyladır. Birincisi sâliklerin, ikincisi ise temkin ehli muhakkiklerin halidir. Açıklama: Arifler Allah Teâlâ’nın eminleridir. Yani onlara ilâhî sırlar emanet edilmiştir ve bu sırları ehli olmayana ifşa etmemekle emrolunmuşlardır. Ancak bazen hallerine mağlup olup, tutmaya güç yetiremeyebilir ve bazı sırları ifşa edebilirler. Farkında olmaksızın cezbe ve vecd ile bazı hal ve hakikatlerden bahsedebilirler. Bunlar sâlikler yani daha kemale ermemiş yolculardır. Akılları başına gelince hemen pişman olup, tövbe ederler. Bazen de kemale ermiş zatlar müridlere fayda maksadıyla bu hakikatleri söyleyebilir. Bu sırlar ariflerin gözünde kibrit-i ahmerden daha değerlidir. Bazen bir mürid senelerce şeyhine hizmet etmesine rağmen şeyhi ona hiçbir şey izhar etmez. Fakat müridin, nefsini ayaklar altına alıp, tamamıyla ruhunu bezlettiğini gördüğünde ona gizli gizli işaretlerde bulunur. Rivayete göre bir grup mürid, şeyhlerine otuz sene hizmet etmiş. Bir gün şeyhlerine: “Bize Rabbimizi biraz tanıtır mısın?” demişler. Şeyh, “Tabi. Yarın sabah evime gelin” demiş. Ertesi gün şeyh onların karşısına küçük bir çocuk çıkartarak karşılarına oturtmuş ve evine girmiş. Müridler işareti anlayıp geri dönmüşler. Şeyh onların önüne küçük bir çocuk koymakla “daha Allah’ı tanıyabilecek kabiliyette olmadıklarını, anlayışlarının o çocuk misali zayıf olduğunu” işaret etmiş. 174. Sözler, dinleyen müridlerin gıdasıdır. Yiyebildiğinden başkası senin değildir. Açıklama: Ariflerin sohbetlerinden nurlar saçılır. Fakat herkes kendi kabiliyetine göre istifade eder. Hikmet ehli bir zat demiştir ki: “Kapının gıcırsıtısından, sineğin vızıltısından ve köpeğin havlamasından bir şey anlamayan (yani bunlardan bir mana çıkarmayan) akıllı değildir.” Çocuğun yemeği başka, büyük insanın yemeği başkadır. Herkes haline uygun olanı yer. Şeyhler, konuştuğunda sözlerini genel olarak söyler ama herkes haline uygun olanı anlar. Küçük çocuk büyük lokma yutarsa boğazında kalır. Büyük adam ise çocuk mamasıyla doymaz. Yeni müridler, sona gelmişlerin sözlerine bağlanırsa bozulur. O halde herkes yiyebildiğine elini uzatmalıdır. Bazen söz bir olduğu halde kulaklara başka başka şeyier ifade edebilir. Herkes zihninde ne varsa ona yorar. Aşk ve şarap sözcüklerinden dünya ehlinin anladığı başka, sofilerin anladığı başkadır. Ehl-i tasavvuf bu kelimelerden ilâhî aşk ve manevî sarhoşluğu anladıkları için şiirlerde geçen şarap, aşk, kadeh, sarhoşluk vs. tabirleri kerih görmemiş, söze değil, çıkardıkları manaya itibar etmişlerdir. İbnü’l-Cevzî, Bağdat’ta ilim okuyordu. Bir gün bazı işleri için çarşıya çıktı. Bir adam şiir şeklinde şöyle söylüyordu: Şaban’ın 20′si geçti, ramazan yaklaştı. Sadece gece değil, artık gündüz de iç. Küçük kadehlerle değil, büyüklerle iç, Küçüklerle içmelik zaman kalmadı. İbnü’l-Cevzî bu sözü duyar duymaz ölümü hatırlaya¬rak hemen Mekke’ye gitti ve ölünceye kadar ibadetle meşgul oldu. 175. Bir makamdan kimi zaman yaklaşan, kimi zaman ise ulaşan bahseder. Bunu ancak basiret sahibi anlayabilir. Açıklama: Sözler konuşanın haline delalet etmez. Kişi bazen sözünün üzerinde, bazen de altında olabilir. Biri, bir makamdan bahsediyorsa bu o kişinin illa ki o makama ulaştığını göstermez. Ulaşıp ulaşmayanı ancak basiret sahipleri farkedebilir. 176. Sâlikin varidatını anlatması doğru değildir. Çünkü bu, varidatın kalpteki etkisini azaltır ve onu Rabbine sadık olmaktan uzaklaştırır. Açıklama: Müridin, kendisine gelen ilâhî nurları başkalarına anlatması yanlıştır. Ameli anlatmak ihlâs, hali anlatmak ise Allah’a karşı sadakati bozar. Zira bunlarda nefsin payı vardır. Çünkü nefis methedilmekten hoşlanır, övülme arzusuna meyyal olarak yaratılmıştır. 177. Asıl verenin Mevlâ (c.c) olduğunu görmedikçe mahlûkattan bir şey almaya elini uzatma. Eğer böyle isen İlme muvafık olarak alabilirsin. Açıklama: İstemek veya almak bazen vacip olur. Ölüm tehlikesi olup zaruret oluştuğunda başkasından istemek vaciptir. Bu halde şayet istemeyip, ölse günahkâr olur. Şeriat da, tarikat da bunu vacip kılmıştır. Şeriat beşerî hayatın, tarikat ise ruhanî hayatın idamesi için bunu emretmiştir (Kulun ölümle karşı karşıya kaldığı halde kimseden bir şey istememesi, bir nevi nefsin izzeti olarak görülmüştür. Kul o halde ölürse nefsi ıslah olmadan ölecektir). Kendi için değil de başkası için istemek ise menduptur ve iyilikte yardımlaşma kabilindendir. Bazıları muhtaç olduğu halde, istemekten haya edebilir. Bu kişilere vermek için istemek sevaptır. Nitekim Resûlullah (s.a.v), muhtaçlara vermek için istemiştir. Kazanmaya gücü varken, çalışmayı terkedip, ihtiyacı miktarınca istemek ise mekruhtur. Böyle bir kişi ilim, riyazet gibi bir sebeple kendini Allah’a adamışsa ihtiyacı miktarı almasında bir beis yoktur, caizdir. Mal toplamak, servet sahibi olmak için istemek ise haramdır. İbrahim el-Havvâs (r.a) bazen kendisine binlerce dirhem arzedildiği halde reddeder, bazen de tanıdıklarından bir veya iki dirhem isterdi. Süfyân-ı Sevrî (r.a) yemek ister fakat kâfi miktarda alır, gerisini gönderirdi. Arifler bazen kendi nefislerini kırmak veya kendini gizlemek yahut müridini imtihan etmek kastıyla da isteyebilirler. Onlara itiraz etmemeli, para veya mala tamah ettiklerini zannetmemelidir. 178. Arifler çoğu zaman O’nun iradesiyle yetinerek, hacetini Mevlâ’ya bile yükseltmekten utanırken, O’nun mahlûkuna arzetmekten nasıl utanmasın? Açıklama: Daha evvel de anlattık ki arifler, Cenâb-ı Hakk’ın iradesine teslim oldukları için O’na dua etmekten, O’ndan istemekten bile haya ederler. Mevlâ’dan istemekten utanan bir arif, kuldan istemekten utanmaz mı? Demek ki kâmil zatlar birinden bir şey istediğinde onu aslında Mevlâ’dan bilmekte ve mutlaka bir maslahat için istemektedir. Başka türlü düşünen kişi bilmelidir ki; arifler değil mahlûktan, Hâlik’tan dahi bir şey istemeye haya ederler. 64 bk. 13. Bölüm, 119. hikmet. 64 bk. 13. Bölüm, 119. hikmet. Hikem-i Atâiyye – Atâullah İskenderii (k.s) |