๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Diğer Yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 27 Temmuz 2011, 17:09:04



Konu Başlığı: Er Kokusu Gül Kokusu
Gönderen: Zehibe üzerinde 27 Temmuz 2011, 17:09:04
Er Kokusu, Gül Kokusu


Ekim 2009 - 130.sayı


Ahmet Nafiz YAŞAR kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.

Ziyaret için Hâce Muhammed Baba Semmâsî’nin mezarının bulunduğu külliyeye vardığımızda, etraftaki rengârenk güllerin kokusu yanında, kemerli ana giriş kapısının alınlığına yazılan ayetle de Efendimiz s.a.v.’in hatırlatılmak istendiğini fark ettik.

Buhara’nın biraz dışındaki Ramiten’de Hâce-i Azîzân Ali Râmîtenî k.s. hazretlerini ziyaretten sonra dönüp Semmas’a, Hâce Muhammed Baba Semmâsî’nin k.s. mezarına yöneliyoruz. Okuduklarımızın tesiriyle olmalı, güller arasında, elinden budak makası düşmüş, vecd halindeki bir Allah dostunun görüntüsü var hayalimizde. Bağındaki asmaları budarken dalıp dalıp giden, bahçesindeki gülleri koklarken kendinden geçen Hâce Semmâsî, bu renk ve kokuların götürdüğü mana âleminde nereleri dolaşıyordu, bilemiyoruz.

Fakat bildiğimiz bir şey var: Hâce, güle, gülün kokusuna herkesten çok âşina. Gülü en iyi o biliyor, gülün kokusunu en iyi o alıyor. Kasr-ı Hinduvân’dan geçerken, “Bu topraktan bir adam gibi adam kokusu geliyor. Kasr-ı Hinduvân yakında Kasr-ı Arifân olacak” deyip Şah-ı Nakşibend’in doğacağını o henüz dünyaya gelmemişken müjdeleyebiliyor bu yüzden. Ondaki gül kokusunu aldığı için Sühari’de güreş tutan delişmen genci bir nazarla peşine düşürüp Seyyid Emir Külâl eyleyebiliyor. Daha birkaç günlük bebek iken dedesinin kucağında ziyaretine getirildiğinde manevi evlat edindiği Şah-ı Nakşibend’i, terbiye ve himayesi için Emir Külâl’e özellikle ısmarlıyor. Gülü güle emanet ediyor ki kokusu katmerlensin, kâinatın en güzel gülünün hasret kalınan kokusu Buhara’yı bürüsün, oradan yedi iklim dört köşeye yayılsın.

Öyle de oluyor.

Buhara’nın Etrafı Güldür

Sâdât-ı Kirâm’ın Abdülhâlık Gücdüvânî ile başlayıp Hâce Ârif-i Rîvgerî, Mahmud İncîrî Fağnevî, Ali Râmîtenî, Muhammed Baba Semmâsî ve Seyyid Emir Külâl hazerâtı ile devam ederek Şâh-ı Nakşîbend’de nihayetlenen Hâcegân Silsilesi’nin tamamı (Allah onların sırrını takdis eylesin) Buhara’nın civar köy yahut kasabalarında doğmuş, irşad faaliyetlerini buralardan yürütmüşler. Buhara’yı adeta bir himmet halesiyle kuşatan Hâcegân erenlerinin mübarek kabirleri de yine dergâhlarının bulunduğu yerlerde.

Dünyanın en eski şehirlerinden biri Buhara. Bugün Özbekistan sınırları içindeki bu yaşlı kent miladi 8. asırda İslâm’la şereflenmiş. Kaynaklar, Şah-ı Nakşibend’in vefat ettiği 1389 senesinde Buhara’da 360 cami ve 113 medrese bulunduğunu haber veriyor. Aynı tarihlerde Buhara’yı Batılılar “İslâm’ın Roma’sı”, müslümanlar ise “Buhara-yı Şerîf” diye anıyorlarmış.

Buhara’nın nail olduğu bu şeref ve bereket, hiç şüphesiz Rasul-i Zîşân s.a.v.’e muhabbetle ittiba’ın eseri. Biliyoruz ki Hâcegân ulularının ve onların devamı olan Nakşibendî yolunun en bariz vasıflarından biri Rasulullah s.a.v. muhabbeti ile O’nun sünnet-i seniyyesine riayet titizliğidir. Sâdât, bu bölgede  asırlarca Kur’an ve Sünnet’ten zerre kadar taviz vermeyen bir tasavvuf hareketini sürdürmüş, ayet ve hadislerin hassas imbiğinden süzdükleri güzelliklerle gönüller yapmış, Habib-i Kibriyâ s.a.v.’in aşkıyla gönüller aydınlatmış. Ümmî Sinan’ın dediği gibi “gülden terazi tutmuşlar; gül almışlar, gül satmışlar” Buhara ve çevresinde.

Bunu fark ettiği için olmalı, bağımsızlıktan sonraki Özbek yönetimi Buhara’yı çevreleyen Sâdât mezarlarının etrafını gül bahçeleriyle donatmış. Gülden bir himmet kuşağıyla eskisi gibi sarıp sarmalamışlar yine Buhara’yı.

Peygamber’e Salât ü Selam

Ziyaret için Hâce Muhammed Baba Semmâsî’nin mezarının bulunduğu külliyeye vardığımızda, etraftaki rengârenk güllerin kokusu yanında, kemerli ana giriş kapısının alınlığına yazılan ayetle de Efendimiz s.a.v.’in hatırlatılmak istendiğini fark ettik. Ahzab suresinin, “Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de O’na salât edin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” mealindeki 56. ayetiydi bu.

Geniş bir sahayı kaplayan bahçeyi geçip, yolun sonunda merkadin hemen bitişiğindeki mescide ulaştığımızda “Delâil-i Hayrât” okuyanları görünce anladık ki ziyaretçiler kapıdaki ayetten haberdardır. Büyük giriş kapısının iki yanında bulunan ve diğer ziyaretgâhların müştemilatında görmediğimiz, abdest almaya mahsus bölmeler de bunun için yapılmış olmalı. Nakşî yolunun da evradından, bir salâvat-ı şerife güldestesi olan Delâil’in abdestli iken okunması gerekiyor çünkü.

Ahzab suresinin 56. ayeti Rasul-i Ekrem s.a.v.’e tazim ve bağlılık sadedinde geliyor. Müminlere, Hz. Peygamber s.a.v.’e hürmet, muhabbet ve sadakatlerinin ifadesi olmak üzere salât ü selam okumaları emrediliyor. Bizim için hem Rasulullah s.a.v.’i hatırlamaya vesile olan bir dua, hem bir teşekkür borcu yani.

Bu sebepledir ki tasavvuf ehli namazlarda tahiyyatta okuduğumuz selâm ve “salli - bârik” dualarındaki salât ile yetinmemiş, salât ü selam için her fırsatı değerlendirmiştir. Tasavvufun şekillendirdiği kültürümüzde yine bu sebeple gündelik hayat adeta salâvat-ı şerifelerle yaşanmaktadır. Anadolu’da cuma gecesi yatsı, cuma günü ise sabah ve cuma namazı ezanlarından önce minarelerden salâvat okunur mesela. Halk arasında “salâ vermek” denilir buna. İnsanlarımız birbirleriyle musafaha ederlerken, hayırlı bir işe başlarken, gül koklarken, namaz için kıyama kalkarken, namazı bitirince, dualardan önce ve sonra salâvat getirir.

Musıkî üstadlarının bestelediği değişik salavat örnekleri hâlâ huşu ile okunmaktadır. Ulemanın, Hz. Peygamber s.a.v.’in adının anıldığı bir mecliste bir kere salât etmenin yeterli olduğunu söylemesine rağmen, bizim insanımız Alemlerin Efendisi’nin adını her duyuşunda “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed”, “sallellâhü aleyhi ve selem”, “aleyhissalât ü vesselâm”, veya “aleyhisselâm” diyerek salât ü selamda bulunur.

Aşk Ateşiyle Tesviye

Müfessirler, müminlerin Peygamber s.a.v.’e salât etmesinin O’na yönelip yaklaşmak, O’nu dua ile överek yüceltmek manalarına geldiğini izahtan sonra bunun hürmet, muhabbet ve şükran duygularının eseri olması gerektiğini söylüyorlar. Hürmet, muhabbet ve şükranla teveccühün nişanesi ise Resulullah s.a.v’.e her bakımdan ittiba etmek. Salât ve selam getirmekten murat, yüreklerdeki sevgisini her dem tazeleyip, ruhaniyeti ile irtibat kurarak O’nun nurundan istifade etmektir diyorlar kısaca.

Elbette hadis-i şeriflerle sabittir ki salâvat-ı şerife okumak rahmete, günahların affına, duaların kabulüne, sıkıntıların giderilmesine vesiledir. Fakat aslında bütün bunlar salât ve selam ile dile getirilen Peygamber aşkının semereleridir. Bu aşk ne kadar alevli ise bizim emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmamız ve Rabbimizin rızasını kazanmamız o kadar mümkündür. Öyle ya, “salât” kelimesinin kökünde “eğri ağaçların ateşe tutularak düzeltilip doğrultulması” manası da var. Ehli bilir, ney yapımında kullanılan kamışlar ateşe tutularak düzeltiliyor. Belki bir ateşle dosdoğru hale gelebildiği içindir ki ney, derin nağmelerle ürpertebiliyor yürekleri. Hacı Bayram-ı Velî’nin “Yanmada derman / Buldu bu gönlüm” dediği de bu olsa gerek.

Salât ve selamın gönüllere buldurduğu bir derman daha var ki Semmâsî hazretlerinin kapısındaki ayet daha ziyade bunun için seçilmiş gibi geldi bize. Salât ve selamlarla büyütülen Peygamber aşkı insana “er kokusunu alma” kabiliyeti kazandırıyor. Er kokusu gül kokusudur çünkü. Güle aşina olmak, gülün kokusuna aşina olmaktır. Rasul-i Ekrem s.a.v.’e salât ü selamlarla yaklaşıp O’nu tanıyanlar, O’nun kokusunu taşıyan vârislerini de tanımakta zorluk çekmeyeceklerdir. O’nun kokusu, Sünnet-i Seniyyesidir.

Öte yandan demek ki bu koku, âlimlerin, kâmil mürşitlerin alâmet-i farikasıdır. Onun için Nakşibendî yolunda keramete değil istikamete itibar edilir. Onun için havada uçana, suda yürüyene değil Sünnet-i Seniyyeye tabi olana tabi olunur.