๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 15 Ekim 2010, 11:28:39



Konu Başlığı: Ravzâ
Gönderen: Sümeyye üzerinde 15 Ekim 2010, 11:28:39
Ravzâ  


Ravzâ, bize dünyada bulunmanın ruhunu duyuran biricik binadır. Bu mübarek bina ile münasebet ve kalbî alâkalarımız bizde öyle kudsî heyecanlar hâsıl eder ki, onu düşünüp, onun hakkında bir şeyler söylerken, sanki iffetiyle tanıdığımız bir namus âbidesini anlatıyor gibi yanlışın en küçüğüne dahi düşmeyelim diye korkar ve tir tir titreriz. Onun aydınlık semtine dehalet eden her ruh, vicdanının derinliklerinde, Nâbi’nin:

“Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-u Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu.”


na’tının yankılandığını duyar ve irkilir. Mekke, beşer tarihi boyunca bir kısım kısa aralıkların istisnasıyla, hep insanlığın mihrabı olmuştur. Mekke’nin bu hususiyeti Kâbe’den ötürüdür. Ve bu yönüyle de Kâbe, mihraplar mihrabıdır. Bu muhteşem mihrabın bir de minberi vardır ki –Sahibine vücudumuzun zerratı adedince salât ü selâm olsun– o da Cennet bahçelerinden daha temiz olan Ravzâ-i Tâhire’dir.

Bahçe mânâsına gelen Ravzâ, inanmış insanların mukaddes şeylere karşı duydukları alâka, bu alâkadan kaynaklanan duygu, düşünce ve tasavvurların sürekli değişen telakkilerle, sanat-mâbed-metâf-ı kudsiyân1 mülâhazaları içinde öteden beri, bir çeper ve bir surla sınırlandırılmaya çalışılmış bir “Hazîratü'l-kuds”tür.2
Bu mübarek mekân, hürmet hissi ve sanat telakkisiyle defaatle zarf değiştirmiş.. dış nakışlarıyla tekrar ber tekrar oynanmış; ama kat’iyen gönüller âlemiyle alâkalı ruh ve mânâsına ilişilmemiş ve ilişilememiştir.

Sahibinin ruhuna doğru parçalanmış sineler gibi aralanan kapılar veya onun ruhundan insanlığa açılan menfezlerin çokluğu gibi, Ravzâ-i Tâhire’nin de pek çok kapısı vardır. Bu kapılar arasında en namlısı da şâir Nâbî merhûmun:

“Felekde mâh-ı nev Bâbüsselâm’ın sîne-çâkidir.”
sözüyle anlattığı “Bâbüsselâm” (Selâm Kapısı)’dır. Selâm verip bu kutlu kapıdan içeriye girenler, iki adım ötede Gönüllerin Efendisi’yle karşılaşacakmış gibi bir ruh hâleti hissederler. Hisseder ve âdeta kendilerini bir kısım farklı esintilere salmış gibi olurlar.

Peygamber huzurunda bulunmanın vakar, ciddiyet ve temkiniyle namaz kılan, dua eden, salât ü selâm okuyan Hak âşığı gönül erlerinin safları arasında, tıpkı nurlu bir koridorda yürüyor gibi ışık alarak, aşk u şevkle dolarak Muvâcehe’ye3 doğru ilerleyen uyanık bir insan, her adım başı akla-hayale gelmedik sürprizlerle karşılaşacağı hissiyle ilerler. Hele Muvâcehe, hele Muvâcehe... Oraya ulaşan nezih ruhlar, artık gözleri hiçbir şey görmüyor gibi, sadece O’nu anar ve inler, sadece O’nun hayal ve misaliyle teselli olurlar. Hele bir de, daha önceden hazırlanmış ve hayalinde birkaç defa o eşiğe baş koyup vicdanının derinliği ve gönlünün sınırsızlığıyla oraya varmışsa.. doğrusu öyle bir tabloyu tasvir için sözün nutku tutulur ve beyan, aczini ifadeden başka kelime bulamaz...

İnsan, daha çok hüzünle gülümseyen bir yüze benzeteceği, mübarek Merkad’in kıble cihetindeki sütrenin önüne varınca, ümit ve emel heyecanıyla çırpınıp duran yüzlerce âşık ruhla karşılaşır. Bu alabildiğine yeşil ve sihirli nur iklimi, derecesine göre hemen herkese, bir başka âlemin kapısının önünde bulunma hissini verir. Öyle ki, Muvâcehe’ye ulaşan her âşık ruh, bir iki kadem ötede sevgilisiyle buluşacakmış gibi his ve heyecanla köpürür ve vicdanında aşk u şevkin kalem ve mürekkep görmemiş besteleri duyulmaya başlar.. derken, o altın iklimin sesleri, sözleri, görüntüleri bin bir tedâî4 ile onun bütün benliğini sarar ve onu zaman üstü sırlı bir kuşağa çeker götürür. Bu kuşağa ulaşan herkes, bugünü dünle, dünü de Dost’un ışık çağıyla bir arada idrak eder ve onun meclisinden sızıp gelen en mahrem fısıltıları duyar ve kendinden geçer...

Ravzâ-i Tâhire karşısında hayat, hep bir hülya ve rüya gibi yaşanır. Bütün bütün ona sırtını dönmeyen hemen her ruh, onun elinden aşk şarabı içmiş, mest olup kendinden geçmiş gibi, bir türlü bu sihirli âlemden ayrılmak istemez. Burada fikirler durur, ruhlar duyguların tesirine girer ve bütün gönülleri bir vuslat arzusu sarar. Burada, insanın içinde birer çiçek gibi açan mahrem hülyalar, âdeta insana Cennet bahçelerinin hazlarını ve cennetliklerin neş’e ve huzurunu tattırır gibi olur. Burası, hassas ruhların hülyalarına matkap salmak için Kudret eliyle ta ezelden plânlanıp kurulmuş ve hisleri, istekleri, sevgileri tutuşturan, besteleyip mırıldanan, dünyada, gökler ötesinin bir uzantısı gibidir. Burada, kendini inanç buudlu tasavvurların rengîn ve zengîn iklimine salabilenler, uçsuz bucaksız hülyalara dalar; yaşadıkları hayatın içinde bir sır, bir hafî, bir ahfâ5 yolcusu gibi çok defa bizim için gizli kalan ve insanoğlunun asıl benliğini teşkil eden bir başka “ben”in var olduğunu duyarlar. Âdeta, şehadet âleminin ince tenteneli perdesi delinip de her şeyin hakikatiyle beraber insanın özü de meydana çıkmış.. dolayısıyla herkes kendini uhrevîleşmiş gibi hisseder ve öbür âlemin âhengine uyar ve kendini firdevsî hazlar içinde bulur.

Bizler, her zaman kendimizi Kâbe’de ibadet, Ravzâ’da da aşk u hasret kuşağında hisseder; birincisinde kulluk sırrını idrakle cevap vermeye çalışır, ikincisini de samimiyet ve vefa ile kucaklarız. Buralarda duyduğumuz şeylerin aslını tam tefrik edemesek bile, en duygulandırıcı şeylerden daha duygulandırıcı, en vecd verici şeylerden daha coşturucu, hülyasıyla mest olduğumuz bir âlemi, kendine has ahengi, şiirî büyüsüyle duyar ve ifadesi imkânsız hislerle yerlere kapanacak hâle geliriz.

Her zaman, aşk u şevkin gelgitleri arasında yaşanan buradaki hayat, bir vuslat demi, bir “şeb-i arûs”6 neşvesi içinde yaşanır. Her çığlık, her inilti, dosta açılan kapıların gıcırtıları gibi yüreklere ürperti salar. Ruh “vuslat” der inler ara sıra dost yüzü kendi çağıyla kapısının önünde el pençe divan duranların, gözlerini yummuş, saygıyla bir menfez kollayanların hayallerine kâh açılır, kâh kapanır. Ama sürekli imrendirir, sürekli ümitlendirir ve daima rikkatli geçer...

Burada duvarlar, sütunlar ve aşk matkaplarıyla oyulmuş gibi görünen kubbeler, hatta döşemeler, sergiler hemen her şey, mavi, yeşil, sarı her rengin nazlı çiçeklerini andırır mahiyette, güzelliklerin en derinlerine açılmış yaşıyor gibidir...

Zaten her zaman nezih bir ruha benzetebileceğimiz Merkad ve Yeşil Kubbe, âşıkların duygu ve düşünce dünyala­rın­daki derinliklerle yan yana gelince öyle muammalaşır ki, in­san bulunduğu yeri Cennet’ten kopup gelmiş bir parça sanır.

Bugüne kadar mânevî havası ve ledünnî zevkleriyle pek çok feyizli makam gördüm.. bir hayli mübarek mahalleri müşâhede fırsatını buldum. Ama bunlar arasında, ruhumda en derin izler bırakan, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) köyü –o köyün izleri ebedlere kadar gönüllerimizde yaşasın– olmuştur. Ruhum o beldeyi her zaman bir “dâüssıla” hasretiyle kucaklamıştır. Kucaklarken de “İşte bir avuç toprağını cihanlara değiştirmeyeceğim beldeler beldesi!” demiş içimi çekmişimdir.

Bunlar, bir ham ruhun duyup hissettiği şeyler. İrfanla kanatlanıp aşkla şahlanmış büyük sinelerin duyup hissettiklerini onlardan dinlemek ve onlardan öğrenmek icap eder. Bu mevzuda benim söylemeye çalıştıklarım ise, beceriksizliğin ve istidatsızlığımın çehresinde hamiyet ehlini gayrete getirme arzusundan başka bir şey değildir... Bu kadarcık olsun bir şey yapabilmişsem, onu Ruh-u Seyyidü’l-Enâm’ın teveccühüne vesile sayar, kapısının tokmağına dokunur “Beni de Yâ Resûlallah..!” derim.

Dipnotlar
1. Metâf-ı Kudsiyân: Kudsîlerin çevresinde dönüp durduğu yer ma’nâsına Şâir Nâbî’ye ait bir söz.
2. Hazîrat’ül Kuds: Tasavvurlar üstü bir cennet bahçesi.
3. Muvâcehe: Kıble tarafından Efendimiz’in nur-efşan kabrini çevreleyen mübarek parmaklıklar.
4. Tedâî: Çağrışım.
5. Hafî-Ahfâ: İnsandaki mahiyeti pek fazla keşfedilemeyen duygular.
6. Şeb-i Arûs: Kutlu kavuşma, âşıkın maşukuna kavuşması anı.
 
 

Yeni ümit dergisinden alintidir