๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler (Peygamber Efendimiz ) => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 22 Kasım 2010, 14:49:14



Konu Başlığı: Nebi semasında gökkuşağı
Gönderen: Sümeyye üzerinde 22 Kasım 2010, 14:49:14
Nebi Semasında Gökkuşağı


“Ey insanlar! Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da eşini yaratıp o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının.

Adını anıp kendisini vesile ederek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a saygısızlık etmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakınınız. Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.” (Nisa Suresi,1).                                                                                                   

 “Onun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de: Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır.

Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır.” (Rum Suresi, 22).                                                      “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülalelere ayırdık.

Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, üstün olanınız, takvada (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır.

Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (Hucurat Suresi, 13).                                                                                               

Rabbim beni kimliğimle yaratmış. Alâmet-i farikam olan siretim itibariyle ve de rengim, dilim, vatanım, memleketim v.s şeylerle beraber sureten…

Memleketlere, sülalelere ayrılmanın “tanı(n)ma” unsuru olmasını uzun zaman idrak edememiştim. Anlar halde olduğum zamanda da aklımda şu belirir olmuştu: Beni tanıtan, sâir insanlardan ayıran farklılıklarımdı. Kavgaya, ayrımcılığa sebebiyet vermeyecek derecedeki alt kimliklerimden birisi de vatanım, mensup olduğum/olduğumu çevremin oluşturduğu şartlar itibariyle bilebildiğim ırkımdı. Bunlar da bir âidiyet dairesiydi benim için. “…Memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir milli ailenin hanesidir.”(2)

Vatan, millet, milliyet, ırk mefhumları sâir vatanların, milletlerin mensûblarını daha geniş bir daire olan din kardeşliği mefhumundan aşağıda tutmamıza sebebiyet veriyorsa tehlikelidir. Şu vatanda yaşamak, falan memleketten, milliyetten olmak sadece bu oluş itibariyle insana bir kıymet kazandırmaz. Yüce dine, İslam’a mensûb olmanın bu mensubiyetin ve mes’uliyetin şuûrundan bihaber oluşla değerinden çok şey kaybettireceği gibi. Evet İslam’a müntesib olmak, Müslim, mü’min olmak ırkların, renklerin, dillerin ötesinde bir kardeşliğin şuurunda olmayı gerektirir –hayır:- iktiza ettiriyor. Öyle bir iktiza ettiriş ki bu, dinin şanı yüce peygamberi’nin Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem)’in sohbet halkasında ki ashabının karakter, huy, fıtrat, fiziki yapı, ‘köle’, ‘köle sahibi’ oluşlarının çok ötesinde bir zenginliktir bu. Bu sofraya tüm lisan ve renk farklılığı içerisindeki insanların oturmasıdır. Bu zenginlik Bilal-i Habeşi’nin, Selman-ı Farisi’nin, Huzeyfet’ul leman-i’nin, Suheybi Rumi’nin ve Arab’ın çeşitli oymakları ile temsilidir. Bu renklilik gökkuşağı kardeşliğinin uçsuzluk, enginlik, okyanus ve göklere ad olan mavilikte, Nebi maviliğinde görülmesidir, gökkuşağı kardeşliğinin Nebi maviliğine imam prizmasına yansımasıdır.” Birbirinizi hakiki manada sevmedikçe iman etmiş olmazsınız…”

Vatanını, milletini sevme, Kitab’ın, Sünnet’in, İcma-ı Ümmet’in, Kıyas-ı Fukaha’nın arkasına ‘Örf’ ü koyma, vatandan, ‘millet’ten beslenen dinin özüne ters olmayan güzellikleri ekleme…

Efendimiz (s.a.v) Mekke-i Mükerreme’den hicret ederken “Ey Mekke! Vallahi göçe mecbur olmasaydım senden ayrılmazdım.” diye teessürünü ifade ediyor.(3) Vatan, millet ve bunların oluşturduğu hamur farklı ellerde yoğrulan hamurlardan denildiği gibi ‘farklı’ oluyor. Ve Allah bunu, bu hamurun oluşturduğu lisan, renk farklılıklarını varlığına ve kudretine delil sayıyor.

Anadolu’nun hamurunda da sair yoğrulmuşluklardan farklılıklar vardır. Hamur, ana maddenin kimyevi halini değiştirmeye yönelik bir çabayla yoğruluyorsa sıkıntıdır. Alâmet-i fârika olmanın, Allah’ın varlık ve kudretine delil olmanın ilerisine geçmeyen farklılıklar Nebi sohbeti ile insibağa geçen ashab çeşnisinin bir bölümüdür, halkanın tüm küre-i arz sathına yayılmış parçalarından biridir.

Ümidimiz dini her şeyimize katmaktır. “Türkçülerin 1910’lu yıllarda neşrettikleri ‘İslam Mecmuası’nın alt başlığı bu sorunun cevabının önemli bir kısmını dile getiriyordu: “Dinli hayat ve hayatlı din.”şiar buydu. Din, teşbih yerinde ise, Türk’ün öyle sadece üşüdüğü zaman sırtına alacağı bir palto, güneşten korunmak için açacağı bir şemsiye değildir. O,onun kültürünün ‘çetin cevizi’, dünya görüşünün öz –bünyesiydi. Yani ‘az olsa da olur’u kabul etmeyecek kadar belirleyici bir bünye.”(4). Sâir insanlar arasında bizi belirleyici kimlik dindir, din olmalıdır. Müslüman sıfatıyla bilinen insanların bunun altındaki sıfatları birer altkimliktir, şûbedir. Bu kimlikler, şûbelerin özün mayasını bozmuyorsa kabuldur, fıtratın farklılığını tezahürüdür.

W. Cantwell Smıth’in “Modern Tarihte İslam” adlı eserinden: ‘Türklerin İslam anlayışı öteki Müslüman topluluklarınkinden farkı… Öteki Müslümanların 19. ve 20. yy. da yaşadıklarının pek çoğununu Türkler, 18. ve 19. yüzyılda yaşadılar… Üstü örtülü biçimde de olsa, Türk yorumu İslam tarihinin gerçek bir anının zuhuruna işaret ediyor… Türkler, tereddüd’den, yenilik’ten (bu son cümleyi yazarın kendisi kullanıyor) bilinçli olarak söz ediyorlar… Türkler (modern dünyada olup bitenleri) anlayacak ve kabul edecek ve yeni bir İslam vizyonu ortaya koyacak ve geliştirecek kadar yaratıcı görünüyorlar. Bunda başarılı olup olmayacakları hayati bir soru olarak varlığını sürdürmektedir.”(5) “Yeni… bir vizyon” Akif’imizin “asrın idrakine söylettirme” çabasıyla te’lif edilebilir mi? Öze müdahale gibi düşünceler var mıdır, Anadolu insanına İslam’ın tarihin gerçek bir anını zuhur ettirişinin övgüsünün yanında.

Anadolu’da, Afrika’da, Asya’da… Mâbetlere, geleneklere, folklora, kendi benliğimize hapsettiğimiz, millet algımıza sığıştırmaya çalıştığımız bir İslam kabulü, bizim, İslam’ın afakını karartma olacaktır.

Cihanşümûl bir derdi küçük sızlanışlar, ağrılar haline getirmek, devasızlığa sürüklemek demektir. Bu umum mânâda hayatın dışına ittiğimiz münzevileştirdiğimiz bir İslam anlayışıyla olmuştur. İslam’ın bir milliyetle münzevileştirilmesiyle olmuştur. Hayata hayat olacak, vatan sınırlarının ötesinde, milliyet kardeşliğinin fevkinde bir İslam… Yaşadığımız coğrafya itibariyle sebepleri göz önünde bulundurarak âlemşümûl kabulleriyle Arabla Acem’den, Türkle Avrupa ırklarından oluşan ve sâir ‘millet’lerden, ‘ırk’lardan bir araya gelen mensublardan meydana gelen bir enginlik…

Ayrımlara, dini hayattan ayrı kılmalara kapalı olma gerekliliği…

 “Batı dünyası, başta oryantalizmin önemli bir kısmı olmak üzere, pek çok yol ve usulle İslam’ı, hep hayatın çevresinde tutmaya çalıştı. O, çok kere İslam’ı kendi yararı için dikkate aldı, inceledi. İslam dünyası ise, söylediğim gibi, ya gününü doldurmuş ilim ve fikir müesseseleriyle yoluna devam etti ( hatta mevcut müesseselerini bile ortadan kaldırdı) yahut tıpkı bizde olduğu gibi, uzun yıllar dini taze bilgilerden ve yüksek tefekkürden; yani üniversiteden uzak tuttu. Ve böylece geldiğimiz yere gelindi. Çok mu ümitsiz bir durumdayız? Hayır! Türkiye sahip olduğu imkan ve kabiliyetin önemli bir kısmını hala muhafaza ediyor. Mesele, onları gerçeklik alanına çıkarabilmek için gerekli zihin, ruh ve beden faaliyetlerinin ortaya konmasında düğümleniyor.”(6)


………………………………………………………

1 Suat yıldırım, Meal

2 Şualar

3 Mehmet Kırkıncı, İnsan Millet ve Devlet

4,5,6 Niçin, Mehmet Aydın


 
Şükredin Aslanoğlu