๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Sizden Gelenler (Peygamber Efendimiz ) => Konuyu başlatan: Sefil üzerinde 28 Nisan 2012, 12:29:01



Konu Başlığı: Müthiş bir kaptanın gemisinde yolculuk yapıyoruz
Gönderen: Sefil üzerinde 28 Nisan 2012, 12:29:01
        

Ahmet Kurucan
   
Gemileri batırsak da Hz. Muhammed (sas) gibi bir rehberimiz var


Bir sohbet öncesine götürmeye çalışacağım sizleri bu yazıda.

Elektronik levhada otomatik olarak dönen kelam-ı kibarların zihne yaptığı çağrışımlar, kalbe akın eden ilhamlar, halkada yerini alan ve ağızdan dökülecek inci-mercan misal sözlerin avcılığını yapmaya hazır müteveccih ve hâhişkâr simaların olduğu bir sohbet öncesi... Konu bütünlüğü yok; yok ama söylenenlerin toplamına baktığın zaman ortaya çıkan derinlerden derin bir mana ve muhteva var. "Ben ne öğrendim şu on dakikalık sohbet öncesi muhabbetten" dediği zaman insanın kendine, istidadı nisbetinde sayfalarca yazabileceği, dakikalarca anlatabileceği bir nokta var. O nokta, "ilim bir nokta imiş; cahiller onu çoğaltmış" özdeyişindeki nokta. Öz de diyebilirsiniz siz buna. O öze baktığınız zaman "aaa, ben de söyleyebilirim bu cümleleri" diyeceğiniz kadar sade, düz ve anlaşılır şeyler; ama söylemeye kalktığınız zaman yolda kalacağınız kadar da mürekkeb ve derin. Söz konusu hadisler olsa, bunun adı belli; cevamiü'l-kelim. Konumuz hadis olmadığına göre onu başka bir sıfatla ifade etmek zorundayız; Allah seleften razı olsun ki onu bize söylemişler; sehl-i mümteni. Kolay olan, kolay görünen ama imkânsız denecek ölçüde de zor.

Sıralamaya dikkat etmeyecek; öncesi-sonrası demeyecek bir harman yapacağım sizler için. En son cümlesiyle başlıyorum mesela. Ketencizade'nin "Azîzim, rehberim, pîrim, efendim, şem'-i tâbânım / Ziya-i himmetimdir her iki âlemde devrânım / Benimle müttefiktir bu recâda cümle ihvanım." Nereden gelmişti buraya: "Kur'an ile test edilmeyen düşünceler, düşüncenin falsosudur" demiş ve İslamî zaviyeden izahını yapmıştı. Can dostum bu düşünceleri destekleyen kendisine ait bir cümlenin bir parçasını hatırlattı izahın bitiminde. "Derinliğin sırrı duruluğu ifadesi geçiyor." dedi. Sözü edilen cümle "din ufku" yazısında Kur'an'ın ele alındığı bölümde yerini alıyor. Şöyle diyor orada: "... Oysaki Kur'ân, derinliğinin sırrı duruluğu öyle engin, öyle zengin bir kaynaktır ki, her muhatap onu, kendi idrak seviyesinin ufkunu aşkın bulup daha ilk kademde böyle bir kaynağa sahip olmanın itmi'nânına erebilir."

"Kinayedir bu" dedi ve sonra bir misal verdi. "Mesela; siz Nil'in, Mississippi'nin veya Amazon'un kenarında durur ve nehrin içine bakarsınız. Gerçi şimdilerde biz onu kirlettik ama eskiden çok rahatlıkla nehrin dibini çakıl taşlarına varıncaya kadar görebilirmişsiniz. Bu manzara karşısında nehre girip o taşları toplamak isteyebilirsiniz. Ama içine girdiğiniz an derinlerden derin bir nehirle karşılaşırsınız. İşte Kur'an da böyledir. O Allah'ın yemeğe 'mama' diyen bizlerle konuşması gibi dıştan bakınca duru mu duru, anlaşılabilir bir kelam; fakat içine girdiğinizde derinlerden derin bir derya."

"İradenin hakkını vermek ibadet sayılır" diye bitirdi bir başka fasılda. Su-i zannın insana hiçbir sevap kazandırmadığını ve kazandırmayacağını anlattı. Ardından "öyleyse su-i zann yapıp insanları etrafımızdan kaçırma ve günaha girmek yerine hüsn-ü zann içinde bulunup herkesi kendimizden âlâ görmek gerek" dedi. Benim tahminim ahlâk-i âliyeyi İslâmiye ile bağdaşmayan bir hareketin, bir tavrın ya kendisine intikal ettirildiği ya da bizzat kendisinin müşahede ettiği merkezinde oldu. Nitekim tahminimde yanılmadığımı "enaniyetine, onur, şeref diyen insanlar" deyince anladım.

'MALA MÜLKE MAĞRUR OLMA DEME VAR MI BEN GİBİ...'

Baştan anlatayım: "Meyveli ağaçların dalları meyvelerle donandıkça, dalların gözü hep toprakta olur." Neden? "Çünkü ağaç bir taraftan toprağın bağrına yeni fidanlar salmak ister; diğer taraftan da dalları ağırlığını taşıyamayınca toprağa doğru eğilme lüzumunu hisseder. Bu hakikate dilbeste olmuş insanların en önemli yanı, doldukça kendilerini boş hissetmeleridir. Dolu mideler gibi geğirip başkalarını rahatsız etmemeleridir. Enaniyete, egoizme, egosantrizme onur, şeref dememeleridir. Böyle bir tavır sergileniyorsa, bu tavır çok çirkin bir tavırdır. Bir de bu tavrı onurum, şerefim, haysiyetim diye müdafaa ediyorlarsa, bu hatayı mük'ap hale getirmek demektir."

Sonra ses tonunu sertleştirdi ve ateşîn hatip edasıyla "Böylelerinin insanlıklarını yeniden yakalamak imkânları yoktur." dedi ve Nef'i'nin meşhur beytini söyledi: "Akla mağrur olma Eflatun-ı vakt olsan dahi / Bir edib-i kâmil gördükde tıfl-ı mekteb ol!"

Tam da burada ciğerleri delecek bir nazarla etrafa bakıp derin bir iç geçirdi ve sözlerini şöyle sürdürdü: "Mala, mülke mağrur olma, deme var mı ben gibi; Bir muhalif rüzgâr eser savurur harman gibi. Evet, ben diyenler yollarda takılıp kalıyor; ben demeyenler yollarına devam ediyor." Salonda bulunan hemen herkesin estağfirullah dediği son cümleleri ise şuydu: "Ben diyenler birer tibn-i bîkarâr gibi savrulur giderler. Nereden biliyorsun? Kendimden."

Soruya geçeceğiz; herkes farkında. Hocaefendi de farkında, yazılmış soruyu elindeki kâğıt parçasında tutan arkadaş da farkında; ama söz insanı bırakmıyor; konunun hassasiyeti, herkesten çok daha fazla hassasiyet gösterilen konunun ehemmiyeti söze devam ediyor ve o da devam ediyor: "Sonsuzun karşısındaki rakam sıfırdır ve bu ikisinin ortası yoktur. Allah sonsuzdur ve O sonsuz olduğu için insan sıfırdır."

Soruya geçebiliriz tarzında gözüyle işaret etti; tam soru okunacaktı ki bir cümle daha söyledi. İhtimal aktarmaya çalıştığım tesbitlerin yapılmasına, bu tesbitlerin ete kemiğe büründürülüp cümleler şeklinde ifadesine vesile olan o hadise veya hadisenin failleri ya da bu gidişatın belki de insanı sürükleyeceği nokta gözünün önüne geldi ve dedi ki: "Necip Fazıl merhum bir kitabının adına 'O ki o yüzden varız' koymuştu. Evet, O ki o yüzden varız ve biz gemileri batırsak da Hz. Muhammed gibi (sas) bir kaptanımız var."